| Komisyon Adı | : | ADALET KOMİSYONU |
| Konu | : | Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkan Vekilleri Denizli Milletvekili Cahit Özkan, Çanakkale Milletvekili Bülent Turan, Tokat Milletvekili Özlem Zengin, Çankırı Milletvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu ve Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkan Vekilleri Sakarya Milletvekili Muhammed Levent Bülbül, Manisa Milletvekili Erkan Akçay ile 182 Milletvekilinin Avukatlık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/2999) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 3 |
| Tarih | : | 02 .07.2020 |
ZEYNEL EMRE(İstanbul) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tekrardan hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Değerli arkadaşlar, ilk bölümde aradan evvel görüşlerimizi paylaştığımızda, birincisi usuli açıdan itirazlarımızı dile getirmiştik; ikincisi, Anayasa'ya aykırılık konusundaki görüşlerimizi dile getirdik, bu tespiti yaptık. Şimdi, üçüncü olarak, bizim Cumhuriyet Halk Partisi olarak bir önerimiz var, bunu...
(Uğultular)
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Yani Sayın Başkanım, biraz sessizlik sağlanırsa... Ben kendi konuşmamı bile duymuyorum.
OTURUM BAŞKANI YILMAZ TUNÇ - Arkadaşlar, biraz sessiz olursak...
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Yani, sohbet edenler dışarı çıksın etsin.
OTURUM BAŞKANI YILMAZ TUNÇ - Evet, buyurun Sayın Emre.
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Üçüncü olarak bizim önerimiz, geneli hakkındaki konuşmalar tamamlandıktan sonra alt komisyona sevki ve hem baro başkanları geldi gelmedi, işin uzmanı akademisyenlerle birlikte maddelerin orada, alt komisyonda ele alınıp değerlendirildikten, raporlaştıktan sonra tekrardan bunun ana Komisyon gündemine alınmasını öneriyoruz geneli hakkındaki görüşmeler bittikten sonra.
Şimdi, bu tespitleri yaptıktan sonra Komisyonumuzun işleyişiyle ilgili sorunlu bir durumu geçmiş toplantıların başında ifade ettiğim gibi, bir kez daha paylaşmak istiyorum. Konuşurken başında dedim ki: Konuşmak, görüşmek için bir araya geldik ancak Komisyonumuzda yaşadığımız tecrübeler bu niyetimizin bir karşılık bulmadığını göstermekte. Daha önceki Komisyon görüşmelerinde tekliflere ilişkin burada saatlerce yaptığımız, getirilen düzenlemelerin Anayasa'mıza, hukuk devleti ilkelerine, temel hak ve özgürlüklerimize aykırılığını somut birçok olası neticesiyle aktardığımız görüşlerimizin hiçbiri ne yazık ki kale dahi alınmamakta. Özellikle Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi adıyla uygulamaya konulan yönetim şeklinin ardından, âdeta mekanik bir sürecin parçası hâline gelmiş böyle bir uygulama işlemekte. İktidar partisi AKP ve ortağı konumundaki MHP'ye mensup milletvekilleri hiçbir önerimizi dikkate almıyor hatta dinlememekte. Kanıtı da geçmiş Komisyon tutanakları açılıp bakıldığında çok net olarak görülecektir. Geçtiğimiz Komisyon tutanaklarını, orada kimlerin konuştuğunu, ne söylediğini bu toplantıya gelmeden evvel bir kez daha inceledim. Mesela Hukuk Muhakemeleri Kanunu ve -en son görüştüğümüz konu buydu- ile bazı kanunlarda değişiklik öngören düzenlemenin Komisyon tutanaklarında, iktidar partisinin sözcüsü konumunda bulunan kişi dışında iktidar blokundan bir tek milletvekili dahi söz alıp -yani vazgeçtik eleştirel bir görüş beyan etmeyi- destekler yönde dahi bir konuşma yapmadı. Bu durum önceki af düzenlemesinde de çok farklı değil, ufak tefek farklılıklar var. OHAL uygulamasını olağanlaştıran teklifte de aynı durumu yaşadık. Değerlendirme yapmaya gelince yok olanların küçük bir kıvılcımla kargaşa çıktığında, bakıyorsunuz, hurra, en ön safta yer almak için hezeyan yaşamaları ayrı bir çelişki gerçekten.
Kendilerini bilmem ama milletvekili statüsünde ortaklaştığımız AKP'li ve MHP'li milletvekillerine özellikle tabii söylemek istiyorum, şöyle üzücü bir durum var: Tekliflerin görüşülmesinin kaydını içeren tutanaklar, aynı zamanda tarihe not düştüğümüz tutanaklar. Bunun, günü gelince her birimiz için övünç ya da utanç kaynağı olacağını unutmayalım.
Değerli milletvekilleri, adında "adalet" kelimesi taşıyan ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin hem teknik hem de toplumsal açıdan en hassas komisyonlarından birinde görev yapmaktayız. Adalet Komisyonu 25'nci dönemde milletvekili seçilmemin ardından görev üstlendiğim ve 3 dönem, toplamda 5'inci yılını doldurduğumuz süre boyunca çalışmalar yürüttüğümüz bir komisyon. Görev üstlenirken Komisyonumuzun ülkemizde adalet mekanizmasının aksadığı, eksikliklerin giderildiği, zamanı geldiğinde millet iradesini taşıma sorumluluğuyla hak, hukuk, adalet için düzenleme ve girişimlerde bulunacağım ve bunda bir nebze katkım olacağı için büyük onur yaşayacağımı düşünerek mutluluk hissettiğim bir komisyondu ancak gelin görün ki geride bıraktığımız yıllarda Komisyonumuzda adaleti hâkim kılacak neredeyse tek bir düzenleme dahi getirilmedi. Ya yasakları kalıcı hâle getirdiniz ya hırsızı, rüşvetçiyi, yaralama suçuna karışanı affettiniz; bir yandan adaletsizliği hâkim kıldınız, diğer yandan Komisyonu keyfinize göre çalıştırdınız.
Şimdi, 27'nci Yasama Döneminin üçüncü yılını yani içinde bulunduğumuz yasama yılını Adalet Komisyonunda çoğunluğu muhalefet partilerini temsil eden milletvekillerinin verdiği 189 kanun teklifi sunulurken bunlardan hiçbiri -yani yanlış duymadınız, hiçbiri- gündeme alınmadı. Girin Meclisin internet sitesine, Adalet Komisyonu sayfasına bakın, muhalefet milletvekillerinin verdiği tekliflerin karşısında göreceğiniz yazı "komisyonda" yazısı. Gündeme alıp kanunlaştırılan 9 teklif ise iktidar kanadını, o da bahsettiğim içerikteki değişiklikleri kapsayan düzenlemeler. Yani anlayacağınız isminde "adalet" yazıyor, içinden adaletsizlik inşa ediliyor; tıpkı ismine "adalet" kelimesini yazıp adaletsizliğin kaynağı olan Adalet ve Kalkınma Partisi gibi.
Hukuk devletinden uzaklaşılması: Bakın, AKP'nin devri iktidarında Türkiye Cumhuriyeti tam anlamıyla hukuk cinayetlerinin işlendiği bir ülke hâline gelmiş durumdadır. Bunun nedenlerine konuşmamın ilerleyen vakitlerinde gireceğim ancak sizlere, ne yazık ki bu kadar hukukçunun bulunduğu bir ortamda bazı temel hukuk ilkelerini hatırlatmak zorunluluğu hissediyorum çünkü bir nebze hukuk ilkelerini benimsemiş, eşit ve özgür bir toplumda yaşama arzusunda olan tek bir kişinin bile altına imza atmayacağı uygulamalar, bizler gibi hukuk devletine sadakati de içeren Anayasamız üzerine yemin ederek göreve başlayan iktidar bloğu milletvekillerince tam kasıtla hayata geçirilmekte. Bu noktada üzerinde külliyatları bulunan, yazıların yazıldığı temel bazı hukuk kavramlarını anımsatarak değerlendirmelerimi paylaşmak istiyorum. Bu değerlendirmeleri yaparken lütfen, başta bu Komisyonda olmak üzere, iktidar bloğu milletvekillerinin kendilerini, gerçekten hangi ilkeleri, hangi temel ilkeleri ne oranda ihlal edip etmediklerini bir düşünmeye sevk ediyorum, düşünmelerini arzu ediyorum.
1) Hukuk devleti: Hukuk kurallarına önce kendisi uyan, keyfî yetki kullanımına izin vermeyen, işlem ve eylemlerini hukukilik denetimine tabi tutulmasını engellemeyen devlettir.
2) Kuvvetler ayrılığı: Yasama, yürütme ve idareyle yargı yetkileri olarak adlandırılan ve millete ait olan kamu kudretinin tek elde toplanmayıp demokratik hukuk devleti ilkesine uygun bir şekilde kamu kudreti kullanıcıları arasında paylaştırılmasıdır.
3) Yargı birliği: İnsanlar arasında "Senin mahkemen, benim mahkemem, senin hâkimin, benim hâkimim; senin savcın, benim savcım." anlayışına hizmet etmeyecek şekilde -maalesef, şimdi de "senin baron, benim barom" şeklinde ayrılacak bu.- herkes için aynı usul ve esaslarla yargılama yapan mahkemelerin aynı çatı altında toplanmasıdır. Yargı birliği ilkesi, eşitlik ilkesinin bir sonucudur.
4) Tabii mahkeme ve hâkim güvencesi: Herkesin işlem veya eylem tarihinde tabi olduğu mahkeme ve hâkim huzurunda yargılanması hakkıdır. Bu ilkenin bir alt derecesi kanuni mahkeme, hâkim güvencesidir ki bugün Anayasa madde 37'de görülen bu ilkeyle, maalesef, kanunla sonradan mahkeme ve hâkimlerin değiştirilmesi mümkündür. İdeal olan ise tabii mahkeme ve hâkim güvencesidir.
5) Eşitlik: Tüm insanlar her bakımdan eşittir. Hukuki statüden kaynaklanan farklı uygulamalar ancak zorunlu hâllerde ve somut durumda duyulan ihtiyaçla sınırlı olarak mümkündür.
6) Laiklik: Devletin, toplumun ve bireylerin bağlı olacağı hukuk kuralları, bir veya birkaç dinin kural ve esaslarına bağlı kalınmak suretiyle düzenlenemez. Sosyal düzen kurallarından olan hukuk kuralları, din veya ahlak kurallarından etkilense de her bir insanın hangi din veya ahlak anlayışına bağlı olduğu gözetilmeksizin tüm insanları kapsayacak şekilde düzenlenir.
7) Sözleşme özgürlüğü ve güvenliği: Herkes, özgür iradesiyle dilediği sözleşmeyi imzalayıp bu sözleşmenin gereklerini yerine getirmesini bekleme hakkına sahiptir.
8) Hak arama hürriyeti: Herkes, meşru vasıta ve yollardan yararlanmak suretiyle bağımsız ve tarafsız yargı önünde iddia ve savunma ile dürüst yargılanma hakkına sahiptir. Hak arama hürriyeti kısıtlanamaz.
9) Dürüst davranma ve iyi niyet ilkeleri: Hak sahibi haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi gerekir. Bir hakkın kötüye kullanılmasını kanun himaye etmez. Hakların kazanılmasında ve hukuki bir sonucun gerçekleşmesinde iyi niyet esastır. Kişi kendisinden beklenen dikkat ve özeni gösterdiği hâlde hakkın kazanılmasını veya hukuki sonucun gerçekleşmesini engelleyen durumu bilmemeli ve bilmesi de gerekmemelidir.
10) Müktesep yani kazanılmış hak: Bireyin hukuka uygun şekilde kazandığı hakkı elinden alınamaz. Bir hakkın kullanılması için gerekli olan şartlar kaybedilmedikçe hak sahibinin bu hakkı kullanımı engellenemez.
11) Bir suçtan iki yargılama yapılmaz, ceza verilmez: Herkes bir suçtan ancak bir defa yargılanabilir ve bir defa cezalandırılabilir. Bir insan yargılandığı suçtan keyfî olarak tekrar yargılanıp cezalandırılamaz.
12) Suçta ve cezada kanunilik ilkesi: Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez, güvenlik tedbiri uygulanamaz. Suç ve ceza ancak kanunla koyulur. Kanunlar prensip olarak ileri doğru uygulanır. Ceza kanunları ancak lehe olduğunda geçmişe etkili uygulanır.
13) Sorumluluğun şahsiliği ilkesi: Herkes kendi işlem ve eylemlerinden sorumludur. Başkalarının işlem ve eyleminden sorumluluğu mümkün kılacak kolektif ceza sorumluluğu kabul edilemez.
14) Cezanın bireyselleştirilmesi: Kanunla belirlenen bir cezanın somut olaya ve kişiye uygulanabilmesi için dayanak ve sınırları kanunlarda yer alan cezanın bireyselleştirilmesi yetkisi hâkime verilir.
15) Kusur sorumluluğu: Kusursuz suç ve ceza olmaz. Fiil ve kusurun yokluğu suç ve cezayı kaldırır.
16) Dürüst yargılanma ve savunma hakkı: Herkes İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 6'ncı maddesinde öngörülen haklar çerçevesinde yargılanma hakkına sahiptir.
17) Masumiyet karinesi: Hiç kimse suçluluğu mahkemenin kesinleşmiş hükmüyle sabit oluncaya kadar suçlu ilan edilemez ve mahkûm edilemez.
18) Yargı bağımsızlığı: Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında hâkimlere veya mahkemelere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Bu tür bir yetkinin kullanılmasına izin veren yasal düzenleme de yürürlüğe konulamaz.
19) Hukuk güvenliği hakkı: Herkesin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı vardır. Hiç kimse demokratik hukuk devletinde korku ve endişeyle yaşamaya mahkûm edilip yargı makamlarına başvurmanın sonuçsuz kalacağı algısına maruz bırakılamayacağı gibi, keyfî şekilde yakalanamaz, gözaltına alınamaz, tutulamaz, tutuklanamaz, hürriyetinden mahrum bırakılamaz ve cezalandırılamaz. Anayasa'nın 13'üncü maddesine göre, temel hak ve hürriyetler özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkelerine aykırı olamaz.
20) Hâkim tarafsızlığı: Bağımsız hâkim, dışa karşı etkiden uzak ve kendisi bakımından da objektif hareket etmelidir. Hâkimin tarafsızlığı, bir iddia ve savunmaya ön yargısız bakabilmesini, baskı altında bırakılmamasını, dışarıdan etkilenmemesini ve kendi iç dünyasında da yansız hareket edebilmesini gerektirir.
21) İddia edenin ispat külfeti: Herkes iddiasını hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilen delillerle kanıtlamak zorundadır. İddia peşinen doğru kabul edilip aksinin ispatı aleyhinde iddia olunan tarafa yüklenemez.
22) Yargı kararlarının gerekçeli olması: Tüm yargı kararları somut gerekçelere dayalı olarak yazılmalıdır. Somut olayın özelliklerinden uzak, kanun hükmünün soyut tekrarıyla basmakalıp sözlerden oluşan kararların gerekçeli olduğu söylenemez.
23) Borçların nispiliği: Prensip olarak her borç, sahibini bağlar. Bir borcun yerine getirilememesinden dolayı borç sahibinin herhangi bir yakını sorumlu tutulamaz.
24) Ceza kanununu bilmemek mazeret sayılmaz. Herkesin usulüne uygun yürürlüğe giren ceza kanunlarını bildiği kabul edilir. Hiç kimse, Cumhurbaşkanı tarafından imzalanıp Resmî Gazete'de yayımlanmak suretiyle yürürlüğe giren Ceza Kanunu'nu bilmediğini iddia edemez.
Değerli arkadaşlar, bu ve benzeri hukuki kavramların kitaplarda yazılı kalması, hukuk eğitimi almışların sınavlarda dersi geçmek için cevap olarak yazılmasıyla sınırlı tanımlar değildir. Sizlere soruyorum, bunların hangisini bu Komisyonda görüştüğümüz tekliflerde esas aldık? Ben dün neredeyse sabaha kadar tek tek bu kavramları yazarken özellikle şundan ötürü bu kavramları seçtim: Bütün bunlarla ilgili son on sekiz yıllık AKP iktidarının döneminde tek tek defalarca hukuka aykırılıkları tespit etmiş, görmüş, gözlemlemiş hukukçulardan birisi olarak bunu haykırıyorum. Bunların hiçbirine uymuyorsunuz. Bırakın bu kavramları dikkate almayı, âdeta bu kavramları paspasa çevirdiniz.
Şimdi, değerli milletvekilleri, gelelim Yargı Reformu Strateji Belgesi'ne. Ben, Yargı Reformu Strateji Belgesi'ni, yine bu Komisyona gelmeden evvel inceledim. İçeriğinden sizlere sorular sorsam yani hiç kusura bakmayın, eminim birçoğunuz içinde ne yazdığını hatırlamayacaksınız belki. Tek tek örnekler versem bunu söyleyemeyeceksiniz. Şimdi, Adalet Komisyonu olarak önümüze 1, 2, 3 diye numaralandırılarak yargı paketleri getirildi. Bu paketlerin nereden çıktığına ilişkin kısa bir hafıza tazelemesi yapmak gerekir. Bakın, Mayıs 2019'da, geçen yıl, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı sarayında "Yargıda Strateji Belgesi" adı altında "yargıda reform" tabiri içeren bir metin açıklandı 9 amacın ortaya konulup bu amaçla ilgili 63 hedef, 256 faaliyetin sıralandığı...
Sayın Başkan, biraz sessizlik lütfen, rica ediyorum.
OTURUM BAŞKANI GÜLAY SAMANCI - Evet, değerli milletvekilleri salondaki uğultu biraz fazlalaştı, konuşmacının da sözlerini daha iyi anlayabilmek için lütfen, biraz daha uğultuyu keserseniz yani azaltırsanız...
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Bakın, amaç (1) neydi? Hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi. Bu amaç çerçevesinde, hak ve özgürlüklere ilişkin standartları yükseltmek üzere mevzuatın gözden geçirilmesi ve gerekli değişiklikler yapılması. Yani bir insan hakları eylem planı hazırlanması, etkili bir şekilde uygulanması.
(Uğultular)
OTURUM BAŞKANI GÜLAY SAMANCI - Arkadaşlar uğultuyu azaltalım, lütfen.
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Yargı mensuplarının insan hakları konusundaki farkındalığın ve duyarlılığın artırılması hedeflenmişti. Şimdi, insan bazen, "Keşke hiçbir şey açıklamasaydınız da her şey olduğu gibi kalsaydı." diyor açıkçası. Tabii, bu biraz ironi. Bu hedeflerin yakınına yaklaşmak bir tarafa, hak ve özgürlüklerimizin standardı yerlerde sürünmeye başladı. İnsan hakları eylem planı, insanlar adil yargılanma hakkı uğrunda cezaevlerinde açlık grevleri yapıyor, eylemler yapıyor. Yargı mensuplarının farkındalığı konusunda hakkınızı yemeyelim. Bakın, geçen sürede yargı mensuplarının farkındalığı arttı ancak o da iktidara karşı istikamet almak şeklinde oldu.
Amaç (2): Yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve şeffaflığının geliştirilmesi. Bu amaç çerçevesinde hâkim ve savcıların atama, nakil ile terfi sisteminin nesnel ve liyakate dayalı ölçütlerle geliştirilmesi, hâkim ve savcılar hakkındaki disiplin prosedürünün yeniden yapılandırılması, yargı etiğinin güçlendirilmesi, mevzuat önerileri hazırlanırken ilgili paydaşların temsilcileri sürece dâhil edilerek yargıda katılımcılık ve müzakere kültürünün geliştirilmesi, adli ve idari yargıda faaliyet raporlarının kapsamının genişletilmesi ve kamuoyunda bilinirliğin artırılması hedeflenmişti. Şimdi, bunu dedik ve sonra ne oldu? Ben size söyleyeyim. Gezi davasında, mesela Osman Kavala'yı tahliye eden heyet görevden alındı, yaşam hakkı temelinde görüş beyan eden Yargıçlar Sendikası Başkanı görevden uzaklaştırıldı.
Adil yargılanma hakkı konusunda ne noktada olduğumuzu ise bizzat adil yargılama ihlallerinin tespitinin yapıldığı Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan'dan aktarayım. Zühtü Arslan diyor ki, "Dünyada hiçbir Anayasa Mahkemesinin karşılaşmadığı bir iş yüküyle karşı karşıyayız." Şu anda, derdest 47 bin bireysel başvuru var AYM'nin önünde. "AİHM'e 47 ülkeden 62 bin başvuru yapıldığını düşünürsek 47 bin bireysel başvurunun ne büyük bir yük getirdiğini daha rahat anlayabiliriz." demiş Sayın Zühtü Arslan.
Amaç (3): İnsan haklarının nitelik ve niceliğinin artırılması. Bu amaç çerçevesinde hukuk eğitiminin niteliğinin artırılması için yeni bir model oluşturulması. Hukuk alanındaki mesleklere giriş sisteminde yeni bir model getirilmesi. Hâkim ve savcı yardımcılığı müessesesinin oluşturulması. Mesleğe giriş usulünün değiştirilmesi. Yargıda meslek öncesi ve meslek içi eğitim niteliğinin geliştirilmesi. Yargı çalışanlarına ilişkin eğitim faaliyetlerinin güçlendirilmesi. Mesleki ve teknik liselerin adalet alanları ile adalet meslek yüksekokullarının kapasitelerinin geliştirilmesi. Hâkim, cumhuriyet savcısı ve yargı çalışanı sayısının iş yüküyle orantılı olacak şekilde artırılması.
Şimdi, hukuk eğitimi konusunda hiçbir üniversiteye danışmadan kendi kafanıza göre yeni sınavlar icat edip bu işi çözeceğinizi düşünüyorsunuz ama bakın bu kadar çarpıcı bir örnek olmaz: Daha hukuk fakültelerinin dekanlarını hukukçulardan seçmeyi beceremiyorsunuz. Türkiye'de bulunan 67 hukuk fakültesinden 22'sinin dekanı hukukçu değil. Bunlar arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi Dekanı, bıraktık hukukçu olmasını, sosyal bilim alanından bile değil. Bu Fakültenin Dekanı, Dekanlık görevine atanan Mustafa Alişarlı bir veteriner.
Amaç (4): Performans verimliliğinin artırılması. Bu amaç çerçevesinde toplam 15 hedef konulmuş. Tabii ki ne amaca ne hedefe ulaşıldı.
Bu konuda daha fazla vaktinizi almamak adına, geriye kalan 5 amaçtan savunma hakkının etkin kullanımının sağlanması ile ceza sisteminin etkinliğinin artırılması başlıklarına özel olarak değinmek istiyorum. Hele ki üzerinde konuştuğumuz Avukatlık Kanunu'na ilişkin düzenlemeyi doğrudan ilgilendiren Yargı Reformu Strateji Belgesi'ndeki savunma hakkının etkin kullanımının sağlanması amacı altında bakalım iktidar neyi vadetmiş, bugün ne yapıyor? Niteliğinin artırılması hedefi çerçevesinde avukatlık mesleğine giriş usulünün değiştirilmesi, savunmanın yargılamalarda etkin katılım sağlaması, yargının kurucu unsuru olan savunmayı temsil eden avukatların mesleklerini daha rahat ifade edebilmelerine yönelik yeni uygulamaların geliştirilmesi; bunlar hedeflenmiş. Şimdi, bu teklifi getiren de aynı, bunları söyleyen de aynı iktidar. Bu amacın gerekçesi belgede öyle güzellemelerle anlatılmış ki biraz uzun ama iktidarın da içinde düştüğü tenakuzu göstermesi açısından paylaşmadan geçemeyeceğim.
"Maddi gerçeğe ulaşılması, ancak yargılamayı hâkim, savcı ve avukatların kolektif çabayla yürüttükleri bir faaliyet olarak kabul eden, buna uygun bir mevzuat altyapısını oluşturan bir sistem vasıtasıyla mümkündür. Kolektif çalışmanın öngörülmediği bir sistem rasyonel olmadığı gibi tarafları da memnun etmeyecektir.
Hukukun üstünlüğünün, bu ilkenin eksiksiz biçimde vücut bulmasının ön koşullarından biri de savunma hakkının sağlanmasıdır. Temel insan haklarından olan savunma hakkı, kişiyi diğer hak ve özgürlüklere kavuşturması açısından büyük önem taşımaktadır.
Adil yargılanma hakkının unsurlarından birini teşkil eden "silahların eşitliği ilkesi" mahkeme önünde sahip olunan hak ve yükümlülükler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin gözetilmesini gerekli kılar. Köklü bir tarihi olan savunma hakkının bir vekil temsilci, müdafi aracılığıyla kullanılması, avukatlık mesleğini doğurmuştur.
Avukatlık mesleği ülkemizde kamu hizmeti olarak tanımlanmaktadır. Bu kamu hizmetinin nitelikli biçimde yerine getirilmesi, avukatlık mesleğinin güçlendirilmesini gerektirmektedir. Tüm dünyada avukatlık mesleğinin önemi tarih boyunca sürekli artmıştır. Yargı sistemleri avukatların rolünü genişleterek günümüze kadar gelmiştir. Bugün için avukatların rolü sadece soruşturma ve yargılamalar açısından anlam ifade etmemektedir. Bu meslek, ekonomik ve sosyal ilişkilerde giderek daha fazla işlev görmektedir. Bu işlev, vatandaşlar için hukuki güvenliği temin etmekte, koruyucu hukuk anlayışını güçlendirmektedir.
Bu Strateji Belgesi döneminde avukatlık mesleğine ilişkin köklü değişiklikler yapılması planlanmıştır. Ülkemizde, adalet sisteminin savunma hakkı ve avukatlık mesleğine ilişkin yönü konusunda oldukça geniş bir bilgi birikimi bulunmaktadır. Bu alana ilişkin çok sayıda bilimsel etkinlik ve yayın yapılmıştır. Bu yöndeki hedefler belirlenirken bir yandan bu bilgi birikiminden faydalanılmış, diğer yandan uluslararası uygulamalar göz önünde bulundurulmuştur.
Hukuk dünyamızda yaşanan gelişim ve değişimle birlikte başta avukatlık
mesleğine giriş usulü ve avukatlık stajı olmak üzere pek çok konunun gözden geçirilmesi ve mesleğin geleceği açısından kalıcı çözümler üretilmesi zorunlu hâle gelmiştir. Ülkemizdeki hukuk fakültesi mezunları sınava tabi tutulmaksızın baro levhasına kaydoluyor, mesleğe daha sonra başlayabiliyor."
Şimdi, değerli arkadaşlar, evet, tüm mesleklerde olduğu gibi avukatlık mesleğinde de mesleğe hazırlık dönemi büyük önem arz etmektedir. Bu kanunun genel gerekçesi, gerekçelerden birini de avukatlık mesleğine hazırlanma olarak görüyor: "Avukatlık stajının güçlendirilmesine ihtiyaç vardır, yargı kamuoyunda da aslında bu konuda bir fikir birliği var. Avukatlık stajının yeniden yapılandırılması mesleki kalite açısından son derece önemlidir. Bu itibarla, avukatlık stajının süresinin ve içeriğinin daha verimli olacak şekilde düzenlenmesi öngörülmüştür. Avukatlık stajı yapanlar staj süresince sigortalı olarak çalışamamaktadır. Bu durum stajın verimliliğini düşürmekte, mağduriyetleri beraberinde getirmektedir. Buradan hareketle, avukat stajyerlerinin staj süresince ekonomik olarak desteklenmesine yönelik çalışmalar yürütülecektir."
Şimdi, değerli arkadaşlar, bakın aynı belgede -zaman geçince unutuluyor bunlar- çok büyük vaatler var, buradan aslında özetleyerek gidiyorum. Yine, diyor ki "Nitelikli yargılamaların ancak tüm süjelerin aktif katılımıyla yapılabileceğine vurgu yapılmıştır, bunun mevzuat alt yapısını ilgilendiren boyutuyla birlikte aynı zamanda alışkanlıklarla da yakın ilgisi bulunmaktadır. Türk yargısında bu alışkanlık değiştirilmesine olan ihtiyaç da açıktır. Bunun sağlanabilmesi için, hâkim ve savcılar ile avukatların katıldığı bilimsel etkinlik ve programlar gerçekleştirilecektir. Bu amaç kapsamında ele alınan avukatlık hizmetleri üzerinde vergi yükü, paydaş müzekkerelerinde gündeme gelen konulardan biri olmuştur. Vergi yükünün adalete erişimle doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Bu itibarla, bazı yargısal süreçlerdeki aile hukuku, iş uyuşmazlıkları ve çocuklara yönelik yargısal süreçler gibi avukatlık hizmetinden alınan vergilerde indirim yapılmasının adalete erişim hakkını geliştireceği değerlendirilmiştir. Avukatlık mesleğinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılırken kamuda çalışan avukatların sorunları da gözden kaçırılmamalıdır. Kamuda çalışan avukatların farklı statülerde çalışmaları, denetimleri, mali ve özlük haklarıyla ilgili konuların da yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Günümüzde avukatlık uluslararası bir meslek hâline gelmiştir. Bugün için, avukatlarımız dünyanın bir çok yerinde önemli hukuksal süreçlerde rol almaktadır. Ayrıca, yurt dışında düzenlenen mesleki eğitim, seminer ve toplantılara katılma ihtiyacı da her geçen gün artmaktadır. Avukatlıkların bazı kamu görevlileri gibi belirli bir kademeye eriştikten sonra mesleklerini icra açısından." vesaire vesaire...
Şimdi, bakıyorsunuz Yargı Reformu Strateji Belgesi'nde avukatlarla ilgili onlarca düzenlemeden bahsediliyor, yüzlerce cümle yer alıyor ama haftalardır avukatların temsilcileri Baro Başkanlarının yaşamadıkları eziyet kalmadı. Açıkçası buna "Ağlanacak hâlimize gülmek." derler.
Değerli arkadaşlar, şimdi, amaçlardan biri neydi? "Ceza adaleti sisteminin etkinliğini artırılması. Kovuşturma öncesi çözüm araçları ve soruşturma süreçlerinin güçlendirilmesi. Başta adil yargılanma hakkı olmak üzere hak ve özgürlüklerin korunması ilkesinin gözetilmesi suretiyle suç ve yaptırım dengesinin bütünüyle gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi. Mahkemelerin görev alanlarının yeniden düzenlenerek bazı basit fiillere ilişkin süreçlerin kısaltılması için yeni bir usul geliştirilmesi. Çocuk adaleti sisteminin onarıcı adalet yaklaşımıyla yeniden yapılandırılması. Mağdur odaklı bir yaklaşımın benimsenmesi, cezaların infazı alanında genel infaz usullerinin uygulanmasında sakınca bulunanlara yönelik uygulamaların genişletilerek güncel teknolojilerin sisteme entegrasyonunun sağlanması. Ceza infaz kurumlarının yönetim kapasitesinin geliştirilmesi, kurumlarda bulunanların topluma uyum süreçlerine yönelik ıslah önlemlerinin artırılması ve koşullu salıverme sisteminin iyileştirilmesi. Adli sicil arşiv kayıt sisteminin kişinin maddi ve manevi varlığının geliştirilmesi ve cezaların ıslah edici olması ilkeleriyle bağdaşacak şekilde yenilenerek iyileştirilmesi." Şaka gibi hakikaten. Şimdi, bütün bunlar eşitlik ilkesini ihlal ederek af düzenlemesi çıkartan "erken yaşta evlilik" adı altında çocuğa cinsel istismara af getirmeyi yasal zemin kazandırmaya çalışan; gazetecileri, aydınları, siyasetçileri cezaevlerinde cezalandırma yöntemi olarak tecride tabi tutan bir iktidar savunuyor. Bakın, biz bir meseleyi tartışırken tarihin derinliklerine gitmeyi çok seviyoruz. Özellikle iktidar diyor ki: "1950'lerde bu olmuştu, 60'larda şu olmuştu." Hâlbuki daha yakında yaşadığımız olaylara ilişkin bunları bir hatırlatmakta fayda var.
(Uğultular)
OTURUM BAŞKANI GÜLAY SAMANCI - Zeynel Bey, bir saniye...
Evet, sayın vekil arkadaşlarımız, lütfen, uğultuyu biraz daha azaltabilir miyiz.
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Şimdi, değerli arkadaşlar, bakın, bilemiyorum, siz bu Komisyona nasıl bakıyorsunuz? Ben ilk bölümde söyledim: Ben yaptığım işi önemsiyorum. Sayfalarca bu konuşma metinlerini ben yazdım ve Türkiye'deki yargıya güvenin yüzde 20'lere düştüğü bir ortamda bütün bunları düzeltmekle sorumlu bir Komisyon üyesi olarak kendimi sorumlu hissettiğim için bu çalışmaları yapıyorum. Ben, mümkün mertebe herkesin bu çalışmalara katkı sunmasını, çözüm önerileriyle gelmesini, geçmişte yaşanan hatalarla yüzleşilmesini, geleceğe öyle bakılmasını isterim ama görüyorum ki bizim yaptığımız konuşmalar âdeta bir sohbet ortamı olarak kullanılıyor.
Ben size teşekkür ediyorum Sayın Başkan, 4'üncü kez ikaz ediyorsunuz ama aynı uğultuyu biz duymaya devam ediyoruz.
OTURUM BAŞKANI GÜLAY SAMANCI - Dinleyen arkadaşlarımız da var Zeynel Bey.
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Şimdi, devam edeceğim.
2009 yargı reformu ve Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi: Şimdi, değerli milletvekilleri, iktidarın "yargı reformu" adı altında açıkladığı belgeler ve sonrasında yaptıklarına ilişkin sicili, tabiri yerindeyse, kapkara. İktidarın kendisine bağımlı bir yargıyı nasıl oluşturduğunu ve bunu nasıl "reform" adıyla sunduğunu hatırlayalım: AKP ilk yargı reformu strateji planını 2009 yılında açıkladı. Bu çerçevede 2010 yılının 12 Eylül günü yapılan Anayasa değişiklik referandumu ve sonrasını biliyoruz. FETÖ'yle iş birliği içinde uygulamaya konulan referandum sonrası dönemde, özetle Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un "terör örgütü yöneticiliği" suçlamasıyla tutuklanmasından tutun da MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağırılmasıyla, Erdoğan ve bazı bakanların çocuklarının yolsuzluğa bulaştığı iddiasıyla gözaltına alınma girişimleriyle Türkiye'yi sarsıcı ve benzeri bir çok yargısal süreci yaşadık. 2009'daki yargı reformu planına -ki bu yargıda, Yargı Reformu Strateji Belgesi'nde üçüncü AK PARTİ döneminin reform belgesi olarak sunuluyor- sahip çıkılıyor, onun için bunu vurguluyorum yani bunu reddeden bir AKP bir yok, 2009 yargı reformu planına sahip çıkan bir AKP iktidarı var. Ne diyorsunuz? Beraber yol yürüdüğünüz FETÖ'nün yargıdaki gücünün tarihteki en etkin hâline gelmesini sağladı o değişiklik. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu -o zamanki adıyla- FETÖ'ye teslim edildi; bunu cumhuriyet savcılarımız bugün itibarıyla tespit etmiş durumda. Anayasa Mahkemesi de bağımlı hâle sokuldu. İkinci yargı reformu strateji planı ise 2015 yılında açıklandı. Şimdi, her "yargı reformu" "yenilik" "yenileşme" "reform" dediğiniz mesele açıklandıktan sonraki sonuçlarına bakıyorsunuz, sürekli bir geriye gidiş var, ileriye tek adım gidilmiyor; hem Türkiye'de hem yurt dışında yapılan tüm araştırmalar, tüm çalışmalar bunu gösteriyor. İkinci yargı reformu strateji planı 2015 yılında açıklandı. Sonrasında, diğer yüksek yargı organlarının yapılandırılması; 2017 Anayasa değişikliğiyle HSK tamamen güdümlü hâle geldi. Geldiğimiz aşamada şunu da hatırlatmak isterim: 12 Eylüldeki referandum bugün bu milletin önüne gelse yüzde 95 reddolur çünkü tespit edilmiş "FETÖ'nün işine yaradı, FETÖ yargıda kadrolaştı." diye. Savcılıklar bugün bunu tespit ediyor; isteyen, Ankara Cumhuriyet Savcılığının Çatı iddianamesini okuyabilir.
İki: 2015'ten itibaren yapılan değişikliklerin sonucu ortada. "Cumhurbaşkanlığı sistemi" diye bu sisteme geçtiğimizde söylenen vaatler ve gerçekleşenler ortada. İnanın, bunların tekrar oylanma şansı olsa milletimiz bunları reddeder. Bunları niye hatırlatıyorum? Bugün de o eşiklerden birini yaşıyoruz. Bakın, yapboz tahtasına çevrilmiş durumda yargı. Yaptığınızı "reform", bozduğunuzu "reform"; bozup yaptığınızı "reform"; her yazıp çizdiğinizi, aklınıza her eseni "reform" olarak sunuyorsunuz. Değerli milletvekilleri, "reform", "strateji" gibi, telaffuz edildiğinde, yazıldığında her şeyin çok güzel olacağını düşündüren bu kavramların, maalesef, sizin dönemde içinin ne kadar boşaldığını yaşayarak gördük. Bu sözlerin kullanılmasının ardından, Türk yargısının adalet sisteminin ve ülkemizin başına gelmeyen kalmadı açıkçası ama hâlâ ders alınmamış, bunu görüyoruz. 2010 yılındaki referandumu, değişikliği bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan, dönemin Başbakanı, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın cezbe hâlinde nasıl savunduğunu kendi sözlerinden aktarmak istiyorum. Diyor ki Sayın Erdoğan:
"12 Eylülde kaybeden, evelallah darbeciler, çeteler, hukuk dışı örgütlenmeler olacak. Tüm kirli ilişkilere, kirli senaryolara, çetelere, mafyaya, hukuk dışı kirli örgütlenmelere karşı çıktık. Demokrasi, özgürlük, hak ve adalet mücadelesini tercih ettik. Bugün de milletin oyuna, takdirine sunduğumuz Anayasa değişikliği de bu büyük Türkiye mücadelesinin bir neticesidir. Anayasa değişiklik paketinin içindeki maddeleri CHP, MHP ve BDP'nin üst yönetimlerinin, milletvekillerinin uykularını çok ciddi şekilde kaçırıyor. Bunlar, tıpkı "Midas'ın Kulakları" öyküsünde oldukları gibi yalnız kaldıklarında ya da kendi vicdanlarına ya da yakın arkadaşlarını bu pakete karşı çıktıkları için büyük rahatsızlık duyduklarını ifade ediyorlar. Aka kara demenin vicdanlar sızlattığını çok iyi görüyoruz. Hayırlı bir işe destek vermek yerine, köstek olmanın ne kadar bunaltıcı bir etki yaptığının görüyoruz. Yıllarca milletimizin özlemi olan değişikliklere, sırf AK PARTİ istiyor diye karşı çıkmanın ne kadar büyük travma oluşturduğunu açık ve net görüyoruz. Tabanlarının, vicdanlarının, akıl ve mantıklarının sesine kulak verdiklerinde ortaya çıkan dramatik tabloyu kendileri de tüm milletimiz de görüyor, anlıyor; neden hayır dediklerini, neden bu değişimin karşısında durduklarını, kendilerine de millete de izah edemiyorlar. Meseleyi şahsileştirmekten öteye gidemiyorlar. Biz bu millete hizmet yoluna başımızı koyduk, bu yola canımızı koyduk. Biz korkularla değil, ideallerle, ilkelerle, heyecanla, aşkla ve sevdayla siyaset yapıyoruz. O kuru sıkı tehditleri bize bir şey ifade etmiyor."
Bakın, sonuç ne oldu? Söylenen bunlardı. Şimdi, Erdoğan, bu konuşmasını, 12 Eylül döneminde idam edilenlerin mektupları, Ahmet Kaya'dan Şafak Türküsü sözlerini tamamlayarak, hem ağladı hem de ağlatarak sergilediği oyunda sahneyi başarıyla kapattı. O dönemde bize de, referandum paketinin içine itiraz eden kesimlere söylenen onca ağır sözlere ilişkin burada söyleyeceğim tek şey, keşke Erdoğan dediklerine haklı çıksaydı, bize o söylediklerinde haklı çıksaydı, Türkiye, demokratik ve özgür bir ülke olsaydı, muhalefet olarak bizler yanılsaydık, yanılsaydık da 15 Temmuzda 251 şehit, 2190 gazi vermeseydik.
Erdoğan'ın siyasette en başarılı olduğu konu malumunuz, kürsüden attığı tiratlar, döktürdüğü gözyaşları. İktidar partisine mensup o gözyaşlarının sahibi arkadaşlarımızdan bazıları da aramızdadır diye tahmin ediyorum. Fakat gözyaşlarıyla akıllarda kalan asıl kişilerden biri her dönem oynanan oyunda yardımcı oyunculuğu bırakmayan Bülent Arınç'tı ve tabii ki referandum sürecinde de gözyaşlarıyla akıllarımızda yer edinmişti. O Bülent Arınç, çeşitli konuşmalarında neler demiş, biraz da onlardan bahsedeceğim. Bakın ne diyor: "Türkiye, bugün, koşar adımlarla demokrasiye ve özgürlüğe gidiyor. Bu Anayasa'da çocuklar, bayanlar, özürlüler için pozitif ayrımcılık getiriyoruz. Bu Anayasa'da askeri yargıyı yerli yerine koyuyoruz. Bu Anayasa'nın 28 maddesinde demokrasinin geldiği en üst noktada gelişmeler ve ilerlemeler yapıyoruz. 12 Eylül Referandumu tarihi, Allah'ın bir lütfu. Bu tarihi biz koymadık, zaman müsait olsaydı da biz koysaydık, "Bak, şu adamlara, bunlar intikamdan başka bir şey düşünmüyorlar." denilecekti. Kadere bak; YSK aradı, bulamadı, 12 Eylül tarihini, referandum tarihi olarak belirledi. Bu işte bir hayır var, iki bayramı birlikte yapacağız, Ramazan Bayramı bitecek, son 12 Eylül'de darbeler, cuntalar, muhtarlar dönemini ebediyen kapatacağız. Artık, Türkiye'de kimse bir araya gelip de planlar yapma, meşru Hükûmetleri devirme, ben seni beğenmedim git, seni istiyorum gel diyen demokrasi dışında müdahale, Balyozlar, kafes mafesler tarih olacak, Türkiye demokratik hukuk devleti olacak. Gerçekten demokratik, gerçekten laik, gerçekten sosyal bir hukuk devleti olacak."
Şimdi, değerli arkadaşlar, bir diğer Anayasa değişikliği konusu olan ve yine Türkiye için çağ atlatacağı; ekonomiden sosyal, kültürel hayata kadar her alanda ülkeyi uçuracağı söylenen Nisan 2017 tarihindeki referandum. O dönemde Sayın Erdoğan, sistemi nasıl savunmuştu? Yine kendi sözlerinden aktarıyorum. Bu arada, ben, deminden itibaren söylediklerimle ilgili çok memnun olurum, söylediğimin tersinde bir örnek, veri ya da konuşma varsa bunu da aktarırsanız biz de anlamış oluruz bunu. Ne demiş Sayın Erdoğan 2017 Nisanla ilgili: "Yeni sistem, demokrasinin ve cumhuriyetin temel niteliği olan güçler ayrılığını asla zayıflatmıyor, tam tersine daha da güçlendiriyor. Parlamenter sistemde Hükûmet Meclis çoğunluğu içinden çıktığı için pratik yasama, yürütme aynı gücün kontrolünde oluyordu. Hükûmetin cenahından gelmeyen hiçbir tasarının Meclisten geçme şansı yoktu. Hükûmet ile Meclisin irtibatını koparıyoruz. Yeni sistemle Hükûmetin bütçe dışında kanun tasarısı gönderme yetkisi bulunmuyor, kanun teklifi yetkisi sadece milletvekillerine ait. Dolayısıyla milletvekilleri ve Meclis tarihimizde ilk defa, kendi iradeleriyle yasama çalışması yapma imkânına kavuşuyor. Yargı da bu denge içinde çok daha sağlıklı çalışma imkânı bulacak. Yüksek yargı organlarının üye seçiminin bir kısmının Cumhurbaşkanı ile Meclis arasında dağıtılmış olması da bu dengeyi daha da güçlendiriyor. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle bu engelleri ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Yeni dönemde çözüm üreten devlet, sorun çözen devlet anlayışıyla çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Yeni sistemle bürokrasiyi azaltacağız, daha hızlı karar alacağız." vesaire vesaire. Şimdi, aradan geçen sürelere bakıyoruz, bütün bu sözlerin -sonuçta istatistikler de ortaya çıkıyor- hepsi yalan oldu.
Bakın, 27'nci Yasama Döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu gündemine gelen yasa tekliflerinin yüzde 99,46'sı AKP milletvekillerinden geldi. Mecliste AKP dışındaki 9 siyasi parti ve 7 bağımsız milletvekilinin verdiği hiçbir yasa teklifi komisyonda bile görüşülmedi. Mecliste 18 farklı ihtisas komisyonu olmasına karşın, her 5 yasadan 2'si Meclis Plan ve Bütçe Komisyonundan havale edildi. 27'nci Yasama Döneminde Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'a ilgili bakanlar tarafından yanıtlanması istemiyle verilen toplam 6.035 soru önergesinden sadece 828'i süresi içinde yanıtlandı, 2.074'üne ise süresi geçtikten sonra yanıt verildi, 3.038 önergeye ise hiç yanıt verilmedi; güçlü yasama.
Ekonomi ne oldu? Ekonomi çakıldı. Bu yılın mayıs ayı verilerine göre Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçilmesiyle birlikte ekonomik verilerde yaşananlar şöyle: Dolar 4,70'miş 10 Temmuz 2018'de, Mayıs 2020 tarihi itibarıyla 6,8; avro 5,51'den 7,43; çeyrek altın 310 TL'den 621 TL olmuş, açlık sınırı 1.738'TL'den 2.374 TL'ye çıkmış, yoksulluk sınırı 5.662TL'den 7.733 TL'ye, işsiz sayısı -bunlar, resmî rakamlar- 3 milyon 531 binden 4 milyon 228 bine, kamu net borcu da 482 milyardan 693 milyar TL'ye çıkmış -ki bu sizlerin de kabul ettiği rakamlar- muhalefet tarafından bu rakamların çok daha üstünde rakamlar söyleniyor.
Halk, dün nasıl ki 12 Eylül 2010 referandumunun bedelini ağır ödediyse, bugün de Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin bedelini en ağır şekilde ödemekte. Yapılan anketlerde sistemin daha fazla zarar vermeden değiştirilmesi ve güçlü parlamenter rejime geçilmesi talepleri bariz şekilde ortada duruyor. Şimdi gelelim yargının siyasallaşmasına, siyasetin yargısallaşmasına.
Değerli arkadaşlarım, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin yarattığı en ağır tahribatların başında yargının tarafsızlığının ve bağımsızlığının yok olması gelmektedir. Burada açılan büyük yarık, siyasetin yargısallaşmasına neden olmuştur ki her gün bu konuda yeni olaylarla karşı karşıya kalıyoruz. Sadece iktidarın uygulamalarını eleştirdiği, haber yaptığı için hakkında soruşturma başlatılan, gözaltına alınan, tutuklanan vatandaşların, siyasetçilerin, gazetecilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Çok sayıda örnek de aktarabileceğimiz bu antidemokratik uygulamalardan partimizin mensubu 2 siyasetçiye yönelik olanları dikkatinize çekmek istiyorum. Daha geçen ay bu çatı altında büyük bir hukuksuzluk yaşandı; aralarında partimizin Milletvekili Enis Berberoğlu'nun da bulunduğu 3 milletvekilinin milletvekilliği, sarayın bir bürokratının imzasıyla gelen yazı üzerine Anayasa'ya aykırı olarak düşürüldü. Anayasa'nın 83'üncü maddesinde yoruma tabi tutulamayacak açıklıkta "Tekrar seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma, Meclisin yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır." denmesine karşın Sayın Berberoğlu'nun milletvekilliği sona erdi. Hakkı, hukuku, adaleti bıraktık; sarih olan bir kural bile yok sayıldı. Şimdi, Anayasa Mahkemesi Enis Berberoğlu'yla ilgili konuyu her an görüşebilir, gündemine almış durumda; hak ihlali verirse Meclis'te ne denilecek acaba?
Başka bir gelişme: İstanbul İl Başkanımız Sayın Canan Kaftancıoğlu'na yönelik yaşanan yargılama süreci... Yıllar öncesi attığı "tweet"ler bahane edilerek -asıl hesaplaşma İstanbul'un son yerel seçimlerde kaybedilmesinin hırsı- Canan Kaftancıoğlu dokuz yıl sekiz ay hapis cezasına çarptırıldı ve bu ceza, önlerinde dağ gibi dosya bulunan istinaf mahkemesinde birkaç ay içinde onandı. Sayın Kaftancıoğlu'nun suçlandığı "tweet"lerin daha ağırlarını atan, bugün iktidarın yandaşı gazetelerde çalışanlar hakkında tek bir işlem dahi, soruşturma dahi yürütülmezken muhalefet parti mensuplarına âdeta şecereleri çıkartılarak cezalar yağdırılmakta.
Bir diğer, yargının siyasallaşması örneği: Libya'da 2 MİT mensubunun şehit edilmesinin ardından, Oda TV ve diğer bazı yayın organlarında çalışan gazetecilere yönelik açılan dava, kimlikleri başta sosyal medyada olmak üzere yerel gazetelerde ve burada, Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir milletvekili tarafından açıklanmasına karşın 7 gazeteci on yıla yakın davalarla, ceza istemiyle yargılanıyor. Genel Kurulda bu konuyu değerlendirirken şunu özellikle söyledim: Bir konu mahkemece incelenebilir; MİT mensuplarının deşifre edilip edilmemesi, biri açıklandığında tekrar açıklanıp açıklanamaması ama ortada ajanlığa ilişkin hiçbir delilin olmadığı görülüyor.
İkincisi: Şimdi, bakıyorsunuz, bunun temelinde ne çıkıyor? O gazetecilerin aynı zamanda iktidar içerisindeki cemaat ve tarikat örgütlenmeleriyle ilgili içli dışlı ilişkileri, yolsuzlukları anlattıkları kitapların olması. Bir yandan yargı eliyle düşünce ve ifade cezalandırılırken, siyasetçilere baskı kurulurken, diğer yandan iktidarın maşası konumunda bulunan sözde özerk kurumlar eliyle basına yönelik görülmemiş nitelikte cezalar yağdırılmakta.
Son olarak eleştiriler: Yayıncılık, araştırmacı gazetecilik yapan, milyonların izlediği Halk TV ile Tele1 kanallarına Radyo ve Televizyon Üst Kurulu tarafından dün akşam saatlerinde beş günlük yayın durdurma cezası verildi. Ülke TV'de açıkça tehditlerde bulunan, suç işleyen Sevda Noyan'ı sözleri nedeniyle günlerce görmezden gelenler, hatta "Olayı kimsenin büyütmemesi gerekir." diyerek küçülten RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin'e buradan sesleniyorum: RTÜK Başkanlığına ek olarak, Halk Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine atanmanın minnettarlığını mı ödüyorsun?
Tüm bunlar ve daha nicesi, Türkiye'nin basın özgürlüğü hem de hukukun üstünlüğü açısından uluslararası kıyaslamalarda son sıralarda yer almasının temel nedeni. Sınır Tanımayan Gazetecilerin 2019 yılı Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde Türkiye 180 ülke içerisinde 154'üncü sırada yer almakta. Dünya Adalet Projesi tarafından uluslararası düzeyde yapılan Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde 128 ülke içerisinde 107'nci sırada bulunuyoruz.
Şimdi, çarpıcı bir mesele daha var: Barolara ilişkin meseleyi konuşuyoruz. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun -insanların, tabii, fikirleri değişebilir, hayat görüşleri değişebilir ancak- altı yıl içerisindeki dönüşümü gerçekten çok çarpıcı. Şimdi Avukatlık Kanunu'nu görüşüyoruz, toplanmamızın nedeni bu. Bu yanlışlar halkasına yeni bir halkanın eklenmemesi için başka bir dille meseleyi anlatmaya çalışıyoruz. Şimdi, burada alınacak karar gerçekten çok daha tehlikeli sonuçlar doğuracak. Teklifin içeriğini anlayabilmek için yine biraz geçmişe bakarak değerlendirmek lazım. Gözlemlediğimiz ve göründüğü üzere, AKP Genel Başkanı Sayın Erdoğan'ın hoşlanmadığı kesimlerin başında hakkını arayan, hakkını savunan ve hak savunucuları gelmekte; bu, bir gün gazeteciler oluyor, bir gün siyasetçiler oluyor, gün geliyor avukatlar oluyor, değişmeyen tek şey hak savunucusu olmaları. Bir insan işini yaptığı için niye sevilmez, gerçekten ben anlamıyorum; bunu bilen varsa çıksın, anlatsın.
Şimdi, Türkiye'nin her anlamda özgürlüklerin kısıtlandığı bir ülke hâline dönüşmesine ramak kaldı. Sayın Erdoğan'ın avukat ve onların örgütleriyle arasının iyi olmadığına ilişkin akıllardaki, toplumun aklında kalan en kalıcı iz ne desek? Bugünkü yasa teklifinden önce, hatırlanacağı üzere bir olay yaşanmıştı: Tarih 10 Mayıs 2014, yer Danıştayın 146'ncı yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen bir tören. Türkiye'de siyaset açısından tam bir skandala dönüşen, o dönem Başbakan konumundaki Recep Tayyip Erdoğan'ın, yanında Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, ayağa kalkarak kürsüdeki konuşmacı Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'na konuşmasındaki değerlendirmeleri nedeniyle "Edepsiz." demesi olayı. Bu olay üzerinden altı yıl geçti, çok da uzun zaman değil aslında altı yıl. Erdoğan ve Feyzioğlu'nun son yıllardaki aşırı yakınlıklarını görünce, inanın, şaşmamak imkânsız. Başında bulunduğu örgütün tamamen itiraz etmesine karşın iktidarın yargıyla ilgili uygulamalarına destek vermekten geri durmayan, elleri patlayana kadar törenlerde Sayın Erdoğan'ı alkışlayan Feyzioğlu "Acaba altı yıl önce ne söylemişti?" diye bir an için kulak kesilmenizi tavsiye ediyorum. Bakın, çok kısa bir bölüm söyleyeceğim. "Daha birkaç gün önce -Sayın Feyzioğlu'nun konuşmasından aktarıyorum- 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü'ydü; gazeteciler, hür basın için ağızları bantla kapalı olarak yürümek suretiyle basına yönelik sansürü protesto ettiler ve tutuklu meslektaşlarına özgürlük istediler. Dileriz, bundan sonraki yürüyüşler protesto değil, kutlama yürüyüşleri olur. Hukuk devletinin tanımlayıcı unsuru olan hukuki güvenlik ilkesi, etkin bir idari yargı denetimi olmaksızın hayata geçirilemez. Hukukun üstünlüğüne inanan, insan onurunun korunmasını gözeten, şeklen değil, özde adalet dağıtmayı esas alan bağımsız ve tarafsız bir yargı, demokrasinin ve hukuk devletinin asli unsurudur. Böyle bir yargı, herkeste saygı uyandırır, hukuka uygun davranan herkese güven aşılar. Unutmayalım ki adaletin tecelli ettiği mahkemeler, hepimizin son sığınağıdır, umut kapılarımız bu kapıların kapanması, ihtiyaç hâlinde kolay kolay açılamaması ya da çok geç açılması, hukuk güvenliğini derinden sarsar. Başka bir deyişle, yargının adil davranmadığının yaygın kanaat hâline gelmesi, yurttaşların mahkemelerde haklarını alamayacaklarını düşünmeye, suçsuz olsalar bile mahkûm edileceklerinden korkmaya başlamaları durumunda, mülk yani ülke temelsiz kalır, siyasetin girdiği mahkemeden adalet kaçar; adaletsiz demokrasi olmaz. Demokrasilerde siyasi partiler iktidara, yargı tarafından denetlenmeyi peşinen kabul ederek talip olurlar. Elbette, bu denetim siyasi değil, hukuki bir denetim olmalıdır. Şu hâlde yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı, etkinliği, güvenilirliği, her insan için ekmek kadar, su kadar, hava kadar yaşamsal önemdedir. Yapılması gereken, yargıya, yargı dışı her türlü müdahaleyi önleyen, güvenilir bir sistemin kurulmasıdır. Bakın, bugün avukatlık mesleğinin sorunlarını çözecek, böylece 76 milyon insanımızın sahip oldukları hakları kullanabilmesini sağlamak suretiyle, birey olma mücadelesini başarıya ulaştıracak bir avukatlık kanununa acilen ihtiyacımız vardır. Böyle bir kanun, ancak Türkiye Barolar Birliği ve baroların öncülüğünde hazırlanabilir. Barolar ve Türkiye Barolar Birliği, meslek odaları değildir; devletin üç erkinden biri olan yargı erkinin içinde kurucu unsur olan avukatların örgütlü gücüdür." Bunları Sayın Feyzioğlu söylüyor. "Bu sebeple, baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin, Avukatlık Kanunu'nun 76'ncı ve 110'uncu maddelerinden kaynaklanan, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak görevi vardır." vesaire...
Şimdi, bakıyorsunuz, gerek burada yaptığı konuşmanın sonunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, internet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesine, bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesi hakkında kanuna kadar yaptıkları atıf ve burada yaptığı konuşmaya ve bugün geldiği nokta hakikaten çok çarpıcı. Şimdi, konuşmadan bugünümüze ışık tutacak bazı bölümleri buradan paylaştım. Hızlı hızlı geçerek de paylaştım. Zaman itibarıyla, zamanı da tasarruflu kullanmak adına, çok önemli bir konu olduğu için böylesine uzun değerlendirme yapmak ihtiyacı hissediyorum, mümkün olduğunca özetledim. Şimdi, bakın değerli arkadaşlar, muhalefet partisi olarak bizlerin bile söylemediği, söylemekten gerisinde kaldığı bu açıklamaların, Sayın Erdoğan'ın yüzüne karşı söyleyen Metin Feyzioğlu, ellerini parçalarcasına Erdoğan'ı alkışlar durumuna gelmiş durumda. Şimdi, Avukatlık Kanunu'nda değişiklik teklifi...
Değerli milletvekilleri, teklife ilişkin değerlendirmelerle buradan birkaç şey söyleyeceğim ve konuşmamı tamamlayacağım. Söz konusu teklif, çoklu baro sistemiyle Türkiye Barolar Birliğindeki seçim yöntemini değiştiren iki temel içerik barındırıyor. Görüşmenin ilerleyen saatlerinde itirazlarımızı maddelerde detaylı şekilde ben ve partinin milletvekili arkadaşlarımda izah edecek, anlatacak. Bu aşamada genel çerçevedeki yanlışları dikkatinize sunmak istiyorum.
Avukatlık mesleği ve dolayısıyla barolar, bir meslek örgütü sınırlığındaki yapılar değildir. Net olarak gözükmektedir ki iktidar anlamamakta bu doğruyu, bunda anlamamakta ısrar etmekte, belki de işine geldiği gibi anlamak istemekte. Baro, tıpkı, Hâkimler ve Savcılar Kurulu gibi yargının bir kurumudur. "Yargı eşittir, savcı, artı yargı" formülü otoriter, despotik ve siyasi iktidarın adalet üzerine muktedir olduğu siyasi bir projedir. Bu siyasi projede savunma, sadece savunma yapma hakkıdır. Bu hak, her zaman çeşitli gerekçelerle sınırlandırabilir. Yargıda baro diye bir kurumsal yapılanmaya yer verilemez. Savunma, kurumsal olarak yapılandırılmış bir örgütlülük içinde, avukatın yargılama faaliyetlerindeki işlevini ifade etmez. Savunma, görülen davada ileri sürülmüş bir hakkın dikkate alınması ya da alınmaması konusunda yardımcılık düzeyine indirgenir. Otoriter toplumlarda bunlar olur. Bu işi avukat yapsa da olur yapmasa da olur çünkü zaten savcı ve yargıç bunun gereğini yerine getirir. Yani yargılama faaliyetinde avukat dışlanır otoriter toplumlarda. "Yargı eşittir, savcı, artı avukat, artı yargıç" formülü otoriter, despotik ve siyasi iktidarın adalet üzerinde muktedir olduğu siyasi projenin panzehridir. Bu panzehrin otoriterizmi ve despotizmi alt edebilmesi için avukatın yargılama faaliyetindeki savunma işlevini, özgürce, bağımsızlığı yaşayarak ve dokunulmazlıkla donanmış olarak yerine getirmesi için savunmanın yargıda örgütlenmiş bir kurum olarak, savunma kurumu olarak yer alması olmazsa olmazdır. Bu kuruma işlev kazandıran yapı da barodur.
Özetle, baro meslek örgütü değildir, yargının en temel organı olan bir kurumdur, bir yapıdır. Bu konuda ikinci keskin belirme, bir kamu hizmeti yürütmeleri açısından avukatlar ve örgütleri barolar, kamu hizmetinde çift başlılık olamayacağı için parçalanamaz. Dolayısıyla çoklu sisteme tabi tutulamaz. İktidar temsilcilerinin, özellikle bizim belediyelerin yürüttüğü hizmetlerde çift başlılık tartışması açarak hukuksuz işlem yapmaya tevessül etmeleri asıl burada sırıtmaktadır. Barolar, Anayasa'da yürütmenin içinde, idarenin parçası olarak düzenlenmiş meslek kuruluşudur, hizmet yönünden yerinden yönetimidir ama kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütüdür, özünde kamudur. Ondan dolayıdır ki devlet de idari ve mali yönden denetler, ilgili bakanlık da üzerinde idari vesayet ve denetim yetkisini kullanır, aslında bakanlıkların ilişkili kuruluşlarıdır. O nedenle, kanuna dayalı finansmanı ve kamu gücünü kullanma yetkisine sahiptir. Meslek sahiplerine yönelik tüm yetkiyi haizdir. Bunun için, sivil toplum örgütü değildir, Anayasa'da vurgulandığı gibi kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütüdür. Bundan dolayı da kamu tüzel kişiliğine sahip olduğu bilinciyle davranılır çünkü kamu kurumu vesayetine sahiptir.
Konuşmamın girişinde, baroların anayasal kapsamdaki niteliğini aktarmış ve bu açıdan çoklu baro uygulamasının Anayasa'ya aykırılığına dikkat çekmiştim. Şimdi, teklifin savunuculuğunu yapan iktidar temsilcilerinin ağızlarından en çok duyduğumuz sözlerin başında baroların siyaset yaptığı söylemi gelmektedir. Burada, zaman zaman baro başkanlarının tasvip ettiğimiz, etmediğimiz açıklamaları olabilir. Bunlar, bütünüyle katıldığımız, katılmadığımız, siyaseten doğru bulduğumuz, hukuken yanlış bulduğumuz açıklamalar olabilir. Tartışmaların bir kısmını ben de tasvip etmiyorum ancak demokratik hukuk devletlerinde karşıt görüşlerin bazen sertçe olması da çatışması da o toplumların geleceği için aslında güvencedir. Bu tartışmalara benzetme yapmak gerekirse, bir evin duvarının sıvası döküldüğünde evin yıkılması sonucunu doğuracak adımlara çevirirsek bilin ki o çatı altında sizler de bizler de kalırız. Dolayısıyla bazı baro başkanlarına yönelecek siyasi eleştirileri temel alarak boralarımızın hepten mahvına sebep olacak, hepimizin zarar edeceği bir düzenleme içine lütfen girmeyelim. Baroların kuruluş ve niteliklerini içeren Avukatlık Kanunu'nun 76'ncı maddesi bu kurumlara yüklenen görevlerden birinin insan haklarını savunmak ve korumak olduğudur.
Dolayısıyla değerli arkadaşlar, çoklu baro sistemi 3 büyükşehrimiz için öngörülmekte; Ankara, İstanbul, İzmir. Bir kere bunun hukuken, mantıken haklı görülecek hiçbir tarafı yok. Amaç, iktidarın kontrol edemediği, seçimlerde kendisinin desteklediği grupların yönetimi kazanamadığı baroları susturmak. Bildiğiniz üzere, Ankara Barosunun yapılan son seçimlerinde öyle az oy kullanılmamış, mesela 18 binde 11 bin kişi oylamaya katılmış. İstanbul seçimlerinde birden fazla aday olmuş, oyların bölünmesinin sebebi o. Bu yüzdelerle bir yere varamayız. Bakın, böyle varırsak sizlerin, AKP'nin ilk katıldığı seçimde, 2002 yılında, bu seçimlerde aldığınız oy oranı yüzde 34,28'di, Meclisteki temsil oranınız yüzde 67,1'di. Demokraside bu oluyor, o zamanki kurallar böyleydi, geldiniz o şartlarda yönettiniz.
Şimdi, aynı şekilde... Bakın, bu işte, bu bakış açısı işte, tam burada tam bir çifte standart var. Kendilerine gelince yüzde 10 barajını sonuna kadar suistimal ederek demokrasi içerisinde, demokrasiye uygun olarak görülüyor. o yıllar itibarıyla haksız sandalye elde ediliyor. Bugün baroları aslen koltuğun altına almak amacıyla önümüzde...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Başkanım, kapandı.
OTURUM BAŞKANI YILMAZ TUNÇ - Ben kapatmadım, demek ki bir saat olmuş.
MAHMUT ATİLLA KAYA (İzmir) -
Mikrofon dayanmamış olabilir.
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Olabilir.
Bitiriyorum, az kaldı.
HASAN ÇİLEZ (Amasya) - Durmak yok, yola devam.
ABDULKADİR ÖZEL (Hatay) - Benzer bir hesap CHP için de geçerliydi.
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - İyisini yapmak lazım, doğru.
Şimdi, aynı şekilde Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminde öngörülen yüzde 50+1 sistemi de bu öneriyi getirenler açısından sorunlu bir sistem olarak görülebilir çünkü yüzde 50+1'i alan, ülkeyi sorgusuz, sualsiz beş yıl yürütüyor; yüzde 49,9'u alan evinde oturuyor. Şimdi, bu barolarda iktidar bloğundan aday olan kişi açısından, destekçileri açısından bakınca evde oturuyor, Meclis seçimi ayrı. İktidar bloğunun desteklediği baroda birlik ve milliyetçi avukatlar grubu -açıkçası- iş başında olsaydı böyle bir değişiklik de olacak mıydı? Hiç zannetmiyorum.
Değerli arkadaşlar, bunun sonucunda ne olacak? Gelelim sadede. Ben size söyleyeyim: Artık bu düzenlemenin doğuracağı yegâne sonuç; Türkiye'de etnik, mezhebi, uçlara kaymış baro gruplarının oluşumlarına kadar birçok yapısal değişiklik olacak. AKP'li, MHP'li, CHP'li, HDP'li, İYİ PARTİ'li dünya görüşüne sahip barolarla sınırlı kalmayacak, bir süre sonra suçlamalar şöyle olacak: "FETÖ'cü", "PKK'lı", "Hizbullahçı", "IŞİD'ci" vesaire gibi suçlamalar gelecek, yargılama süreçlerinde bu bloklaşma hâkim olacak; zaten altı oyulmuş, bağımsızlığı yok edilmiş, taraflı hâle getirilen yargı sistemi hepten kaybedecek. Mahkemelerin aldığı karar doğru da olsa vatandaş, "Ben şu avukatla gittim, o avukatla gelseydin böyle olurdu..." diyecek, karar alan avukat "Ben bu baroya mensubum, ondan böyle aldım." diyecek. Güven, olduğu gibi mevcut düzenin, yüzde 20'nin çok daha altına inecek.
Şimdi, avukatların asıl sorunlarıyla konuşmamı bitireceğim. Türkiye'de, avukatlar, daha mesleklerinin başında ağır staj şartlarına, savunma hakkının engellenmesine ve olumsuz ekonomik koşullara kadar kronikleşmiş onlarca sorunla boğuşuyor.
Ben, şimdi, son birkaç cümleyle şunu ifade edeceğim ve konuşmamı tamamlayacağım, birkaç örnek vereceğim size: Bakın, benim nazarımda da birçok insanın nazarında da 3 tane çok çok kıymet verdiğimiz meslek vardır; bunlar: Öğretmenlik, hekimlik ve avukatlıktır. Çünkü bu 3 meslekle insan hayatına derinden tesir edersin. Öğretmene geleceğimizi teslim ederiz; hekime canımızı, sağlığımızı teslim ederiz; avukata malımızı ve özgürlüğümüzü emanet ederiz. Savunma hakkının temsilcisi olarak yargının 3 sacayağından 1'i olan avukatlığın, bugün diğer meslek gruplarında olduğu gibi birçok sorunu var, bu sorunların önemli bir kısmı da yapısaldır. Dolayısıyla, bu sorunları çözmek lazım.
Bakın, bugün, ülkemizde toplam üniversitelerin aşağı yukarı yarısı vakıf üniversitesidir. 74 üniversitede aktif hukuk fakültesi var. Bu fakültelerin 2019 kontenjan sayısı 16.340, yerleşen öğrenci 15.721. Burada baktım kapasitenin üçte 2'si devlet üniversitelerinin yani acaba vakıf üniversitesi çok ondan mı böyle şişmiş diye, hâlbuki devlet üniversitesi üçte 2'yi kaplıyor ve Türkiye'de hukuk fakültelerinde öğrenim gören lisans öğrenci sayısı 79.412, geçen sene mezun olan öğrenci sayısı 14.779. Peki, baktım, acaba akademik personelimiz ne kadar var diye -çok üzücü arkadaşlar- 521 profesörümüz var, 293 doçent var, 1.079 doktor öğretim üyesi var, 89 öğretim görevlisi var, 1.924 araştırma görevlisi olmak üzere toplam 3.906. Yani profesör sayısı, doçent sayısı özellikle içler acısı. Tablo falan var, onu söylemeyeceğim. Yani o kadar düşük ki benzer ülkelere baktığımızda bu kadar öğrenci, bu kadar... "Stajları düzelteceğiz." diyoruz; bu, gerekçelerden biri olarak yazıyor ya, sorunun temeli bu değil, temeli bu sistem; bunun düzelmesi lazım.
Şimdi, hoca başına 40 öğrenci düşüyor Türkiye'de. Buraları da hızlı geçiyorum, yine bakılır gerçekten çok kötü bir durumdayız. Belli ki bu derslerin dört yıla sıkıştırılması da problemli yani mevzuat ezberine dayanan bir eğitime yol açıyor; hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi, edebiyat, mantık gibi çok önemli dersler arka plana bırakılıyor, bazı hukuk fakültelerinde bu derslerin müfredatta bile yer almadığını görüyoruz. Diğer taraftan hukuk fakültelerinde hukuk dışı derslerin varlığı da çok çok az. Ekseriyeti itibarıyla iletişim becerilerini, ekonomik analiz yapmayı, finansal tablo okumayı öğretmeyen; analitik düşünme ve muhakeme yeteneği geliştirmekten uzak, bilgi teknolojilerindeki değişim ve gelişimlerin öğrenciye yeterince aktaramayan bir eğitim modeliyle karşı karşıyayız. Batı'da bazı ülkelerde tıp, hukuk gibi alanlara ikinci üniversite olarak girildiğini hepimiz biliyoruz yani önce bir üniversiteden mezun olduktan sonra avukat olmak isteyenler hukuk fakültesine kaydolmakta, mezuniyet sonrasında da ciddi baro sınavlarına girebilmektedir. Bu yöntem, belli bir fikrî olgunluk gerektiren hukuk mesleği için kanaatimce de yerindedir ama bunun ülkemiz gerçekleri karşısında uygulanması şimdilik zor gözükmektedir mevcut kadroyu düşündüğünüzde.
Son olarak şunu söyleyeceğim değerli arkadaşlar: Şimdi, beş yıldır bu Komisyonda görev yaptığımı biliyorsunuz. Konuşmak için konuşmuyorum, hazırlanıp burada, bu düşüncelerimi ifade etmek istedim, bazılarını da özetledim, geçtim, belki aşamalarda söyleyeceğim ama bunun bir nihayete erdirilebilmesi için burada yaptığımız işi doğru bir zemine oturtabilmemiz için partizan bakış açısından, slogan cümlelerden, geçmişten ders almak dışında geçmişle hesaplaşma yarışına girmekten kaçınmak gerektiğini düşünüyorum. Tarihten husumet çıkarılmaz; geçmişteki örnekler üzerinden, varsa yanlış örnekler üzerinden bugünü savunmayalım; bugüne bakalım. Ben geçmişten, yakın tarihimizden, birkaç sene öncemizden örnekler verirken söylediklerimizi, yaşadıklarımızı ve gerçeklerimizi ortaya koymak adına bu konuşmayı yaptım. Dolayısıyla, bu doğru bir iş değildir, bundan vazgeçin. Baroları bölmeyelim, çoklu baro uygulaması bu işe ciddi zarar verecektir.
Barolar Birliğinin delege yapısına gelince, yani Türkiye'nin sosyoekonomik şartlarını düzeltelim. Türkiye'nin bütün illeri birbirinden güzel. 81 ilde eşit nüfus dağılımı, benzer nüfus dağılımı olsun; millet ekmek kapısı için büyükşehirlere yığılmasın, avukat sayısı artmasın. Bunun başka bir çözümü yoktur. Bu şekilde yapılacak bir düzenleme daha fazla hakkaniyet dışı olacaktır.
Ben, beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum, sabrınız için teşekkür ediyorum.
Hepinize saygılar sunuyorum.