| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | |
| Dönemi | : | 24 |
| Yasama Yılı | : | 5 |
| Tarih | : | 05 .11.2014 |
ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
BAŞKAN - Bir basın emekçisi olarak siz de herhâlde oradan başlayacaksınız.
ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Evet.
Sayın Başbakan yardımcılarım, değerli bürokratlarımız, değerli basın mensubu arkadaşlar ve değerli Komisyon üyesi arkadaşlarım; hepinizi selamlıyorum.
Tabii, benim de titrimde geçmişte "basın mensubu" yazdığı için ve esas önemsediğim için ben de son sunumdan başlayarak ilk sunuma gelmek istiyorum.
Şimdi, yani, Türkiye'de, tabii, basını konuşunca, basın özgürlüğünü konuşunca 3 temel kriteri esas alarak konuşuyoruz. Bu kamu yayınlarına ve kamu adına Sayın Başbakan Yardımcısı "kamu diplomasisi" adını verdi. Hangi kavram? Bu kavramı gerçekten açmaya ihtiyaç var. Bu kavramın içinde, kamu diplomasisinin içerisinde ne var, onu biraz irdelemek gerekir diye düşünüyorum. Sanıyorum, soru-cevap kısmında bu konuya Sayın Akdoğan girecektir diye düşünüyorum. Beklentim, bu başlığı açmasına yönelik, bu kamu diplomasisinden neyi kastediyoruz, onu gerçekten bilmek istiyoruz.
Ama ben basını değerlendirince, basın özgürlüğünü değerlendirince 3 temel kriterden yola çıkarak ifade ediyorum. Yıllarca ben de gazetecilik yapmış, köşe yazarlığı yapmış bir arkadaşınız olarak ifade edeyim: Ben, asla ve asla gazeteciliğin objektif kriterler çerçevesinde yapılmadığını biliyorum. Hatta, basında objektiflik kriterine inanacak kadar da saf olmadığımı ifade edeyim, bu olmaz. Doğruluk kriteri üzerinden hareket edersiniz, vicdanınızın sesine kulak verirsiniz, doğru olduğuna inandığınızı yansıtırsınız. Ha, burada, bu teraziyi dengelemek çok kolay değil ama burada konuştuğumuz bu da değil, bunun dışında bir şeyden söz ediyoruz. Şimdi, özellikle, devletin, Hükûmetin denetimi altındaki basın yayın mekanizmasının tek taraflı işlediğinden söz ediyoruz. Ya, örneğin, daha geçen hafta ben karşılaştım, bir muhalefet partisi genel başkanı grup konuşmasını yapıyordu ve bir özel televizyon kanalında da yayınlanıyordu, hasbelkader Sayın Cumhurbaşkanının da aynı saatte denk gelen bir konuşması oldu, pat diye oradan kesildi, Sayın Cumhurbaşkanının dışarıdaki konuşması verilmeye başladı. Merak ettim, dedim, diğerlerinde durum ne oldu? TRT'nin de kanalları dâhil olmak üzere tamamında otomatik olarak bir değişim olmuş. Açıkça ifade edeyim, bu bizim genel başkanımızın, eş başkanımızın bir konuşması değildi yani onu ifade edeyim. Yani, sadece bize dönük bir sansürden söz etmiyorum. Bu değerlendirmeyi yaparken biz;
1) Özgürlük,
2) Demokrasi,
3) Katılımcılık esaslarına göre değerlendirmemiz gerekiyor basın yayını. E, maalesef bunları göremiyoruz.
Diğer konuşmacılar, işte, sansür ve basın özgürlüğüyle ilgili başlıklara girdikleri için buna ben ayrıca girmeyeceğim, katıldığımı ifade etmekle yetineceğim ama ben şunu önemsiyorum, Sayın Akdoğan ifade etti, dedi ki: "Biz, bir 'çözüm süreci ve basın' diye bir çalıştay düzenleyeceğiz, ben bunu önemsiyorum. Çünkü gerçekten basınımızın dili bu konuda sorunlu bir dil, problemli bir dil. Bu dili mutlaka ama mutlaka bir şekilde düzeltmemiz gerekiyor. Ama şunu da ifade edeyim: Basının dilinin düzelmesi için siyasetin de dilinin düzelmesi gerekir. Bunu da ifade ederken sadece tek taraflı bir eleştiride bulunmak istemiyorum, bir bütün olarak siyaset camiası kendi dilini bu konuda düzeltmeli ki bunun medya üzerinden topluma yansıması da karşılık bulsun diye düşünüyorum. Buradaki üslup yanlışlığı bir şekilde toplumda ta kahveye kadar, sokağa kadar bir yansımasını buluyor ve bu doğru bir tutum değildir. E, işte, hoş olmayan olaylar, vakalarla karşı karşıya geliyoruz zaman zaman. E, bunu bilelim. Bu, bizim buradaki tutumuzun sokaktaki bir yansımasıdır, basınla ilgili bunu ifade edeyim.
Şimdi, bunun dışında, Sayın Kurtulmuş'un uhdesindeki kurumları önemsiyorum. Sözümün başında, şu noktada ifade edeyim: Ben hiçbir kültüre, dile ve o dilin ve kültürün yaşatılmasına ve geliştirilmesine karşı değilim, hatta çok şey yapmak lazım bu konuda, buna "Türk kültürü de başta olmak üzere" diyeyim. Ama sizin uhdenizdeki kurumlar cumhuriyetin başlangıcından bugüne kadarki tekçi, ret ve inkârı dayatan kurumlardır maalesef. Tekçiliğin, reddin, inkârın politikasının altyapısını kuran kurumlardır bu kurumlar. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, sonra, bu dönemde o moda devam ettirildi, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar, TİKA... Bunların hepsinin başına bir Türk koymanız gerekmiyor. Türk koyduğunuz zaman diğerlerini ötekileştirmiş oldunuz, dışladınız. Bu beni kapsamıyor, bu bütçe benim bütçem değildir, maalesef benim bütçem değildir. Geçen sene de ifade ettim, helal etmiyorum, açık, net ifade ediyorum, helal etmiyorum. Bizim de hakkımız var bunun içinde.
Bakın, son bir yıl içerisinde Türkiye'ye çok sayıda mülteci geldi. Daha kısa bir süre öncesine kadar, 2012'ye kadar Türkiye siyaset camiası galiba Orta Doğu denilen coğrafyada Ezidi diye bir toplumun yaşadığından haberdar değildi çünkü birbirimizi "Ezidi" diye suçlar bir pozisyona gelmiştik. Haberdar olsak "Bunu ifade ettiğimizde birilerine hakaret etmiş oluruz." der ve en azından dilimize dikkat etmiş olurduk. 2012'ye kadar durum böyleydi. Şimdi, Şengal'den Ezidiler geldi. Bu Ezidiler sonradan gidip Şengal'e yerleşen Ezidiler. Bir kısmı Mardin'den gitmiş. Mardin'de köyleri var, geldiler köylerine gittiler, yaşlılarımız "Kendi köyümüzde ölmek istiyoruz." dediler. Demek ki buradalarmış. Demek ki "yurt dışı akraba topluluk" dediğimiz zaman onları da kucaklamanız gerekiyor. Birçok topluluğun bu coğrafyada yararlı bir belleği vardır ve bu kurumların o yararlı belleğe merhem sürmesi gerekiyor ama baştan itibaren reddettiğiniz zaman, karşı bir noktaya koyduğunuz zaman onları kucaklama şansına sahip değilsiniz. İsimlendirme, tanımlamada buna siz zaten karşı tarafa koyduğunuzu, kucaklamayacağınızı ifade etmiş bulunuyorsunuz. Keldaniler hakeza, Asuriler hakeza, Süryaniler hakeza; bunların hepsi, bakın, son bir buçuk yıl içerisinde ülkemize gelen, sizin "misafir" olarak tanımladığınız insanların içerisinde var ve her biri geliyor, nokta atışı, gidiyor "Benim köyüm burasıdır, benim atam burada yaşıyordu." diyor. Peki, "akraba topluluk" dediğiniz zaman bunları kucaklıyor musunuz? Mevcut politikayla kucaklama şansınız yok bunları. O zaman bir şey yapmak lazım.
Elbette ki devletin bir kurumu iyi hizmetler yaptığı zaman, hatta insani hizmetler yaptığı zaman biz hepimiz buna sahip çıkarız, başında da AFAD. Sahip çıkıyoruz evet, insani hizmetler üretiyor, üretmek üzere kurulmuş bir mekanizma, bir kurumumuz, önemsiyoruz.
Sizler ifade ediyorsunuz, diyorsunuz ki "Türkiye'ye 1,5 milyon mülteci geldi." "Mülteci" demiyorsunuz, "misafir" diyorsunuz çünkü "mülteci" derseniz o zaman statü sağlamanız gerekiyor, statü sağlayacağınız zaman da gemilerde bu şekilde denize dökülmek durumunda kalmazlar. Misafir politikasının sonucu, o insanlar insan ticareti yapan şahısların, vicdansızların tuzağına itilmiş oldu. İyi sahiplik ettiğinizi ifade edemeyiz.
Bakın, sadece Kobani'den 200 bin civarında insan gelmiş. Bunlar da bizim akraba topluluğumuz hatta Kobani'de yaşayanların yüzde 70'inin Suruç'ta akrabaları var, amca çocukları, dayı çocukları, hısım, akrabalar. Yani aralarına böyle hat çekildi diye birbirlerinden kopmuş insanlardan söz etmiyoruz, iç içe olan insanlar. 200 bin insan gelmiş. AFAD'ın kampında -eğer ben yanlış bir rakam ifade ediyorsam AFAD Başkanı düzeltsin- 6.100 kişi yaşıyor, 6.100 kişiye bakılıyor. Şengal'den gelenler açısından da AFAD sadece Midyat'ta bir çadır kent kurmuş. Net rakamı bilmiyorum ama orada da 1.000 civarında insana baktığını biliyoruz. Net rakam değil, eğer farklı bir rakam varsa Sayın Başkan ifade etsin. Ama bunun dışında, Suruç'ta 41 bin, Urfa merkez'de 35 bin, Birecik'te 15 bin, Bozova'da 10 bin, Halfeti'de 6 bin, Siverek'te 4 bin, Hilvan'da 3 bin, Adıyaman'da 6 bin, Gaziantep'te 10 bin, Malatya'da 4 bin, Diyarbakır'da 11 bin, Mardin'de 4 bin insan yaşıyor ve bunların tamamı Kobanili. Peki, kim bunlara bakıyor? Sizin bunların içerisinde toplam barındırdığınız insan sayısı 6.100, 6 bin civarında insana bakıyorsunuz. Gerisine kim bakıyor? Bakın, sadece partimiz Suruç'ta 8.700 kişiye dört ayrı çadır kent kurdu, sadece bir belediyemiz bakıyor. Ayrıca, Suruç'ta 20 bin kişiye günlük üç öğün sıcak yemek veriliyor. Bu, partimize bağlı belediye ve sivil toplum örgütlerinin organize ettiği bir çalışma. Diğer yerlerde, mesela Şengal'den gelenlerin tamamı bölge belediyelerinin sivil toplum örgütleriyle, yurtsever halkla birlikte sahiplik ettiği insanlar pozisyonundalar. Sizler en azından bunlara doğrudan yardım edemiyorsanız, belediyeler bir bütçe harcıyor buraya, belediyelere bari yardım edin Sayın Başbakan Yardımcısı.
(Oturum Başkanlığına Başkan Vekili Süreyya Sadi Bilgiç geçti)
BAŞKAN - Sayın Zozani, toparlayalım.
ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Belediyelerin hepsi kendi bütçelerinden buraya bir şeyler katıyorlar. Bu insanlara biz bakmak durumundayız. 200 bin insan, evet, doğru ama bu 200 bin insana bakmak gibi bir sorumluluğumuz da var, öncesinde gelenlere bakmak zorunluluğumuz olduğu gibi, bunu ifade ediyoruz, ayrıştırmıyoruz.
Son olarak şöyle bir noktayla bitirmek istiyorum: Bu kurumların yapısını, dokusunu çok önemsiyorum.
Sayın Kurtulmuş, sizin uhdenizdeki kurumların yapısı, dokusu benim açımdan çok çok önemlidir. 1925'ten sonra kurulmuş bu kurumlar maalesef ve maalesef bu ülkeye asimilasyonu, tekçiliği, reddi ve inkârı dayatan kurumlardır, onun altyapısını... Bu kurumların başındakiler ya da çalışanları gidip insanlara bir dayatmada bulunmadılar, onları tenzih ederek ifade ediyorum, elbette ki, herkes kendi kültürünü, tarihini, dilini geliştirmek ister, böyle bir arzu içerisinde de olabilir. Ancak, bakın, şöyle bir zihniyetin ürünüdür: 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetini sizinle paylaşacağım: "Kemalist Türkiye'den faşist İtalya'ya selam." Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında Türkiye Cumhuriyeti'nin bayrağının üzerine Benito Mussolini'nin lideri olduğu nasyonal faşist partinin simgesi yerleştirilerek bir ideolojik akrabalıktan söz ediliyor ve bu kurumlar bunu yaşatıyor. Şimdi, buna itiraz etme hakkımız var. Buna itiraz ederken de ben hiçbir dilin, hiçbir kültürün ötelenmesini ifade etmiyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Zozani, toparlayın.
Buyurun.
BÜLENT KUŞOĞLU (Ankara) - Ne zaman Adil Bey o?
ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetinden söz ediyorum. Manşetin yanında, manşeti pekiştirmek için de yine Millî Şef İsmet İnönü'nün Alman faşizmiyle sözleşme, anlaşma imzaladığının bir resmini koymuş, burada, görün.
Şuna değinmek istiyorum: İki bakanlığı birden değerlendirdiğimiz için Sayın Başkan, bazı şeyleri ifade etmemiz gerekiyor çünkü geniş konular.
Şimdi, bu ülke, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar, Atatürk'ün Nutuk'unu dahi sansürlemiş bir ülke. Atatürk'ün Nutuk'u dahi, 1927 tarihli Atatürk Nutku bile, açın bakın, -kütüphaneden ben de gittim Nutuk'u aldım, ciltleri aldım, 1963 baskılı Nutuk'u da aldım, baktım- orada bile Atatürk sansürlenmiş. Atatürk'ü dahi sansürlemiş bir zihniyetten söz ediyoruz. Atatürk'ün Amasya ve İzmit'teki... Amasya Genelgesi ki iki protokol orada gizli protokoldür, hâlâ açıklanmamış, ayrıca, İzmit Basın Konferansı'nda -Sayın Akdoğan bu konuyu daha iyi bilir çünkü devletin arşivine o bizden daha fazla hâkim olma şansına sahiptir- konuşulan konular, Atatürk'ün Nutuk'un da sansürlenmiş. Şimdi, bir şeyler mi yapmak istiyoruz? Özgürlük, demokrasi ve katılımcılık ekseninde farklılıkların bir aradalığını mı sağlamaya çalışıyoruz? Evet, herkes, sağcısı, solcusu, siyasi meşrebi ne olursa olsun bu ülkede bu üç başlığa sahip çıkar. O zaman, altyapısını nasıl kuracağız? Her yıl siz buraya, bu şekilde bu başlıklarla bize gündem getirirseniz...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Toparlayın lütfen.
ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Burada buna itiraz hakkımızı kullanırız ama lütfen bu itirazlarımızın artık bir karşılığı olsun. Bir karşılığı olsun ki bir adım ileriye gidelim. Bir karşılığı olursa biz ilerleme sağlamış olacağız.
Söylenecek çok şey var bu konuda ama neyse, burada bırakayım.
Teşekkür ederim.