KOMİSYON KONUŞMASI

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, değerli bürokratlar, değerli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmanızı dinledim, dağıtılan kitapçığa da baktım. Geçenlerde Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesini konuşurken kullandığım bir cümleyi sizin için de kullanmak durumundayım. Sayın Bakan o zamanlar yani kendi Bakanlığını ve yaptıklarını anlatırken çok heyecanlı bir şekilde, dağıttığı kitapçıkta da öyleydi... Esasında "Spor Bakanı" kendisi ama Gençlik ve Spor Bakanı değil bence. Neden değil? Çünkü anlaşılan sporla ilgili her türlü işi yapıyor Bakan, yani ben ikna oldum şahsen, yapılması gerekenleri yapıyor fakat gençliğin sorunlarını çözmekle ilgili olarak çok bir şey yapmıyor.

Sayın Bakan, benzer bir cümleyi sizin için de kuracağım, kusura bakmayın ama şöyle söyleyeyim: Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı olarak esasında siz teknolojiyle ilgili gerçekten yapmanız gerekenleri yapıyorsunuz anlaşılan, o konuda ben ikna oldum, görece olarak zaten rakamlar da gösteriyor. Fakat "sanayi" kelimesinin ima ettiği, iş dünyasının önemli bir kesimiyle ilgili olan sorunlar duruyor, doğrusunu isterseniz onlarla ilgili konuşmanızda çok aydınlatıcı bilgilere rastlamadım ben, dolayısıyla da teknolojiden ziyade ki teknoloji de konuşacağım ama asıl sanayinin sorunları çerçevesinde konuya bakmak gerektiğini düşünüyorum.

Sanayimizi uzun anlatmama gerek yok. Sanayimizin bence görebildiğim kadarıyla birkaç tane temel sorunu var. Bunlardan bir tanesi: Sanayide hâlâ merkez ve çevre ilişkisi çözülebilmiş değil yani merkezdeki büyük firmalar ile KOBİ'ler arasındaki ilişkiler hâlâ sorunlu. Bunu açabiliriz ama üzerinde konuşacak çok konu var, sonraya bırakayım ama böyle bir sorun var. Bu esasında bölgesel anlamda da... Sanayinin merkez bölgeleriyle KOBİ'lerin daha çok yer aldığı bölgeler arasındaki ilişkiler de çözülebilmiş değil. Bu, bence -görebildiğim kadarıyla- çok temel sorunlardan bir tanesi.

Bir diğeri: Ekonomide bankalar ve şirketler arasındaki ilişkiler de yeteri kadar çözülebilmiş değil Değerli Bakan, değerli bürokratlar, değerli üyeler. Çünkü baktığımızda gerçekten de... En son şeyi hatırlayın, yani, aktif rasyosu koymak zorunda kaldınız. Niye? Çünkü parasal bir genişleme yaptınız fakat bankalar o parasal genişlemeyi yani rezerv parayı kredilere yönlendirmekte zorlandılar. Niye? Çünkü riskli gördüler. Dolayısıyla da daha ne yaptı? Hazineye borç verdiler mesela. Şimdi, bankalarımızın genetiğinde olan bir şeydir bu zaten. Biliyorsunuz, 90'lı, 2000'li yıllar öncesinde de bu böyleydi. Bankalar mevduat toplar, topladıklarını ya kendi şirketlerine plase ederdi ya da hazineye borç para verirdi ve böylelikle bir düzen kurmuşlardı, yaşıyorlardı. 1999'daki bankacılık reformundan sonra işler biraz zorlaştı onlar açısından. Sizler de benim anladığım kararıyla bu çerçevede önemli katkılarda bulundunuz ama hâlâ sorunların durduğunu söylemek zorundayım.

Bunun dışında şimdi, son, geçenlerde yine, Sayın Cumhurbaşkanı: "Serbest piyasa ekonomisine bağlıyız." dedi fakat arkadaşlar, Türkiye'de serbest piyasa ekonomisi çalışmıyor. Yani neresinden bakarsanız bakın, serbest piyasa ekonomisi dediğimiz mekanizmanın varlığı evet, belki var olduğunu söyleyebiliriz, hani, merkezî bir planlı bir şekilde mal ve hizmetler dağılmıyor belki ama neredeyse merkezî sayılabilecek, daha çok büyük şirketlerin yönettiği bir sanayi yapısından söz ediyoruz. Bu da bir gerçek, bunların da üzerinde birkaç dakika sonra duracağım.

Dolayısıyla ben bu sorunların varlığı devam ettiği sürece -ki Sanayi Bakanlığının kapsama alanında olması gereken meseleler bunlar dolayısıyla da bu meselelere yeteri kadar bence yoğunlaşmamış olduğunuzu düşünüyorum. Belki elinizdeki imkânlar sadece teknolojiye doğru hani, düzenlemeleri yapmak ama benim gördüğüm kadarıyla bu sorunlar çözülmeden Türkiye ekonomisinde önemli şeyler sağlamak mümkün değil.

Bu arada hep söyleniyor, demin arkadaşlardan yine duydum, şimdi, değerli arkadaşlar, bakıyorsunuz, işte, mesela kişi başına millî gelir faktöründen giderek diyorsunuz ki: "Biz çok şeyler yaptık, çok büyük başarılar elde ettik." Arkadaşlar, bu doğru değil yani rakamlar bunu söylemiyor. Evet, yaptınız yani eğer bir yarış gibi düşünürseniz evet koştunuz doğru ama sizden daha hızlı koşanlar olmuş. Yani şimdi sizden daha hızlı koşanlar olmuş olduğu gerçeğini örtbas ederek ne kadar başarılı işler yaptık diye övünmenizi ben anlamakta zorlanıyorum. Ben şöyle rakamlar çıkardım: Bakın, 2002'de Türkiye'de kişi başına gelir 3.589 dolarmış, 2007'de 7.715 dolar olmuş yani 2 kat artmış. Rusya -rakamları hatırlamıyorum- 4,5 kat artırmış, Romanya aynı yıllar içinde 6 kat artırmış, Kazakistan 5 kat artırmış, Türkmenistan 4,5 kat artırmış, Sırbistan 3,5 kat artırmış. Şimdi, dolayısıyla da, evet, dediğim gibi siz de koşmuşsunuz doğru, 2 kat artırmışsınız; eyvallah, bunu, inkâr edecek değiliz ama bizden daha hızlı koşanlar olmuş değerli arkadaşlar. Bunu teslim ederek yaptığımız işleri değerlendirmekte yarar var diye düşünüyorum.

Şimdi, AR-GE konusundan başlayacak olursak, evet, ben dediğim gibi tatmin oldum. Yani, AR-GE konusunda yapılması gerekenlerle ilgili olarak özel sektörü motive ettiniz. Özel sektör de kamu sektörünün yanı sıra daha çok silah sanayisi çerçevesinde olmakla birlikte yeni AR-GE harcamaları yapıyorlar, sizin konuşmanızda söylediğiniz gibi çok sayıda insan istihdam ediliyor vesaire, bunlar tamam fakat yine sonuçta baktığımızda değerli arkadaşlar, AR-GE harcamaları gayrisafi millî hasılanın yüzde 1,06'sı benim bildiğim kadarıyla, eğer yanlış değilse. Yani dolayısıyla da bu yüzde 1,06 yeterli rakam değil, yine karşılaştırma yapın isterseniz. Ben yaptım, mesela Yunanistan yüzde 1,18. Yunanistan, yani 10 milyonluk nüfusu var.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Sadece rakamsal bir düzeltme açısından, 1'i geçtik biz de Sayın Vekilim.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - İşte "Yüzde 1,06" dedim.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Türkiye...

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Evet evet. "Türkiye yüzde 1,06" dedim. Yanlış değil herhâlde.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Yüzde 1,06, doğru.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Dolayısıyla da Portekiz yüzde 1,36, İspanya yüzde 1,24; böyle gidiyor. Yani evet, ben hatırlıyorum, 1990'lı yıllarda binde 1'lerden söz ederdik AR-GE'ye gayrisafi millî hasıla içinden ayrılan payı. Dolayısıyla da görece olarak yüzde 1,06 iyi bir rakam sonuçta ama yeterli bir rakam değil açıkçası arkadaşlar. Yani Türkiye'nin böyle bir arz güvenliğini sağlamak ve teknoloji bazlı bir yükselişe girmesinin yolu bu AR-GE harcamalarının sadece savunma sanayisi çerçevesinde değil, diğer alanlarda yapılabilmesini sağlamak lazım çünkü Türkiye'nin ancak böyle bir çabayla kalkınması mümkün. Nitekim ben mesela ihraç ürünleri içinde teknolojik yoğunluğu olan istatistiklere baktım, mesela orada da 1990'da Türkiye yüzde 1,2'ymiş, 2018'de yüzde 2,3 olmuş. İhracat içindeki yüksek teknoloji ürünlerinden söz ediyorum fakat mesela Arjantin 2018'de yüzde 5,3'e gelmiş. Brezilya yüzde 13'e gelmiş. Kore yüzde 36,3. Meksika yüzde 21. Yani ihracat içindeki yüksek teknoloji ürünlerinin payından da gidersek doğrusunu isterseniz AR-GE çabalarının da yetmezliğini kabul etmemiz lazım gelir diye düşünüyorum.

İkinci konu olarak KOBİ'leri konuşmak istiyorum. Değerli arkadaşlar, KOBİ'ler dünyanın başka ülkelerindeki KOBİ'ler gibi ele alınacak bir konu değil bence. Türkiye'de KOBİ'lerin başka bir perspektiften değerlendirilmesi lazım. Tabii, bu uzun bir tartışma konusu ama ben kabaca söyleyeyim: Türkiye'nin sanayileşme sürecinde ithal ikamesi politikalarının uygulandığı 1960'lı yıllardan itibaren sanayinin yapısında bir ikilik ortaya çıktı. Bu da merkezdeki büyük şirketler dünyası, bunların her biri neredeyse holding şirketi olarak organize olmuşlardı, her birinin bir bankası vardı, her biri perspektif olarak ihracata yönelik olarak üretimini düzenliyorlardı, bunun da ötesinde ileri geri bağlantıları olan bir yapıya sahiptiler. Fakat öte yandan KOBİ'ler böyle değildi arkadaşlar, KOBİ'lerin -hepiniz biliyorsunuz ki- en önemli sorunları finans sorunlarıydı ve de finans sorunları da bu bahsettiğim merkezdeki banka ve kendi bankaları olan firmalar dünyasıyla çelişiyor idi. Bakın, ben size söyleyeyim, mesela Türkiye'de ilk defa bu konuyu gündeme getiren rahmetli Erbakan Hoca olduydu hatırlayacaksınız, "Anadolu sermayesi, Anadolu aslanları" vesaire diyerek gündeme getirmişti. Gerçekten de hani hasbelkader ben de bu konuyla ilgilenmiş bir insanım, yani şunu gördüm... O dönemlerde hatta hatırlayacaksınız, bu şirketler, Anadolu'nun şirketleri "SİAD" adıyla örgütlenmişti, TÜSİAD'ın dışındaydılar, sanayici ve iş adamları dernekleriydi. Her ilde neredeyse bir sanayi ve iş adamı derneği vardı. Kimdi bunlar diye baktığımızda, benim o zamanlar tespitlerimden giderek söyleyeyim: Bunlar iyi okumuş, yerel olarak belirli bir varlığa sahip olan ailelerin çocukları. Boğaziçi'nde okumuş, bakmış iş yok, gelmiş babasının soba fabrikası gibi fabrikası varmış, almış o soba fabrikasını ihraç yapar hâle getirmiş mesela ve bunlar Türkiye'de üretim yapmak istiyorlar, bir anlamda güneşin altında haklarını arıyorlar yani öyle söyleyeyim. Fakat Türkiye'nin merkezindeki firmaların ve maalesef iktidarlar da hep böyle onlara yakın davranmışlardır, bunun da arka planı vardır çünkü kalkınmayı öyle görmüşlerdir, öyle anlamışlardır; sanmışlardır ki büyük şirketler dünyasını desteklersek kalkınma da olur. Aslında tuhaf bir tezat gibi duruyor ama Adalet ve Kalkınma Partisi de benzer bir şey yapıyor şu anda. Bütün teşvikleri iş dünyasının kâr marjını artırmaya yönelik olarak kullanmaya çalışıyor, birazdan göstereceğim. Hâlbuki büyük sanayi şirketlerinin kâr marjları zaten aldı başını gidiyor, KOBİ'lerin düşüyor. Dolayısıyla da burada böyle bir yapıyı kırmak gerekiyordu ve bu nedenle de dünyanın hiçbir ülkesinde KOBİ'ler bir siyaset konusu olmamışlardı. Yani Türkiye'de hatta Adalet ve Kalkınma Partisini iktidara getiren bir anlamda güçler diye bir şey tanımlayacak olursak bu güçler de... Kemal Bey benden daha iyi biliyordur o sanayici olarak ya da o konularda işin içinde olduğu için bildiğini biliyorum, dolayısıyla da burada bu meselede hâlâ çözülebilmiş değil değerli arkadaşlar.

Bakın, benim okuduğum, gördüğüm kadarıyla geçmiş yıllarda, 90'lı yıllarda toplam yatırılabilir fonlar içinde KOBİ'lerin aldığı pay çok cüziydi. Rahmetli hoca "Yüzde 4 civarında" derdi, aşağı yukarı da doğruydu o rakam. Şimdi yükseldi, nereye yükseldi? Yüzde 20'ye yükseldi. Değil mi? Öyle görüyorum ben. Yani yatırılabilir fonlar içinde mesela BDDK'nin verilerine göre kredi kullanan şirketlerin, KOBİ niteliğindeki şirketlerin toplam aldıkları pay yüzde 20 civarında. Yani kredilerin yüzde 80'i hâlâ o büyük şirketlere gidiyor arkadaşlar. Ha büyük şirketlere gidiyor, ya ne derdin var büyük şirketlerle diyebilirsiniz. Arkadaşlar, bir derdimiz var hakikaten ve bu derdimizi de Sanayi ve Teknoloji Bakanının konuşması lazım ve hatta ben örgüt yapınıza baktığımda şaşırarak gördüm ki sizi tüketiciyile ilgili yapmışlar. Hâlbuki siz doğrudan doğruya rekabet otoritesiyle çalışmanız lazımdı. Çünkü bugün itibarıyla Türkiye sanayisine, ekonomisine baktığınızda tekelleşme dünyanın herhangi bir ülkesinde olsa derhâl müdahale edilmesi seviyelere gelmiş durumda ama kimse kılını kıpırdatmıyor. Ve Rekabet Kurumu -hasbelkader kurulmasında da katkım olan bir kurumdur ama- bakıyorum Bakanın arkasında oturuyor, bağımsız olması gereken bir kurum esasında, Bakanın arkasında oturuyor. Onlara da söyledim: Niye orada oturuyorsunuz? Siz, yasanızda bağımsız ve tarafsız olması gereken yani siyasetten de uzak olmanız lazım, özel çıkarlardan da uzak olmanız lazım. Çünkü onların kuruluş mantığı bu. Ama maalesef 2011'den itibaren Sayın Cumhurbaşkanı ki... Ben onu çok temelden eleştiriyorum 2011'den sonra Adalet ve Kalkınma Partsinin kimyasının bozulduğu kanaatindeyim ben ve o bozulmanın temel meselelerinden bir tanesi de işte bütün bu bağımsız kurumları bakanlıklara bağlayarak doğrudan doğruya kendi elinin altına almış olmasıdır. Bu, kararların merkezîleşmesi anlamına geliyor ve merkezileşen kararların hata içeriği olması çok daha fazla diye düşünüyorum.

Şimdi, dolayısıyla da zamanım da hızla azalıyor. Şimdi hani, ben söylesem diyeceksiniz ki: "Ya, siz soldan geliyorsunuz, HDP'lisiniz, bu konularda zaten hep böyle aykırı şeyler söylersiniz." Bunu dersiniz yani diyebilirsiniz de daha doğrusu. Fakat değerli arkadaşlar, Merkez Bankasının 5 üyesiyle birlikte yine Chicago Üniversitesinden Aksin soyadlı Türk bir profesörün yaptığı bir çalışma var ve bu çalışma ben bu toplantılarda söylemek zorunda hissediyorum kendimi çünkü bu çalışma hani, bütün siyasi kaygılardan ayrı bir şekilde ele alınmış anlaşılan. Yani iş dünyasının dinamiğini anlamak üzere yazılmış bir makale bu. Şimdi bu makaleyi ben size buradan gösteremeyeceğim belki ama kırmızıyla işaretledim. Bakın, 2012'den sonra yoğunlaşma oranları dediğimiz oranlarda -ki tekelleşmeyi ölçen bir oran- hızla bir yükseliş var. Aynı yükseliş bir başka endeksle gösteriliyor, yine hızlı bir yükseliş var ve bunu açıkça yazıyorlar da zaten, kendileri de ifade ediyorlar grafiğin ifade ettiğini yani diyorlar ki: "2012'den sonra Türkiye'de tekelleşme artmıştır." Esasında benim deminki eleştirimin tarihinin de aşağı yukarı 2011 olduğunu düşünürseniz, eh, yakınlaşmış oluyor.

Şimdi "Niye derdin var büyüklerle?" diyecekseniz işte bakın, şu tablo: Yine 2016'ya kadar şurada kırmızıyla çizdiğim büyük şirketlerin kârlarına gösteriyor, küçük şirketlerin kârları ise bakın yeşille çizilmiş; biri yukarı giderken biri aşağı gidiyor. Nereden başlıyor? 2010'dan itibaren bu böyle gözüküyor. Aynı şekilde maliyetlerin üzerine koydukları "mark-up"lar bakımından baktığımızda, aynı şekilde, bakın, büyük şirketler daha yüksek "mark-up"la çalışıyor, küçükler ise daha düşük "mark-up"la çalışıyor. Bunlar ne söylüyor bize? Bunlar bence şunu söylüyor: Madem Adalet ve Kalkınma Partisi kendini serbest piyasayla bağlı hissederek konuşuyor o zaman bunları konuşmak zorundayız yani doğrusunu isterseniz Halkların Demokratik Partisi olarak bizim vizyonumuz biraz daha farklı ama şu anda konuştuğumuz konu sizin vizyonunuz olduğu için daha çok sizinle ilgili konuşuyorum ama söylemek istediğim, buradan anlaşılıyor ki Türkiye'de hâlâ sanayinin yapısal sorunları çözülebilmiş değildir. O sebeple de mesela ben Sayın Cumhurbaşkanının bankalarla ilgili olarak birkaç cümlesini hatırlıyorum, küçüklere kredi vermiyor diye serzenişte bulunuyordu; evet, öyle ama sizin elinizde çünkü sonuç olarak bu piyasaların düzenlenmesi... BDDK niçin var, Rekabet Kurumu niçin var? Oradaki pazar gücünü, piyasa gücünü kontrol etmek için var. Bu, şu demek değil değerli arkadaşlar: Geçen sene yaptığınız şeyler hakikaten... Soğan üreticilerinin, patates üreticilerinin peşine düştünüz; bu, o değil yani "düzenleme dediğimiz, "regülasyon" dediğimiz mesele bu değil ki. "Regülasyon" dediğimiz mesele, serbest piyasa ekonomisinde ki yapısal olarak tekelleşmeye müsaittir ve dolayısıyla da aşırı kârlar elde etmeye meyillidir, bunu kontrol etmek üzere yani hâkim durumunu kötüye kullanmak veya uyumlu eylem içinde olmak gibi Rekabet Yasası'nın 4'üncü ve 6'ncı maddeleri çerçevesinde bu pazar gücünün kontrol altına alınmış olması lazım. Şimdi, bunlar, söylediğim gibi, maalesef Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının kapsama alanına giren konular olmasına rağmen ben doğrusunu isterseniz bu konuları sizin perspektifiniz içinde göremedim.

Bir konu daha var, onu da bununla bağlantılı olarak söyleyeyim, zaten sürem bitti. Sayın Bakan, şu konuda altını çizerek konuşmanızı, eyvallah, çok samimiyetle doğru buluyorum: Rekabet. Yani nedir? Mesela Türk ekonomisinin rekabetçi olması yani başka piyasalarla ilgili bir rekabetten söz ediyorsunuz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Sayın Katırcıoğlu, iki dakika ek süre veriyorum, tamamlarsanız...

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Çok teşekkür ederim, sağ olun.

Başka ülkelerin, mesela diyelim ki İtalyanların sattığı buzdolabından daha iyi buzdolabı üretmek, daha düşük maliyette üretmek; dolayısıyla, daha uygun fiyatlarla piyasaya çıkmak, verimliliği artırarak bunu yapmak vesaire. Bunlar, rekabettir, doğru ama rekabetin bir başka anlamı daha vardır ki ondan hakikaten söz etmiyor Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının içeriği; o da piyasalardaki firmalar arası rekabettir ve piyasalardaki firmalar arası rekabet, esasında sizin dünya ölçeğindeki, diğer anlamdaki rekabetçi pozisyonunuzu da besleyecek olan bir şeydir. Eğer piyasalarınızda rekabet var ve maliyetler düşüyor ise o zaman daha avantajlı hâle gelebilirsiniz yani daha rekabetçi hâle gelebilirsiniz diğer ürünler karşısında.

Yani dolayısıyla da bunlar eksik gibi geliyor bana ve burada en temel, son cümle olarak söyleyeyim: Bir vizyon, perspektif sorununuz olduğu kanaatindeyim. Tıpkı geçmişte benim fiilen de gördüğüm ve yaşadığım 90'lı yıllara benzer bir biçimde, o zamanlar KİT'ler konuydu, KİT'lerin ürün fiyatlarını düşük tutarak özel sektörün maliyetlerini aşağı çekerek onların fiyatlarını da düşüreceğini sandılar ve dolayısıyla da ihracatçı bir potansiyel ortaya çıkacak diye düşündüler ama öyle olmadı. Ne oldu? Olan şey bütçe açıklarına yani bizim vergilerimizle karşılanan kâr transferlerine oldu. Dolayısıyla da benzer bir şeyi... Bilmiyorum, başka yasaların gündeme gelmesi sırasında da izliyorum Bakanların açıklamalarını, görebildiğim şey şu: Sanıyorsunuz ki iş dünyasının kârlarını artırırsanız -ki zaten artıyor- buradan üretim ve yatırım imkânı çıkar diye düşünüyorsunuz. Öyle olmaz değerli arkadaşlar.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Toparlayabilirseniz Sayın Vekilim.

EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Bitiriyorum.

Üretim ve yatırım taleple olur. Talep de çalışan insanların gelirleriyle ilgili bir şeydir. Onun için olayı tersine çevirmeniz lazım. Yani çalışmayanlara, çalışamayanlara, işsizlere, yoksullara, ev kadınlarına eğer siz kaynak aktarırsanız, gelir transferi yaparsanız bu, üretimin ihtiyaç duyduğu talebin artmasına da sebep olabilir. Şu günlerde talep artıyor diye konuşuluyor ya, inanın bu dolar değerinin artmasından dolayı ortaya çıkan zenginleşmenin bir sonucudur, yoksa gerçek değildir, geçicidir.

Teşekkür ederim.