| Komisyon Adı | : | ÇEVRE KOMİSYONU |
| Konu | : | (2/3133) esas numaralı Türkiye Çevre Ajansının Kurulmasıyla İlgili Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 14 .10.2020 |
GÜLÜSTAN KILIÇ KOÇYİĞİT (Muş) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, Bakanlığın değerli yetkilileri; hepinizi selamlıyorum.
Tabii, şimdi bir teklif var ve biz teklifin teknik boyutuyla ilgili bir tartışma yürütüyoruz fakat bugün aslında burada tartışmamız gereken şeyin kendisi bir ideolojik yaklaşım. Yani, bizim toplumdaki üretim ilişkilerine, toplumdaki tüketim ilişkilerine, kamu kaynaklarının dağılımına, kamu kaynaklarının kimin yararına kullanıldığı gibi bazı tartışmaları yürütmeden ve bunları nihayete erdirmeden bugün çevre için düzenleme yapmamızın mümkün olmadığını ifade etmemiz gerekiyor. 2002 yılından beri iktidara gelen AKP'nin yaptığı birçok düzenlemenin -ki bunu yüzde 90 gibi büyük bir oranla da ifade edebiliriz- aslında sermayenin lehine olduğunu çok iyi biliyoruz. Gerçekten şirketleri kurtarmaya, sermayeyi kurtarmaya ve bunları kalkındırmaya dönük bir politikası olduğunu ve bu konuda, gerçekten, doğayı da insanı da toplumu da kültürü de hiçe sayan bir yaklaşım olduğunu çok iyi biliyoruz. Birkaç örnek vermek istiyorum. Örneğin, en çok bilineni Yeşilyol Projesi'ydi ve Havva Ana orada bir haykırışla karşı çıkmıştı, "Devlet kimdir?" demişti ve "Devlet benim..." Yani, devletin asli unsurunun yurttaş olduğunu ve yurttaşın yaşamadığı, yurttaşın yaşam hakkının, sağlık hakkının, eğitim hakkının olmadığı bir yerde aslında devlet diye bir olgudan bahsedemeyeceğimizi de çok kısa, özet ve veciz bir şekilde belirtmişti. Şimdi, ama AKP oraya ne diyor? "Yaylaya yol götürüyorum." Her yere yol götürürsünüz. Bugün, Londra'nın her tarafı yollarla kaplı ama Londra'daki ortalama trafiğin hızı 10 kilometre. Yani, sizin yol yapmanız, sizin çok hızlı arabalar yapmanız, sizin çok kalkınmanız, aslında çok iyi bir şey yaptığınız anlamına gelmiyor. Aksine, her yere gitmeniz, her yere ayak izinizi bırakmanız, her yeri talan etmeniz gibi bir sonucu doğuruyor. Karadeniz'in yaylaları bugün AKP'nin rant politikaları nedeniyle tarumar olmuş durumda. Kıyılamayacak ağaçlara ne yazık ki artık bakılmıyor, ortada ağaç diye bir şey kalmadı, birçok endemik tür yok olmuş durumda ve bütün bunları kör, sağır, dilsiz, hâlâ yeşili korumakla övünen bir iktidarla da karşı karşıyayız.
Şimdi, herkes bilir, Hasankeyf 12 bin yıllık bir tarihî mirastır, binlerce yıllık medeniyetlere ev sahipliği yapmıştı. Şu anda ne oldu Hasankeyf'e, Hasankeyf sular altında. Neden? Baraj yapıldı. Peki, 12 bin yıllık tarih mi önemliydi yoksa Hasankeyf'te yapılan baraj mı önemliydi? Sanırım 12 bin yıllık insanlık tarihinin değerleri, insanlığın ilk yerleşim birimi olan Hasankeyf'in kendisi yapılan barajdan katbekat daha fazla değerliydi ama bugün Hasankeyf ve Hasankeyf'teki bütün o tarihî dokular sulara gömülmüş durumda ve AKP iktidarı Hasankeyf'in yeni yüzü diye devletin resmî ajansından Hasankeyf resimleri servis edebiliyor. Evet, Anadolu Ajansı Hasankeyf'in yeni görünümü diye gözümüzün içine baka baka bizimle dalga geçer gibi Hasankeyf resimleri yayınlayabiliyor. İnsanın dehşete düşmemesi, ürpermemesi, akıl sağlığından, ruh sağlığından, beden sağlığından şüpheye düşmemesi inanın ki işten bile değil, bu kabul edilebilir bir şey de değil. Sadece bu mu? Hayır, bunun gibi yüzlerce proje var, bunun gibi yapılan barajlarla katledilmiş, yok edilmiş yüzlerce, binlerce alan var ve bütün bunlara karşı duyarsız olan bir iktidar var.
Şimdi, depozito uygulamasıyla Sıfır Atık Projesi'ni uyguluyorsunuz, çok iyi. Ben, yaşadığım mahallede örneğin, pillerimi atmak için çalıştığım zaman hastaneye götürmek zorunda kalıyordum, oğluma da okula götürmesi gerektiğini söylüyordum. Neden? Mahallede pil atık kutusu yoktu. Çok mu zor bir şey? Ama yapılmıyor. Ya da şunu söyleyeyim: Şimdi şurada işte plastiklerin içerisinde su içiyoruz ama evlerimizde musluktan akacak suyu içemiyoruz, hepimiz su satın alıyoruz değil mi arkadaşlar? Sıfır Atık Projesi mi? Gelin, musluktan akan suları içebileceğimiz şekilde olsun, ayrıca su satın almadan herkes musluğundan su içebilsin, eskisi gibi kent meydanlarında çeşmeler olsun, yoksul insanlar bu yoksullukta gidip suya para vermek zorunda kalmasın, bakın bizim atık yükümüz ne kadar azalıyor. Yapıyor muyuz bunu? Hayır, yapmıyoruz, canım dereleri şirketlere peşkeş çekiyoruz. Bugün en güzel sularımız plastiğin içerisindeki kimyasallara maruz kalıyor ve biz de bu kimyasallarla beraber tekrardan bu suyu içiyoruz. Yapılan birçok tahlilde, birçok firmanın içme sularının, şu plastikteki içme sularının aslında standardı taşımadığı çok açık ve net biliniyor ama bunu yapmıyoruz. Bugün, Bursa'nın Uludağ'ın mı suyu meşhur, işte Dersim'in Munzur'un mu suyu meşhur; onu getirip o kentin sakinlerine içirmiyoruz ama gidip Almanya'da Munzur suyu görüyoruz. Niye? "Niye bu doğal kaynakları bu ülkenin insanlarına öncelik vererek sunmuyoruz da bütün bu doğal kaynakları rant uğruna talan ediyoruz?" diye herkesin kendisine sorması gerekiyor sanırım.
Bakın değerli arkadaşlar, şimdi eğer sıfır atık politikasını tartışıyorsak makroekonomiyi tartışmak zorundayız, üretim ilişkilerini tartışmak zorundayız. Türkiye şu anda Avrupa'da çevre baskısı nedeniyle, iklim baskısı nedeniyle, ek protokoller ve ek vergiler nedeniyle Avrupa'dan kaçıp Türkiye'ye gelen çimento fabrikalarıyla dolu ve çimento fabrikaları en kirli sanayi alanını oluşturuyor; sera gazı emisyonu en yüksek olan alanlar, doğayı, taşı, toprağı, her şeyi yok eden bir sanayi başlığını oluşturuyorlar ve bugün Türkiye'deki en büyük çimento üreticileri Limak'ından Sabancı'sına, Sanko'suna kadar herkesin bir yabancı firmayla, Avrupa firmasıyla ortaklığı var ve bunlar her gün toprağımızı, taşımızı sömürüyor ve Türkiye Avrupa'da 1'inci, dünyada 4'üncü çimento üreticisi. Peki, çimento üretimi yapmayan Brezilya ya da Hindistan aptal mı, niye üretim yapmıyor? Ya da Avrupa aptal mı bugün çimento üretimi yapmıyor da bütün bu tesislerini Türkiye'ye, bütün bu kirli sanayisini Türkiye'ye ihraç ediyor ve biz bugün doğamızı yok etme pahasına çimento üretiyoruz ve Avrupa'ya çimento satıyoruz, en büyük ihracatçı pozisyonundayız?
Şimdi, bunları konuşmadan, Kocaeli'deki kirliliği ya da diğer büyük şehirlerimizdeki kirliliği konuşmadan gelip burada çok naif, aslında baştan insanın kulağına da çok hoş gelen, çevreye dair duyarlılığa ilişkin bir teklifi konuşmak insana hoş geliyor ama ben size söyleyeyim, bakın, bu ülkede çevre mücadelesi, ekoloji mücadelesi yürütenlerin başına ne geliyor? Kocaeli Üniversitesinde Halk Sağlığı Profesörü olan Sayın Onur Hamzaoğlu Dilovası çalışması yüzünden soruşturmaya uğradı, dava açıldı hakkında. Neden biliyor musunuz? Dedi ki: "Dilovası'ndaki çevre sorunu nedeniyle, Dilovası'ndaki atıklar nedeniyle, yeni doğan bebeklerin kakasında ağır metaller var." Bunu bilimsel verilerle ortaya koydu ve yeni doğurmuş annenin sütünden beslenen yeni doğan bebeğin kakasındaki bu ağır metallerin Dilovası'ndaki kirli sanayi, yeterli baca filtrelerinin olmaması nedeniyle olduğunu söyledi. Ne oldu biliyor musunuz? İşte, vatana bilmem neden yargılandı değerli arkadaşlar. Böyle bir ülkede, şimdi, böyle bir koşulda bugün Kaz Dağları'nı savunmak için gecesini gündüzünü o soğuk koşullarda çadırda yaşayıp Kaz Dağları'nı savunan yurttaşa karşı bizim vefa borcumuz varken, onlara müteşekkir olmamız gerekirken, şurada rahat koltuklarda otururken onlar orada çadırda kaldığı için gidip ellerini, belki ayaklarını öpmemiz gerekirken her gün polisin zapturaptı altında, gözaltına alınıyorlar. Niye? Çünkü diyor ki: "Uluslararası Kanadalı Alamos Gold şirketi gelmesin, burada altın aramasın çünkü bu ağaçlar, bu orman, bu yaşam altından daha değerli; yeryüzünün üstü yeryüzünün altından daha değerli, madenlerden daha değerli." Tıpkı bir zamanlar Bergama'da altına karşı mücadele eden teyzenin söylediği gibi, öldüğümüzde bizi saracak çaput lazım, pamuk lazım bize; biz altın yiyemeyiz, bize yemek lazım, sebze lazım. Şimdi, altın yiyemeyeceğimize göre, krom yiyemeyeceğimize göre, madenlerle beslenmeyeceğimize göre neden bütün tarım alanlarımızı, bütün dağlarımızı, ovalarımızı, sularımızı bu kirli sanayilerle kirletiyoruz ve bunun sonucunda da hiçbir önlem almıyoruz?
Sayın Vekilim çok iyi söyledi. Evet, biz doğayı ve bu hayatı çocuklarımızdan emanet aldık. Ama benim 2 oğlum var ve ben çocuklarım adına kaygılıyım. Şu anda çocukların yüzde 60-70'inde alerjik astım sorunları görülüyor, bir çoğunda kronik hastalıklar var. Neden? Çünkü çevre kirli, çünkü doğal alan yok, çünkü yeşil alan yok. Çocuklar meyvenin nerede yetiştiğini bilmedikleri bir ortamda, bir coğrafyada büyüyorlar. Düşünün meyve cenneti olan, tarım cenneti olan bir ülkede çocuğa buğdayın nasıl yetiştiğini anlatamıyorsunuz. Neden? Çünkü çevreniz betonlarla dolu. Her şeyi betona gömen, her şeyi betondan bekleyen bir anlayışla biz nasıl bir çevre düzenlemesi yapacağız ve nasıl gelecek kuşaklara bu doğayı vereceğiz? Jeotermalinden tutun HES'ine kadar, RES'ine kadar, her şey talan ediliyor. Bakın, can suyu bile bırakılmıyor, can suyu. Hani HES'ler yapılıyor ya, normalde firmaların orada, o derede yaşayacak balığın, oraya gelecek, su içecek geyik, kurt için su bırakması gerekiyor, can suyu bırakması gerekiyor. Bu firmalar o kadar açgözlüler ki o can suyunu bile bırakmaya gözleri kesmiyor, bütün suyu kurutuyor ve o canım dereler artık akmıyor.
Şimdi, biz burada sorumluluk alacak mıyız? Bu ülkenin yurttaşları olarak, her şeyden önce bu ülkede yaşayan insanlar olarak, vekilliğin ötesinde insani, vicdani, hukuki olarak kendimizi bundan sorumlu olarak görecek miyiz arkadaşlar? Ben görüyorum. Ben Salda Gölü'ne hiç gitmemiş biri olarak, belki de hayatı boyunca hiç gitmeyecek biri olarak Salda Gölü'nün kumları için kahroluyorum. Kaz Dağları'na hiç gitmemiş biri olarak söylüyorum, diyebilirsiniz ki niye hiç gitmediniz? Ama ben Kaz Dağları'nın o resimlerini gördüğümde, o çıplak bozkır tepeleri gördüğümde, o yeşilin yerine açılmış maden sahalarını gördüğümde inanın ki canım yanıyor, kahroluyorum çünkü bunlar hepimizin, bütün insanlığın. Etiyopya'da yaşayan insanın oksijenini belki burası üretiyor. Doğanın bir mülkiyeti olabilir mi, doğanın bir sınırı olabilir mi? Olamaz. O zaman herkesi gerçekten bu anlamda biraz daha samimi bir öz eleştiri yapmaya ve şu ana kadar yapmadıklarımızı yapmaya davet ediyorum. Örneğin, Paris İklim Anlaşması'nı imzalamamıza rağmen neden henüz onaylamadık değerli arkadaşlar? Nedenini ben söyleyeyim: Fon bekliyoruz çünkü. Bizim taahhüdümüz ne biliyor musunuz? 2030 yılına kadar biz karbon emisyonlarını 2 katına çıkarmayı vadediyoruz. Bütün dünya seferber olmuş durumda, 2100 yılına kadar bütün küresel sıcaklığı sanayi öncesi 2 derecenin altında, 1.5 derece civarında tutmak için seferber olmuşken Türkiye hiçbir taahhütte bulunmadığı gibi ilk imzacılardan olduğu Paris İklim Anlaşması'nı henüz onaylamıyor ve bunu yaparken de hiçbir öz eleştiri vermiyor. Bunu bize borçlu değerli arkadaşlar, bütün çocuklarımıza borçlu, bütün ülkeye borçlu, bütün dünyaya borçluyuz bunu. Bakın, bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinde konuşuyoruz diye sanıyor muyuz ki yanı başımızdaki Yunanistan'ın iklim sorunu bizi ilgilendirmiyor? Çernobil oldu, bütün Karadeniz'i gördünüz işte, ne oldu? Bütün çay, fındık gitti, zehirlendi. Onun için bütün bunları daha gerçekçi bir zeminde tartışmaya ihtiyacımız var.
Bakın arkadaşlar, Anayasa ne diyor: "Tek özel ve genel af çıkarılmayan yasa Orman Kanunu." Yani, bu kadar kıymetli bir yasamız var ama açık söyleyelim, ya, her gün dozerlerle ağaçlar katlediliyor, her gün inşaat yapmak için, otel yapmak için o güzelim koylar yakılıyor, yıkılıyor ve kimse demiyor "Ya, niye yapıyorsunuz bunu, yazık değil mi? 3 ağaç daha yaşasa ne olur yani? Her şey para mı, her şey beton mu, her şey otel mi, her şey turizm mi?" Turizmse söyleyeyim: Siz Hasankeyf'i kalkındırsanız, siz bu ülkenin tarihî zenginliklerini, kültürel zenginliklerini canlandırsanız, bu ülkedeki barışı tesis etseniz, alın size ekonomik kaynak değerli arkadaşlar. Ne madene ihtiyacımız olur bizim ne altına ihtiyacımız olur ne de bu tesislere ihtiyacımız olur, 10 tane ülkeyi doyuracak ekonomik kapasiteye ulaşırız sadece turizm geliriyle ama yok eden, talan eden bir anlayışla değil, doğaya özen gösteren bir anlayışla. Doğanın efendisi olan değil, bir parçası olduğunu düşünen bir anlayışla. Biz doğaya tahakküm ediyoruz. Sermaye doğayı sömürüyor. Öncelikle bunun karşısına geçmemiz ve bizim bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.
Tabii, söyleyecek çok şey var, buna saatler yetmez belki ama şunu görmemiz gerekiyor: Nasıl çevre sorunu yere çöp atmama sorununa indirgenemezse ekoloji mücadelesi de depozitolu geri dönüşüm malzemesine indirgenemez. Yani ben yoğurt kabı aldım, götürdüm yoğurt kabını verdim, 0,5 kuruş bana geri verdi, sıfır atık olacak. Hayır, böyle bir gerçeklik yok değerli arkadaşlar, kendimizi kandırmayalım. Eğer gerçekten Türkiye'nin ekolojik dengesini, yaşamını, tarım alanlarını, hayvancılığını, merasını, otlaklarını korumak istiyorsak gerçek anlamda kalıcı bir projeye, makro bir bakışa ihtiyacımız var. Her şeyi rant, para, dolar, altın, maden olarak gören bir anlayışla dünyanın en iyi anlaşmasını yapsanız, dünyanın en iyi yasal düzenlemesini yapsanız da ne topluma ne de halka faydası olacaktır, olamaz.
Teşekkür ediyorum.