KOMİSYON KONUŞMASI

İSMAİL ÖZDEMİR (Kayseri) - Teşekkür ederim Sayın Başkanım.

Sayın Bakan, saygıdeğer milletvekilleri; 2020 yılı kuşku yok ki Covid-19 salgınının gölgesinde geçmiş, hayatın kendisiyle birlikte ülkeler arası ilişkiler de bu salgından yoğun olarak etkilenmiştir ve hâlâ da etkilenmeye devam etmektedir.

Çin merkezli başlayan salgının, tüm dünyayı etkisi altına alması, insanlığı ve devletleri daha önce hiç alışkın olunmayan koşullar içerisine girmeye mecbur bırakmıştır. Bu şartlarda ülkemiz ise takdir gören bir yaklaşım benimsemiş, devlet-millet dayanışması ve Hükûmetimizin hassasiyetleriyle kendi sağlık altyapısını ayakta tutmayı başarırken salgının beraberinde getirdiği yıkıcı etkiyi de hafifletmeyi başarmıştır. Böylesi bir süreçte ihtiyaç sahibi ve talepte bulunan hemen her ülkeye Türkiye'nin insani yardım sunması yerinde, örnek ve güzel bir uygulama olmuştur. Salgının etkisini artırdığı zamanlarda yurt dışında bulunan ve ülkemize dönmek isteyen vatandaşlarımızın tahliye ve erişimlerinin de yine başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi sağlanmıştır.

Dünya genelinde güçlü ve gelişmiş olarak gösterilen çoğu ülke, böylesi bir dönemde sadece kendi içerisine odaklanmış, hatta salgını yönetmede çaresiz kalmışken, Türkiye'nin neredeyse her bir vatandaşına sahip çıkarak tüm imkânlarını seferber etmesi hiç kuşku yok ki ülkemizin ulaştığı yüksek seviyeyi gözler önüne sermiştir. Devletimiz, milletimize sırtını dönmemiş, aksine kaç kişi olduklarına bakmaksızın dünyanın en uzak yerine dahi uçaklar kaldırarak vatandaşlarımızı evlerine, ailelerine ve sevdiklerine kavuşturmuştur. Aynı çabalarda çoğu ülke kendi vatandaşlarını tahliye için Türkiye'den yardım talep etmiştir. Bir ülkenin güçlü olduğunu gösteren sadece askerî gücü, ekonomisi ya da diğer imkânları değildir. Bir ülkenin ne kadar güçlü olduğu hangi ölçülerde kendi insanına sahip çıktığı ve dolayısıyla kendi milletinin de ona ne derecede güven duyduğuyla ilgilidir. Salgın döneminde bu gücünü ortaya konması, Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin -Allah'a hamd olsun- ne derecede büyük ve güçlü olduğun ispat etmiştir.

Bu gayretleri bizzat takip ederek sorumluluk üstlenen ve yurt dışında salgına yakalanan vatandaşlarımızın mağduriyet yaşamalarını engelleyen Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun şahsında tüm hariciye teşkilatımıza şükranlarımı sunuyorum. Anlaşılıyor ki hariciyemiz, dünyanın hemen her yerine erişebilecek kadar hızlı ve büyük, Türk'ün gücünü her hâliyle gösterebilecek kadar hassas ve kararlı, nerede bir millet evladı varsa hepsinin kendilerini huzur ve güven içerisinde hissetmelerini sağlayacak kadar gelişmiş ve ilerlemiştir. Bu durum diplomasi dünyasında yeni yüzyıldaki belki de en büyük ilhamımız ve kuvvet kaynağımız olacaktır.

Diğer yandan yaşanan Covid-19 salgınının dünyayı siyasi, askerî, ekonomik ve sosyal yönden nereye götüreceği hâlâ muammadır. Pandeminin getirdiği sonuçların uluslararası ve bölgesel gelişmelere nasıl yansıyacağı sorusu ise üzerinde tartışılan bir konu olmakla beraber mevcut kırılganlıkların daha fazla tetikleneceği, var olan meydan okumaların hızlanacağı, güç merkezinin denge bulma arayışının aynı ivmeyle devam edeceği bir iklime doğru dünyanın girdiği ise en bariz kabul koşulları olarak öne çıkmaktadır.

Bu kapsamda 2021 yılına girerken ülkemizin etrafındaki tüm alanların hareketlendiği yahut hareketlenmeye başlayacağı gerçeğiyle yüzleşmek, her senaryoya karşı hazır ve nazır olarak tedbiri elden bırakmamak durumundayız. Bilhassa Hazar, Basra, Kızıldeniz, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz arasında kalan tüm alanlarda yoğun ve hızlı gündemlerin yaşanıyor oluşu asla dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bu bölge, ülkemizin de içerisinde olduğu, dahası millî güvenlik ve bekamızı doğrudan ilgilendiren, mücavir alanımız olarak sayabileceğimiz sınırı kapsamaktadır.

Soğuk savaş sonrasında yeniden şekillendiği ifade edilen dünyamız, bugün Covid-19 salgınından sonra yeni bir döneme daha girmeye başlamıştır. "Üstünlüğün neye bağlı olduğu, güç merkezinin nereye ve nasıl kaydığı ile hangi ölçülerde paylaşılacağı, güç dengesinin hangi ölçülerde tesis edileceği, mevcut düzene yönelik süregelen itiraz sahiplerinin haklılığının nereye varacağı?" gibi çoklu sorgulamalar günümüzde ülkeler arası ilişkileri meşgul etmektedir. Yakın döneme kadar terörizm merkezli şekillenen gündem, akabinde vekâlet savaşlarıyla meşgul olmuş, beraberinde devlet otoritesinin zayıfladığı alanlarda artış yaşanmış ve sınırı aşan göçler yeni koşulları doğurmuştur. Aynı dönem içerisinde değişmeye koyulan sadece "dost, düşman" tanımlaması olmamış, müttefiklik ilişkileri de sorgulanır hâle gelmiştir. Şimdi ise bütün bunlara ilave olarak, küresel çapta bir salgın hastalık ve yarattığı yeni siyasi koşullar üzerinde herkes kafa yormakta, durumları değerlendirmekte hatta yeni şartlara göre çoktan adım atmaya başlamıştır. Böylesi bir dönemde dikkat çeken ana husus ise Birleşmiş Milletlerin yapısı ve işlevinin sorgulanmasıdır. İnsanlığın huzurunun tesis edilmediği bir küresel sistemin önümüzdeki yüzyılda arzu edilen istikrar ve barış ortamının ağırlığını karşılayabileceğine dair haklı endişeler artmıştır. Sadece belirli ülkelerin söz sahibi olduğu, diğerlerinin ise dikkate alınmadığı bir yapının insanlığın ihtiyacını karşılayamayacağı, adil bir düzeni sağlayamayacağı açıktır. Bu şartlarda, ülkemiz haklı olarak dünyanın 5'ten büyük olduğu çağrısını yapmakta, insanlığın kaderinin sadece 5 ülkenin ellerinde olamayacağını ilan etmektedir ve bu çağrının günden güne haklılığı da görülmektedir.

Tıpkı bizim gibi, Almanya, Brezilya, Hindistan ve Japonya'nın da -her ne kadar ilk olarak bunu 2005 yılında ifade etmiş olsalar da- Türkiye'nin ardından seslerini yeniden yükselterek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yapısında reform çağrısı yapmaları dikkatlerden kaçmamaktadır. Dolayısıyla, Birleşmiş Milletler insani hassasiyeti, en üst seviyede ülkelerin iç işlerine karışma gibi gizli niyeti olan çevrelerin amaçlarına alet olmaktan uzak, temsil kabiliyeti ve oranı yüksek, adil bir yaklaşım benimseyen sistem üzerine yeniden tesis edilmelidir. Şayet bu yaklaşım kabul görmezse açıkça önceki tecrübelerden dolayı ifade etmek gerekir ki dünyamız geçen yüzyılda yaşanan 2 büyük yıkımdan daha feci bir sonla yüzleşmek durumunda kalabilir.

Ankara merkezli olarak yaşananlara baktığımızda, uzun süreden bu yana ülkemize yönelen beka tehditlerinin boyut değiştirdiği ve yeni koşullarla karşımıza geldiği şimdiden bellidir. Dünyanın en kırılgan coğrafyalarına sınırdaş olan ülkemiz hiç kuşku yok ki ağır sınamalardan geçiyor. Güney komşumuz olan Irak'ta istikrar ortamı hâlâ yakalanamamışken terör tehdidinin ortadan kaldırılmasına yönelik merkezî hükûmetin gayretleri olsa da henüz neticeye ulaşabilmiş değildir. Başta Kandil ve Sincar olmak üzere, bu ülkedeki PKK tarafından kullanılan terör merkezleri mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Suriye'de ise ülkemizin terörden arındırdığı alanların başında kalan sahada hâlâ normalleşme sağlanamamıştır. Suriye'de kimi alanlarda terör örgütlerinin varlığı devam etmekte ve en önemlisi siyasi sürece geçiş ile koşullara dayalı muamma içeren çok sayıdaki konunun varlığı ortadadır. PKK-PYD terör örgütünün meşru kılıfa sokularak Suriye'yle ilgili siyasi görüşmelere dâhil edilmesi tezgâhı mutlaka bozulmalı, Suriyelilerin kendi topraklarına huzur ve güven içerisinde dönerek yeniden imar faaliyetlerinin başlaması süreci teşvik edilmelidir. Özellikle Karadeniz'de bu yıl içerisinde yaşanan gelişmeler, 2021 yılı için yoğun bir gündemle karşılaşabileceğimizin şimdiden habercisidir. Rusya'nın Kırım'ı gayrihukuki olarak ilhakı sonrasında bölgeye kıyısı olan bazı ülkelerin artan güvenlik kaygıları, ABD'nin Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan'la imzaladığı askerî anlaşmalar sonrasında buralara yeni üs kurmasıyla NATO'nun bu bölgeye yönelik artan ilgisi şimdiden bu gündemi açıkça ortaya koymaktadır. İsrail ve bazı Körfez ülkelerinin "normalleşme" adı altında Ortadoğu'da askerî iş birliğine hız vermeleri ve yeni ulaşımla enerji güzergâhları oluşturma faaliyetleri de dikkatle takip edilmesi gereken bir başka konudur. Asya ve Afrika kıtasıyla ilgili sürdürülen gayretli çalışmaların ivme kazanması ise beklentimizdir. Bilhassa 2016 yılından günümüze kadar geçen zaman içerisinde karşı karşıya kaldığımız her soruna ve meydan okumaya yönelik başarı elde etmemiz, bizi bundan sonra vuku bulabilecek yeni durumlara karşı daha hazırlıklı ve güçlü bir hâle getirmiştir.

Hiç kuşku yok ki Türkiye bugün bölgesinde lider, küresel seviyede söz sahibi bir ülkedir. Bize göre, bahse konu olan sınamaların ve hem bölgesel hem de küresel rekabetin arttığı bir dönemde milletimizin iradesiyle geçtiğimiz Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi, karşı karşıya kaldığımız tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesiyle millî hedeflerimize ulaşılması konusunda en önemli millî dayanak noktamız ve kazanımımızdır.

Sayın Bakanım, saygıdeğer milletvekilleri; dost ve kardeş ülke Azerbaycan'ın, Ermenistan'ın 27 Eylülde gerçekleştirdiği saldırılar üzerine, kendi toprağı olan Karabağ'ı kurtarmaya yönelik başlattığı mücadele tabii olarak bizim de öncelikli gündemimiz olmuştur. İşgalin başladığı 1991 yılından bu yana Birleşmiş Milletler bünyesinde alınan 4 karara rağmen tavrında değişiklik göstermeyen Ermenistan'ın, Azerbaycan'ın sivil yerleşim birimlerini hedef alan saldırıları bıçağın kemiğe dayandığı son nokta olmuştur. Dağlık Karabağ sorununa çözüm bulmak amacıyla oluşturulan Minsk Üçlüsünün, işgale son verip hakkı hak sahibine teslim etmek yerine çözümsüzlükte vakit harcamaları hiç kuşku yok ki en önemli meseleyi teşkil etmiştir. Dolayısıyla Azerbaycan'ın kendi göbeğini kendisinin kesmesi zaruri olmuştur. Karabağ açısından son derece stratejik konumda olan Şuşa'nın 8 Kasım günü Azerbaycan tarafından alınması bölgenin kaderini değiştiren, belki de tarihin baştan yazılmasına sebep olacak son derece değerli ve önemli bir gelişme olmuştur. Bu olaydan bir gün sonra yani 9 Kasım günü Türkiye ve Rusya'nın girişimiyle Ermenistan da mağlubiyetini kabul etmiştir. Taraflar arasında imzalanan anlaşma gereğince Azerbaycan işgalden kurtardığı topraklara sahip olmakla birlikte Ağdam, Kelbecer ve Laçin bölgeleri de soydaşlarımızın kontrolüne geçmiştir. İlave olarak Nahçivan Özerk Cumhuriyeti ile Azerbaycan arasında ulaşımın tesis edilmiş olması son derece önemli ve hayati bir başka sonuç daha olmuştur. Bu bağlantıyla Türk dünyası arasında kesintisiz ulaşım ve bağlantı imkânı da sağlanmıştır.

1921 yılında devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kutlu amaç ve büyük ülkü için, Nahçivan'la olan 17 kilometrelik sınırımızın tesis edilmesi çabası, inşallah aradan geçen yüz yıl sonra maksadına ulaşmış olacaktır. Gerçekleşen bu sonuçla Azerbaycan işgal edilen topraklarını büyük ölçüde kurtarmış, Türkiye Kafkaslarda hâkim bir güç olduğunu göstermiş, Türk dünyası gerçeği fiilî kazanımlara ulaşmış, 21'inci yüzyılda Asya merkezli gelişmelerde potansiyelimiz artmıştır. Bundan sonrası için temennimiz Kafkasya bölgesinde huzur ve barış ortamının tesis edilmesi, bölgede istikrarlı bir iklimin yakalanabilmesi, Türk dünyasına açılan kapımızın ve Türk dünyası ülkeleriyle olan ilişkilerimizin stratejik bir bakış açısıyla ele alınmasıdır.

Elbette dünyada nerede bir soydaşımız yaşıyorsa, nerede bir Türk bulunuyorsa, dahası nerede bir zulüm varsa orası bizim ilgi ve gayret alanımızdır. Bununla beraber herkes kabul etmelidir ki Karabağ, Türk'ündür, Türk vatanıdır; bundan sonrası için hiç kimse bu muhkem ve müstesna gerçeği değiştiremeyecektir. Bizler de ilk günden itibaren tüm varlığımızla nasıl Azerbaycan'ın yanında olduysak bundan sonra da olmayı sürdüreceğiz.

Diğer yandan, 2019 yılında Libya'yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırılması anlaşması, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ardından, Doğu Akdeniz'de kuzey ve batı sınırlarımızı ortaya çıkarmıştır. Hakça ve adilce bir paylaşımın yegâne çıkış yolu olarak benimsenmesi gereken Doğu Akdeniz'de, ülkemizle birlikte Kıbrıs Türklüğünün hak ve menfaatlerinin korunması büyük önem arz etmektedir. Şimdiye kadar Kıbrıs Türklüğünün varlığını yok sayarak hareket edenlere ve ne vicdanlarda ne de hukukta yeri olmayan bir yaklaşımla Türkiye'nin haklarını gasbetmeye çalışanlara karşı Hükûmetimizin kararlı bir duruş göstermesi memnuniyet vericidir. Türkiye'nin kendi deniz yetki alanlarında gerçekleştirdiği arama, tarama ve sondaj faaliyetlerini eleştiren ve karşısında duran çevrelerin temelsiz yaklaşımlarının devam etmesi, özellikle diğer ülkelerin Doğu Akdeniz üzerindeki çıkarlarının ne derecede büyük olduğunu göstermektedir. Sorun başkaları için bölgede günden güne keşfi yapılan yeni ve zengin hidrokarbon yataklarının varlığı ile bu yatakların özellikle Avrupa'ya ulaştırılması için inşa edilmesi hedeflenen enerji nakil hatları olabilir. Ancak Türkiye açısından Doğu Akdeniz konusunun öncelikli olarak egemenlik meselesi olduğu asla unutulmamalıdır.

Şimdiye kadar Doğu Akdeniz'le ilgili izlenen siyasetimize yapılan eleştirilere bakıldığında iki temel konunun önce çıktığı görülmektedir. Bunlardan ilki, neden bu derecede yoğun bir arama-tarama faaliyetlerinin yapıldığı hususudur. Bu konuda temennimiz ülkemizin kendi deniz yetki alanlarında Türkiye'ye değer katacak kendi kaynağına erişmesi ve kullanmaya başlamasıdır ancak bundan daha önemlisi, uluslararası hukuk ve emsal kararlar ışığında belirlenen kendi deniz yetki alanlarımızda istediğimiz faaliyetleri icra edebileceğimizin her çevre tarafından görülmesi, anlaşılması ve kabullenilmesidir.

Bir başka husus ise yine Doğu Akdeniz'de izlenen siyasette kimlerin yahut hangi ülkelerin yanımızda olup olmadığı konusudur. Açıktır ki ülkemiz burada işgale yeltenen ya da tek taraflı yaklaşım sergileyen kesim değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Doğu Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip ülke olarak Türkiye'yi yalnızca Antalya Körfezi'ne hapsedecek yaklaşımların vicdani, ahlaki, hukuki olmadığı, olamayacağı ortadayken yalnız kaldığımız endişesini taşıyanların bağımsızlık ve egemenliğimiz için cumhuriyetimizin kuruluşunda verilen Millî Mücadele döneminde de, millî davamız olan Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasında da benzer bölgesel ve uluslararası koşullarla karşı karşıya bulunduğumuzu gözetmeleri gerekir.

Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de takip ettiği siyaset, çıkar amacı güden bir maksadı değil, egemenliğimizi, bekamızı ve güvenliğimizi doğrudan ilgilendiren millî bir davayı temsil etmektedir. Dolayısıyla, 780 bin kilometrekarelik şüheda kanı taşıyan vatan toprağımızdan nasıl ki tek bir kum tanesini bile veremezsek aynı anlayışın Mavi Vatanımız için de geçerli olduğunu unutmamak, bu hassasiyeti korumak gerekir. Bu kapsamda ülkemizin adil bir paylaşımla yetki sahalarının belirlenmesi konusundaki yaklaşımını koruyarak, diplomasi kanallarını açık tutup, kendi hakkımız olan alanlardaki her türlü faaliyetleri kararlılıkla sürdürürken Kıbrıs meselesinde çözümsüzlüğe ve dolayısıyla Kıbrıs Türklüğünü sürekli mağduriyete iten oyunların karşısında yer alarak, nihai olarak bölgeyle ilgili diplomasi kanallarını da işletmek suretiyle sergilemiş olduğu çabaları destekliyor ve doğru bulduğumuzu ifade etmek istiyorum. Doğu Akdeniz'deki gelişmeler Avrupa Birliğinin üyelik dayanışması görüntüsü altında kendisini Uluslararası Adalet Divanının yerine koyarak tavır takınmasının doğru olmadığını, bunun bizim nazarımızda da asla bir karşılığının olamayacağının bilinmesi gerekir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Türklüğünü yok sayan; Yunanistan'ın ise kendi adalarının olmayan kıta sahanlığı bahsinden hareket ederek uzlaşma zeminini en baştan yok saydığını Avrupa Birliği kendi içerisinde tartışmalı ve doğru yorumlamalıdır.

23 Kasım 2020 günü yani dün Avrupa Birliği tarafından sürdürülen ve her yönüyle tartışmalı olan İrini Harekâtı kapsamında Libya'ya doğru seyreden ve insani yardım taşıyan bir gemimize müdahale edilmesi asla kabul edilemeyecektir. Yunan bir komutanın emrindeki Alman Deniz Gücüne mensup askerlerce tam bir korsanlık edasıyla müdahale edilen gemimiz ve personelinin maruz kaldığı muamele, uluslararası hukukun açık bir ihlali olduğu kadar Avrupa Birliğinin Libya konusundaki iki yüzlülüğünün de dışa vurumu olmuştur. NATO kapsamı dışında icra edilen bir harekâtta NATO üyesi olan ülkemizin bayrağını taşıyan bir gemimiz açıkça hedef alınmıştır. Akdeniz'de insani yardım gemilerinin durduran Avrupa, sığınmacıları denizin orta yerinde ölüme iten paydaşlarının yanında sabıkasına yeni bir kara leke daha eklemiştir. Avrupa Birliğinin şimdiye kadar Libya'da darbeci Hafter'e ulaşan yardımlara sessiz kalması ise üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur ve hiç şüphe yoktur ki Avrupa'nın samimiyetini de tartışmaya açmaktadır. Oysa çok değil, birkaç gün evvel Hafter'in Libya'da Sirte ve Cufra'ya yığınak yapmaya başladığı silah ambargosunun Hafter lehine delindiği, Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilmiştir. Elbette bütün bunlar bizi Libya'ya olan taahhütlerimizi yerine getirmeye, Doğu Akdeniz'deki haklarımızı savunma kararlılığımızdan da geriye asla döndüremeyecektir.

Bu vesileyle, Dışişleri Bakanlığımızın 2021 yılı bütçesinin hayırlara vesile olmasını diliyor, Milliyetçi Hareket Partisi olarak bütçeye desteklerimizi belirtiyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.