KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Ben de Ayhan Barut Vekilimize başsağlığı dileyerek başlamak istiyorum. Allah rahmet eylesin.

Sayın Başkanım, biraz yorgunluk var, maskelerde de nizam dışı kullanım başladı, siz dâhil olmak üzere. Belki hatırlatmakta fayda olur. Biliyorsunuz, sadece burun açıksa maruz kaldığınız virüs sayısı ağız, burun açık olduğundan daha fazla oluyor.

BAŞKAN YUNUS KILIÇ - Arkadaşlar, dikkate alalım.

RIDVAN TURAN (Mersin) - Hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum değerli arkadaşlar.

Pandemi tarımın önemini hatırlattı diyoruz. Tarıma ilişkin bulgular bu çerçevede gelişiyor. Pek çok yerde pek çok siyasi görüşe sahip olan insanların aşağı yukarı ortaklaşa kanaati bu yönde. Önemini hatırlattı da biz buradan ne gördük? Hatırlatmasaydı ne görecektik ve nasıl davranacaktık? Hatırlattı, neyle karşı karşıyayız? Aslında, bakarsanız, kişisel kanaatim şu yöndedir ki pandemi insanlığa ayna tuttu. Yani, bu zamana kadar kendini bütün varlıkların üstünde gören, bu anlamda son derece böbürlenen, her defasında eşrefimahlukat olduğunu vurgularken hayatta var olan diğer canlıları, varlıkları biraz hakir gören, tali gören bir modernleşme sürecinin sonuna geldik aslında. Yani, ayna tuttuysa bence öncelikle görülmesi gereken taraf bu, öncelikle tespit edilmesi gereken taraf bu. Biz şimdiye kadar bütün doğa varlıklarına "kaynak" dedik; "kaynak" tüketmeye dönük bir kavramdır oysa ki "varlık" var olmasını muhafaza etmeye dönük bir kavramdır. Onlara "kaynak" dedik ve bütün kaynakları insan için kullanırken yarın bir gün ne olacağını hiç düşünmedik. Bugün gıda, tarım sektöründe baş göstermiş olan bu viral salgının esası buraya dayalı. Yani endüstriyel tarımın bu kadar abartıldığı, endüstriyel tarım tekellerinin dünyadaki bütün tarımsal üretim süreçlerini, bütün pazarları, bütün tedarik ağlarını bu kadar katı bir biçimde denetlediği, sevk ve idare ettiği bir yerde bir kriz ortaya çıkacaktı. Çin falan değil bu işin müsebbibi. Bakın, İspanyol gribi de Amerika Birleşik Devletleri'nde çıkmıştı daha önce, en az 50 milyon kişinin öldüğü tahmin edilen o gripte de. Dolayısıyla biz, endüstriyel tarımın, endüstriyel gıda üretiminin arazlarıyla karşı karşıya geldik. Ama buradan çıkarttığımız sonuç, bugünden yarına politikalarımıza dercedilmiyorsa, buna uygun politik istikamet sergileyemiyorsak, vallaha, buradan bir sonuç çıkartamamışız anlamında geliyor. Yani mesele şu mudur? Yalnızca elimizi yıkamak, sosyal mesafeye dikkat etmek, hijyen kurallarına uymak sonucunu mu çıkartacağız bu devasa, dünyayı tepetaklak eden kriz karşısında? Mesele yalnız buysa emin olun, insanlık bundan hiçbir çıkartmamış. İnsanlık, bir bütün olarak tüketim alışkanlıklarımızı, üretim biçimimizi tartıştığımız, içinde olduğumuz medeniyeti tartıştığımız bir noktaya geldi. İşte, tarım, bu anlamda son derece önemli ve belki de çıkartılacak derslerin başında geliyor.

"Gıda egemenliği" dedik, yıllardan beri gıda egemenliğinin öneminden bahsediyoruz. Vallaha, 3-4 tane uluslararası tarım ve gıda tekeli bizim ülkemizde çiftçinin ne üreteceğine, nasıl üreteceğine, hangi girdiyi kullanacağına karar verir düzeye gelmiş durumda. Gıda egemenliğin yoksa ve bu pandemiden "Ya, bizim sağlam bir gıda egemenliğine ihtiyacımız var kardeşim." gibi bir siyasi sonuç çıkartamıyorsak buradan ileriye de -bu pandemi ya da başka pandemi- atılacak kamucu herhangi bir adımın da kalmadığını tespit etmek gerekir.

"Gıda güvencesi" dedik. Gıda güvencesi, evet, ama çok önemli bir kavram fakat yağlı tohumlar başta olmak üzere pek çok kalemde kendimize yetemez hâlimiz dikkate alındığında gıda güvencesinden de epeyce uzaklaştığımızı tespit etmek gerekiyor.

Arkadaşlar, çiftçi ile tarla bekçisi arasındaki fark nedir, biliyor musunuz? Gıda egemenliğine sahip olana çiftçi, olmayana yani ne ekeceğine, nasıl ekeceğine karar veremeyene ise tarla bekçisi denir. Ne yazık ki ülkemizdeki çiftçiler şimdiye kadar bütün sağ muhafazakâr -AKP dâhil olmak üzere, belki de şahikası AKP- siyasi anlayışların tarım alanındaki yaklaşımları sebebiyle kahir ekseriyeti gerçekten tarla bekçisine dönüşmüş durumda. Ne yazık ki somut durum bu.

Gıda güvenliği herhâlde çok önemli bir konu hâline dönüştü çünkü virüsten korunmanın en olmazsa olmaz taraflarından bir tanesi doğru dürüst beslenmeydi. Şimdi gelinen noktada şununla bizim yüzleşmemiz lazım: 24 Ocak 1980 kararları ve neoliberalizme atılan ilk adım, 89'da finansal serbestleşmenin daha da artması, 2000 Derviş reçeteleri, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü -94'te anlaşıldı gerçi DTÖ'yle- yapısal uyum projeleri IMF ve Dünya Bankasıyla... Derviş reçetelerinin uluslararası sermayeye verdiği taahhütleri en iyi biçimde uygulayan AKP iktidarı. Bakın, bu süreç zarfında ne meydana geldi, biliyor musunuz yani eğer, pandemiden tarıma ilişkin bir şey çıkartacaksak? Eskiden çiftçi, yanında devlet ve sermayedar vardı; sermayedar yine vardı, yok değildi ama devlet, piyasa regülatörüydü, bütün kurumlarıyla, kamusal kurumlarla piyasayı regüle ediyordu. Yani düşünün, Toprak Mahsulleri Ofisinden tutun Et Süt Kurumuna kadar, Zirai Donatım Kurumuna kadar, İGSAŞ'a, TÜGSAŞ'a kadar bunların hepsi piyasayı regüle edendi ve çiftçi regüle edendi. Bakın, bunların kâr etmek esas amaçları falan değildi çünkü piyasayı regüle edemezsen bir süre sonra bu uluslararası tekellerin piyasayı belirleyeceği ve orada gıda egemenliğinin, gıda güvencesinin ortadan kalkacağı zaten son derece açıktı. Bakın, oradan başladık adım adım, adım adım, adım adım bu yapıların her biri tasfiye edildi. Ne oldu? Özelleştirildi. Bana kimse şunu iddia edemez arkadaşlar: Bu kurumların özelleştirilmesi bu ülkede var olan siyasi iktidarların kendi fikirleriydi ve kendi siyasi adımlarıydı, buna ikna olmaya son derece kapalıyım. Niye böyle? Çünkü yapısal uyum projelerle imza attıktan sonra IMF bunu yapmak zorundaydın. 1994'te Dünya Ticaret Örgütü kuruldu, herkes koşarak bizimkiler de dâhil olmak üzere gittiler altına imza attılar. Direktör ne dedi biliyor musun o zaman? "Ya, hiç bu Dünya Ticaret Örgütünün anlaşmasını okudu mu bu ülkeleri temsil edenler acaba? Bunun altına herkes imza atıyor, ne yazdığının farkındalar mı?" Arkadaşlar, biz Dünya Ticaret Örgütüne imza attıktan ve ticaretin serbestleştirilmesi için etimizle budumuzla dünyaya katkıda bulunduktan sonra Toprak Mahsulleri Ofisi çiftçinin kara gün dostu olma fonksiyonunu yitirdi. Ürünü toplayacak, piyasayı regüle edecek, kötü zamanlarda çiftçiyi destekleyecek, değil mi? Bunlardı ezberimiz, bildiğimiz şey buydu. Dedi ki Dünya Ticaret Örgütü "Öyle olmuyor o iş." Ya nasıl oluyor? "İhtiyacın varsa alacaksın" Nasıl? Şimdi aynı Rusya'dan aldığımız gibi. Öyle mi? İhtiyacın varsa alacaksın, senin bu depolama hâlin uluslararası ticarete karşı bir tutumdur, bu kabul edilemez, Dünya Ticaret Örgütünün anlaşmasından dolayı bu kabul edilmez. Böyle mi? Evet aynen böyle oldu bu durum.

Bakın, Keynesçi falan değilim, o dönemin kurumlarına da özenip... Ben antikapitalistim ama şunu görüyorum: Bu siyasi perspektif eğer bu pandemi sürecini de dikkate alacak olursak buradan herhangi bir sonuç üretmediği gibi buradan ileriye önerilerin de ne çiftçiye ne 81 milyon halkımızın ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde olmayacağını tespit etmek gerekir. Yanlış yollarla doğru hedeflere ulaşılamaz arkadaşlar. Piyasacı tarım anlayışı, uluslararası tarım tekellerinin bütün süreçleri denetliyor ve belirliyor olması hâli yanlış bir yoldur. Buradan çıkarak Türkiye tarımını desteklemek, Türkiye tarımını güçlendirmek falan mümkün değil. Yani, ne olabilir biliyor musunuz? Olabilecek şey, ancak bize çizilmiş olan parantez içerisinde adımlar atılabilir ama iddialara uygun, gerçekten herkesin karnını doyuracağı, gerçekten taklit ve tağşişle uğraşmayacağımız, gerçekten gıda egemenliğine sahip olduğumuz bir tarım ve gıda rejimiyse söz konusu olan kapitalizmde ve onun sürümü olan neoliberalizmde çözümü yok, çözüm yok, olsaydı ABD'de olurdu ya da kapitalizmin en ileri ülkelerinde olurdu. Biz, aslında neyi konuşuyoruz biliyor musunuz, konuştuğumuz şeyin esası şu: ABD'nin gıda ve tarım arzı tüm dünyayı doyurmaya yetecek potansiyele sahip olduğu hâlde dünyada şu anda 821 milyon insan aç, aç. İşte kapitalizmin ve neoliberalizmin getirdiği şey bu, vaat ettiği şey bu, bu ufkun dışında yeni bir medeniyet vaadi yok, bu ufkun dışında yeni bir üretim ve tüketim ilişkileri biçimi yok ve geldiğimiz noktada şimdi Türkiye'de de devletin aradan çekildiği, ne yazık ki sermaye sahibiyle çiftçinin karşı karşıya kaldığı, devletin regülasyon mekanizması olarak bir kenarda durduğundan dolayı çiftçinin her biçimde sermayeye tabi olmak zorunda kaldığı, onun güç ilişkileri, politik ilişkileri sebebiyle ezildiği, sömürüldüğü ve horlandığı bir tarım ve gıda rejiminin içerisindeyiz. Mesele buysa buna buradan değil başka bir yerden, başka bir çözüm bulmak gerekiyor. Yani, pandemi derslerini yalnızca hijyene dikkat edelim diye değil, bu yeni bir rejim yeni bir perspektif tartışması yaparsak bize getirisi olacak, bizim açımızdan faydalı olacak ama neyle karşı karşıya kalıyoruz? Bu pandemiyi dünyada herkes tartışıyor mu, her veçhesiyle tartışılıyor mu? Evet tartışılıyor ama iktidar partisi bir kanun teklifi getiriyor, sanki böylesine bir süreç hiç yaşanmamış, sanki bu kaotik hâl devam etmiyormuş gibi olağan durumlarda bir şeyle karşı karşıyayız. Yanlış arkadaşlar, bu perspektif kökten yanlış. Doğrusu şudur: Pandeminin de yaratmış olduğu tarım ve gıda rejimlerine ilişkin tartışmaları gündeme taşımak, böyle "Ben yasa yaptım getirdim, hadi buna 'evet' deyin, 'hayır' deyin, yarın da Genel Kurula gitsin, oradan da yasalaşsın." biçiminde değil, bunun bir tartışma gündemi hâline getirilmesi ve "Biz gıda ve tarım rejimimizde bu musibetten bir hayır üretebiliyor muyuz?" bunu yapmaktır, esas tartışılması gereken konu budur ama bunlar olmamış gibi, böylesine büyük bir pandemi süreciyle karşı karşıya kalmamışız gibi, iktidarın yasa yapma biçimi ve yasa yapma süreci var. Ben size söyleyeyim: Yasama kalitemiz bozuk, benim gördüğüm yerden -herkesin fikrine saygım var tabii ki- yasama kalitemiz bozuk ama "Ben yapıyorum, siz de katılın ya da katılmayın." dersen, eğer, bu toplumda pek çok sivil toplum kurumu, pek çok oda, ziraat odasından tarım sendikalarına kadar bir sürü yapı var, bunların fikrini almazsan ve eğer böylesine bir musibetten "Yahu biz gerçekten çiftçiyi, vatandaşı kalkındıracak, destekleyecek ne türden siyasi sonuçlar üretiriz?" temel sorusuna yaslanmadan, bu temel soruyu görmeden eğer bir tarım programı oluşturmaya çalışırsak valla kusura bakmayın yani içerisinde şimdi esasa geçmedim ama yönteme ilişkin zaten pek çok problem var. Bence yani milyonları etkileyen bir yasa tasarısında "Ben her şeyin iyisini bilirim, ben yaparım, herkes de arkasından gelir." anlayışını bir kenara bırakmakta fayda var.

Bakın, genel gerekçe kısmında benim de çok tozpembe olarak gördüğüm birtakım rakamlar yazılmış. Vallaha Türkiye tarımını tartışacaksak mesela girdi maliyetlerini konuşalım, değil mi? Daha geçen gün Konya'da Yunak'ta 7 tarım işçisi hayatını kaybetti. Tarım işçilerinin yaşadıkları ortamın ne kadar kötü bir ortam olduğunu, nasıl yaşadıklarını, muhalefetin belki şimdiye kadar yüzlerce önerge ve kanun teklifi indirdiği hâlde iktidarın buna niye ses çıkartmadığını tartışalım eğer Türkiye tarımını gerçekten tartışacaksak. Türkiye çiftçisinin yaş ortalaması olmuş 55. Arkadaşlar, 55 yaşında insanın tarlaya gitmesi, üretim yapması gerçekten son derece zor. Kırsal tasfiye olmuş. Mesela konuşalım bunları, nasıl oldu bu süreç? Net ithalatçı hâline dönüştük, bunları konuşalım. İşte, Mardin Derik'te, Kızıltepe'de Dicle Elektrik diye bir kurum -ben de bizzat yöneticileriyle görüştüğüm için de söylüyorum- elektrik parasını ödeyen ve ödemeyen insanların elektriğini kesti. İlk ürün yandı, ikinci ürün de işte Allah'a emanet, ne olacaksa olacak; bunları konuşalım. Tarım konuşurken yalnızca "ithalat-ihracat" "Kaç dolar?" "Ne kadar para geldi?" tartışılıyorsa orada tarım tartışılmıyor; o, Ticaret Bakanlığının gündemi. Tarımın gündemi insandır arkadaşlar, insanı tartışacağız tarım tartışıyorsak. O sebeple de kaç para kazanıldığı değil yani büyüme değil esas mesele. Bakın, kapitalistlerin aklı hep böyle çalışır, büyüme "Yüzde 9 büyüdük." Türkiye bir ara büyüdüydü ya, ortalaması işte yüzde 4,5-5 civarında "Yüzde 5 büyüdük." Yahu mesele büyüme değil, paylaşım; büyüme tabii ama aynı zamanda paylaşım yani büyüdüğünü nasıl dağıttığınla alakalı. Üçüncüsü, istihdam. Hadi bu 3 parametrede gelin Türkiye tarımını konuşalım. Büyümüş mü? Velev ki büyümüş, bizdeki rakamlar başka diyor, velev ki büyümüş. İstihdam ne olmuş arkadaşlar? İstihdam ne olmuş söyleyeyim: On iki yılda çiftçi sayısı yüzde 48 azalmış mesela. Paylaşım ne olmuş? Hadi rakamlara güvenmiyoruz, çıkın gidin, Tarım Bakanlığına önerimdir, Sayın Bakan Yardımcımız da burada; yahu bağımsız bir kurum çiftçilerle bir mutluluk anketi yapsın, eğer yüzde 30'dan fazla "Mutluyum." diyen varsa -belki de çok abartılı söylüyorum- ben bütün siyasi iddialarımdan soyunacağım, bunları tamamen bir kenara bırakacağım. İstihdam diyoruz ya, işte istihdamın ve paylaşımın direkt tezahürleri bunlar. Rakamlarla kavga etmeyelim, istatistik biraz rakamlara takla attırma yöntemidir yani istediğiniz sonuçları çıkarabilirsiniz kuşkusuz ama sokağa inelim ve çiftçiye soralım, geziyoruz, dolaşıyoruz, insanlarla konuşuyoruz. Bakın, şu ettiğim lafta hiç hilaf yok. Şimdiye kadar, "Ya, nasıl vaziyet, iyi misiniz, iyi gidiyor mu?" falan diye sorduğum hiçbir çiftçiden, bakın, hiçbir çiftçiden "Vallaha durum iyidir, iyi kazanıyoruz, geçen seneden daha da iyisini kazandık, daha da umutluyuz, daha da iyi olacak." şeklinde zerreyimiskal kadar ben bir geri dönüş almadım, alan varsa söylesin, belki biz yanılıyoruzdur o konuda. Yani büyümenin yanına paylaşımı, istihdamı koymayan bir tabloyu herhâlde "pembe tablo" olarak nitelendirmek ve herhâlde eleştirmek hakkımız değerli arkadaşlar.

Dedim ya, istihdam diye, on iki yılda çiftçi sayısı yüzde 48 düştü. Tarım alanları da son on sekiz senede yüzde 12,3 düzeyinde azaldı, sebze bahçeleri yüzde 15 düzeyinde azaldı. Özellikle, son on yılda düzenli ve ciddi bir düşüş söz konusu sektörde. 2008 yılında 1 milyon 127 bin civarında çiftçi var iken 2019 yılında bu sayı 600 binlere düştü. Kayıtlı çiftçi sayısında 2008'den bu yana 541 bin 600 azalma anlamına geliyor bu da aşağı yukarı yüzde 48'lik bir düşüşe tekabül ediyor.

Yine, TÜİK verilerine göre tarımsal istihdamda 2002'de 7 milyon 458 bin kişi istihdam edilirken 2020'nin Şubat ayında 4 milyon 157 bin kişiye geriledi. Bence, pembe tablo çizmenin, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan güzellemelerinin siyasi zemini yok arkadaşlar. Bakın, bu rakamlar TÜİK'in rakamları ve tarım sektörünün ne kadar olumsuz bir yerde olduğunu, rakamlara bakarak değil, kazanılan paraya bakarak değil -kuşkusuz bir belirleyendir ama- insanların mutluluğuna bakarak, insanların durumuna bakarak izah etmekte fayda var. 1992 yılında 27,6 milyon hektar tarım arazisi 2002 yılında 26 milyon 579 bine, 2019'da 23 milyon küsura düşmüş durumda yani on sekiz senede 12,3 azaldı. Niye söylüyorum bunu? Tarım alanlarını kurtarmak için tarım alanlarının tasfiye olmasını sağlamak için, öyle değil mi, iktidar bir teklif getirmiş. Şimdi, bu tarım alanlarını vallahi bu hâle getiren ben değilim. Bazı bilim insanları der ki: "Türkiye'de her yıl ortalama Konya ovası kadar beton dökülüyor." Bunun sonuçlarından bir tanesi tarım arazilerinin geldiği nokta.

Şimdi, buradan eleştirince tabii, bazen arkadaşlar alınıyorlar, bozuluyorlar. Siyasetin bir stratejiye ihtiyacı var. Hangi konuda siyaset üretiyorsanız üretin, AKP'nin bu konudaki stratejisi ne? Ne? Finansal serbestleşmeyle başlayan, yapısal politikalara devam eden, dönem dönem destekleri artıran, dönem dönem iyice dibe vurduran, bu kadar tarım alanını tasfiye eden ama sonrasında "Ya, biz tarım alanlarını kurtaracağız." diye yasa teklifi getiren bir anlayış. Bunun bir olumluluğa eriliş olduğunu mu düşünmek gerekir yoksa bir stratejiden yoksunluk olduğunu mu düşünmek gerekir değerli arkadaşlar? Buna tabii, herkes kendisi karar verebilir.

Şimdi, gelinen noktada, biraz toparlayarak bitireyim, herkes çok yorgun farkındayım, bu torba yasa; hep karşılaşıyoruz. "Yasama kalitesi" diye bahsettiğim şey bu işte. Yani bir mesele, bir siyasi stratejiye uygun biçimde tartışılmaya başlandığında, onun bütün tarafları, bu konuda çaba sarf ederler, tartışırlar, deyim yerindeyse, birbirinin kafasını yara yara doğruyu bulmaya çalışırlar. Derler ya, "Bârika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar." diye. Budur esas olan şey. Şimdi torba yasa geldi, ya bunun içerisinde kişisel olarak benim günlerce konuşmak istediğim şey var ama denecek ki "Zaman müsait değil, kusura bakmayın." Kimsenin de takati yok tabii böyle bir şeye. Bu kadar dar zamanlara sıkıştırılmış bir tartışma sürecinden iyi şeyler çıkarmak biraz zordur, bunu zannediyorum takdir edersiniz.

Metnin içerisinde özellikle çok sorunlu olduğunu düşündüğüm bazı başlıklar var: Bunlardan bir tanesi tarım alanlarını, bir tanesi "bozuk orman" kavramsallaştırmasıyla aslında ormanlık alanların tasfiyesini, özelleştirilmesini, özel sektöre devredilmesini parantez içinde ya da satır arasında ifade eden bir yaklaşımdır; maddeye gelince daha ayrıntılı konuşacağız bunu.

Yine, tarım alanlarının korunması derken inşaat sermayesine olağanüstü imkânlar sağlayacak bir saptama var.

Bir üçüncüsü, neydi o? "Yanıltıcı yayın" kavramının altında olağanüstü bir düşünce ve ifade özgürlüğü engeli var. Bunları tek tek konuşacağız zamanı geldiğinde.

Şimdi, başka pek çok sorun var kuşkusuz ama bu 3 sorun Türkiye'nin içinde olduğu durumdan çıkmasını sağlayan değil tam tersine çok daha ciddi sıkıntılarla mahal olmasına sebep olacak şeyler.

Şimdi, alkol konusunda yapılan düzenlemede ceza artırımı... Ya bu meseleleri ceza artırımıyla çözmek mümkün değil -çeşitli konuşmacılar bu konuda vurgu yaptılar- yani idari para cezalarının çok artırılması her zaman onu istismar edecek kişilerin ortaya çıkmasına imkân sağlıyor. Ayrıca kaçak satışın yaygınlaştırılmasını, çoğalmasını sağlayan bir faktör. Bu sebeple yani her başı sıkıştığında iktidarın ilk alkole ve sigaraya zam yapan deyim yerindeyse onu kullananı lanetli hâle getiren yaklaşımı ve algılayışı sorun olarak görüyorsa bu sorunu çözen değil tam tersine provoke eden bir yaklaşım olduğunu söylemek gerekir.

Suya ilişkin madde, bir defa, ruhu suyun ticarileşmesi... Biz suyun ticarileşmesine karşıyız. Allah'ın suyunun parayla satılıp alınacak bir şey olmasına karşıyız. Önceki kanunda da karşıydık, bu değişikliğe karşıyım demiyorum; bunun öncesine de karşıydım. Börtü böceğin, kurbağanın, su tosbağasının, balığın suyunu, köylünün suyunu parayla bilmem nereye satmayı doğru görmüyoruz ama burada bir şey yapılmaya çalışılmış, o yapılan da su konusunda irade sahibi olan 2 kurumdan bir tanesi DSİ'den kopartılmış, ki sulama birlikleri yüzde 75 ve daha fazla bu konuyu sevk ve idare eden bir kurum, yüzde 97 buçuk birlikler, yüzde 2 buçuk da kooperatifler orada kalmış yani etkin bir su yönetimi için -hani ben karşıyım ama- bunun kamusal olarak bir merkezden sevk ve idare edilmesi ve bir stratejik plana bağlı olması gerekir. Bu yapılan şeyin ne türden bir fayda doğuracağı doğrusunu isterseniz şüpheli.

Orman konusunda, bozuk orman alanlarında orman bitkisi fidanlığının kurulması ve işlemesi amacıyla tesis kurulabilmesine izin veriliyor. Kim yapacak bu işi, hani kim yapacak? Ben, Ahmet... Yani ne olmuş oluyor? Bu bozuk orman alanlarında tesis kurmam için ben bu yasadan faydalanmış oluyorum. İyi anladık da şimdi bu ormanların özelleştirilmesi anlamına geliyor, bozuk da olsa Anayasa'nın 169'uncu maddesine açıkça aykırı bir tutum içerisine girmek anlamına geliyor. Ayrıyeten yine orman köylülerinin ve kooperatiflerin ormanlardan öncelikli olarak faydalanmasını esas alan yasaya da aykırı bir tutumla karşı karşıyayız. Bunun sonucunda oralar bozuk orman alanları. E ne olacak şimdi? Bozuk orman alanlarına tesisler kurulacak, bir süre sonra bozuk orman alanları sanayi tesislerine dönüşecek; her yerden bir tane, işte, tıbbi aromatik bitkiler fabrikası... Bu arada, ben o komisyonda da çalıştım, bence iyi de çalıştı komisyon yani iyi de sonuçlar üretti ama o sonucu buraya bağlamamak gerekir. Yani, eğer bozuksa bu ormanlar, orman vasfını yitiriyorsa rehabilite ederiz kardeşim, olur biter; yani, oraya tesisleri getirip de kurmanın, koymanın bir anlamı yok. Keza, yine bu türlü yerlerde eğer orman dışı ürünler üretiyorsanız, örneğin, işte, kültür bitkileri üretiyorsanız bu üretim kaçınılmaz olarak ilaca, gübreye ihtiyaç duyacak çünkü kültür bitkileri her zaman doğal bitkilere göre daha az dirençsizdir; dolayısıyla, oradaki tarımsal zararlıların bir süre sonra ormana zarar vermesi ve ormanlar açısından büyük bir yıkımın ortaya çıkma ihtimali söz konusu. Türkiye'de her yıl yanan orman miktarından daha fazla zararı bizatihi bu zararlıların verdiği yolunda bir makale okumuştum. Konuyu bilenler var, yanlışsa düzeltirler. "Savunma Sanayii Başkanlığınca yapılacak savunma maksatlı..." diye başlayan şeyde onun niteliğine ilişkin bir tartışma yapılmamış ama belli ki o da ormanlık alanları tahrip edecek bir yaklaşımdır, biz ona da kökten karşıyız.

Şeker piyasası ve tütün için konuşmak gerekirse, ya, şimdi, piyasayı denetlemek için bir tasarı uygun görülmüş; daha fazlasıyla, piyasadaki daha küçük üreticilere dönük gördüğüm kadarıyla ama mesela yasayı yazanlar, yapanlar bu Cargill hakkında, Cargill ve onun gibi malum firmalar hakkında ne düşünürler? Yani, mahkeme kararlarını dahi daha öncesinde, hatırlıyorsunuz, uygulamaya direnen, uygulamayan firma denetlenebilecek mi gerçekten? Yani, aslında biz Şeker Yasası'yla beraber bu alandaki egemenliğimizi kaybettik; şimdi daha küçük yapılı, daha küçük sermayeli kurumları denetleyerek bu egemenliği geri kazanamayız arkadaşlar. Orada gıda egemenliği ciddi biçimde hasar almış durumda; onun çözümü artık bir başka konuya.

Bir diğeri, tütün. Yani, Tütün Kanunu; tütünün, tekelin özelleştirilmesi... O zaman Ankara'daydım, o direniş sürecinin başından sonuna kadar Ankara'daydım. O tütünün özelleştirilmesi bizim memlekette yapılmış en büyük yanlışlardan bir tanesiydi. Bakın, Soma'yı konuşuyoruz, Soma katliamını; Soma'daki insanlar tütün işçisiydi, tütün çiftçisiydi, tütünde çalışıyorlardı. Devlet tütünü bitirdiği için hiç bilmedikleri bir yere girdiler; yerin 250-300 metre altında madene girmek zorunda kaldılar, facia oradan neşet etti işte. Ve tütün alanında şimdi yüzde 30... O da "yerli tütün" denilen -bir konuşmacı az önce ifade etti- Virginia tipi tütün; bizim klasik, bildiğimiz, doğu tipi tütün değil, buna rağmen olumluluk var ama şimdi şu soruyu sormak gerekir: Ya, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Bu alandaki çiftçileri -benim ailem de tütün üretiyordu Amasya'da, Merzifon'da- bu alanı sistemli bir biçimde tasfiye ettiniz önce, şimdi diyorsunuz ki yüzde 30... Onda da Cumhurbaşkanına yüzde 45 artırma yetkisi tanıyorsunuz, hadi onu da anladık da yüzde 15'e düşürme ne anlama geliyor, onu anlamak doğrusu mümkün değil. Yaptığınız şeyi şimdi tashih mi ediyorsunuz arkadaşlar? Bakın, bu yasa teklifinin içerisinde pek çok yerde daha önce attığınız adımlara ters şeyler var. Ya yazan ekip içerisinde antineoliberal arkadaşlar var, neoliberal politikaları eleştiriyorlar ve buna karşı şeyler yazmaya çalışmışlar; onun haricinde yapılan şey, AKP'nin daha önce attığı adımları şu anda tashih etmek biçiminde görünüyor.

Avcılık Kanunu'yla ilgili her ne kadar kamuoyunda av turizmi gibi şeyler de olsa da metinde yok bu, metinde yok ama orada bir komisyondan bahsedilmiş, içerisine bilim insanları falan konulmuş. Biz av turizmine karşıyız; kara avcılığının alayına karşıyız, onu da söyleyeyim. İçerisine bilim insanları koyarak bu Komisyonun meşrulaştırılmasını da etik bir yaklaşım olarak görmüyoruz; özellikle onu ifade etmek istiyorum. Dolayısıyla o maddeye ilişkin yaklaşımımız da kabaca bu olacak.

Daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim ancak şunu söyleyeyim ve bitiriyorum ondan sonra: Ya, deneyerek öğrenmek iyi bir öğrenme yöntemi değil değerli arkadaşlar. Şimdi, ön alımı kanunlaştıran yine zannediyorum -yanlışım varsa düzeltin- AKP iktidarıydı. "Ya, biz baktık ki bu ön alımdan acayip şeyler çıkıyor, millet araziyi elinde topluyor." deyip ön alımdan geri adım atan yine aynı anlayış. Ya, bu nasıl olacak arkadaşlar böyle? Yani burada bir yasama kalitesinin olabilmesi mümkün müdür? Yani burada gerçekten, vatandaşın sorunu... Ön alımın ben faydalı olduğunu düşünüyorum ama işaret ettikleri yani yazan komisyonun işaret ettiği şeyin de doğru olduğu kanısındayım. Oysaki bunu önceden görmek mümkündü. Yani "Biz böyle bir şey yaparsak sermaye sahibi, birtakım elemanlar Ali Cengiz oyunlarıyla bu arsaların, bu tarlaların alayını toplarlar, haksız kazanç elde ederler." Bunu düşünmek için ulema olmaya falan gerek yok dolayısıyla böyle bir düzenlemeye de gerek olmayacaktı eğer o önceden görülmüş olsaydı. Ama işte "Ben yaptım oldu..." Böyle muhtemelen o da bir günde, iki günde yasalaşmıştır, dar zamanlarda kısa paslaşmalar biçiminde söz konusu olmuştur, şimdi ondan tekrar geri adım atılıyor, tekrar bir tashih düzenlemesi yapılıyor. Oysa ön alım olmalıdır fakat bunun istismarının engellenmesi için üzerinde çalışmak daha doğru olur. Birtakım yollar, yöntemler... Mesela, tapu müdürlükleri satış öncesi sınırdaşlara tebligat yapabilir, komşuların muvafakati alınmadan alım satım yapılmayabilir, bunun gibi şeyler söz konusu olabilir.

Son olarak şundan bahsedeyim: Burada "Yerleşim alanlarında gelişim alanı ihtiyaçlarını karşılamak için..." diye başlayan o değerlendirme, esasen -ayrıntısına zaman sebebiyle girmeyeceğim, daha sonra üzerinde konuşacağım- bu tarım alanlarının parsel parsel satılmasını, özellikle de inşaat esaslı bir biçimde tarım dışı amaçlarla kullanılmasını destekleyebilecek, güçlendirebilecek, imkân dâhiline alabilecek, hatta yasallaştırabilecek bir çerçeveye sahip; bu son derece tehlikeli, bunu kabul etmek mümkün değil. Yani "Bu meşhur beşli mi yazdırdı acaba bunu?" diye insan düşünmüyor değil, "Şu AKP'nin, AKP iktidarının iktisadi dayanak kaynakları inşaat baronları mı?" diye insan düşünmüyor değil.

Arkadaşlar, diğer konulara daha sonra temas edeceğim fakat şu yanıltıcı yayına bir vurgu yapayım, ondan sonra da affınıza sığınarak bitireyim. Şimdi, yanıltıcı yayın, bunun kriteri ne? Bülent Şık, Sağlık Bakanlığının başlattığı bir araştırmada uzun süre çalıştı. Aradan yanlış değilsem beş yıl civarında bir zaman geçti, Sağlık Bakanlığı bu verileri bir türlü açıklayamadı. En sonunda Bülent Şık makalesinde elde ettikleri verileri anlattı yani işte Trakya'da, Kocaeli'de, Antalya'da bazı tarımsal ürünlerde çok ciddi düzeyde toksik maddeyi rastlandığını, bunun halk sağlığı açısından büyük bir risk olduğunu, özellikle çocuklarda hormonal sistemi taklit ettiğinden dolayı kanser dâhil olmak üzere pek çok hastalığına sebep olabileceğini yazdı çünkü entelektüel dürüstlük bunu gerektirir, halktan bir şey saklanmaz. Zaten bunu yaptığı için on iki yılla yargılanıyor, hâlâ devam ediyor yargılaması ama hadi bakalım, şimdi, bunu bu tasarı çerçevesinde konuşalım. Kim karar verecek Bülent Şık'ın bilimsel nosyonunun ne olduğuna? Yani bu konuda otoriterlerden bir tanesi kendisi. Kim karar verecek? Yoksa şöyle mi olacak: Ya, bunu yazdığı... Daha önce, hatırlarsınız, Çernobil'de de olmuştu. Biz o zaman mektepteyiz, işte çay falan filan denildi, yazan çizen de oldu. Ardından bunlar hakkında soruşturmalar açıldı, gözaltına alınanlar oldu, tutuklananlar oldu. Bu olmaz arkadaşlar; bu, düşünce ve ifade özgürlüğüne kökten aykırı bir yaklaşım. Yani burada ben şu konunun sonuna kadar arkasındayım: Üçkâğıtçılık, gıdada taklit, tağşiş vesair şeyler yapanlara verebileceğimiz cezanın en ağırını verelim, hem de öyle para cezası olmasın. Para cezasını ödüyor, adam bir yerde merdiven altını yaptığı zaman onları bir şekilde hallediyor; o firmayı kapatıyor, ötekini açıyor. Daha önce bunlar ifşa edildi ve aynı kişilerin başka adlar altında, başka ticari sınır altında başka işler yaptığını hep beraber gördük. Bu, para cezasına çevrilmeyen kesin hapis cezası olsun mesela. Bunları elbette cezalandıralım ama şimdi kamusal bir mesele olan gıda güvenliğinde iktidar dışında ya da iktidar mahfilleri dışında insanların söz söylemesini engelleyecek bir tutum içerisinde olursanız bunun adı demokrasiyi katletmek olur, düşünce ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmak olur. Bu da son söyleyeceğim olsun.

Teşekkür ediyorum.