KOMİSYON KONUŞMASI

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başbakan Yadımcım, değerli Komisyon üyesi arkadaşlarım, değerli bürokratlarımız, sevgili basın mensupları; hepinizi selamlıyorum.

Tabii, Başbakanlığın bütçesini konuşuyoruz. Maalesef, geride bıraktığımız seneler gibi Başbakanlığın, Cumhurbaşkanlığının bütçesini konuşurken biz rakamların ayrıntısına inemiyoruz bu sene çünkü yapısal bir sorunu tartışma ihtiyacı duyuyoruz.

10 Ağustos seçimleri kuşkusuz ülkemiz açısından demokratik bir seçim olmuştur ve hayırlara vesile olmasını da arzu ediyoruz. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi bizim de tercihimizdir. Bu tercihin arkasında olduğumuzu ifade ediyoruz. Bir yarıştan bir aday çıktı. Bu çok doğal ve normaldir. Ancak, öncesinden de bizim işaret ettiğimiz bir sıkıntıydı bu, sonrasındaki gelişmeler de esasında ilk başta yaptığımız uyarıların yerinde ve doğru olduğunu bize kanıtladı. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmiş olmasıyla Türkiye'de bir gövdeye iki baş koymuş olduk. Yani, halktan aldığı yetkileri, doğrudan halktan yetki alan bir Cumhurbaşkanının Parlamento tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı gibi davranmayacağını önceden öngörmek mümkündü, biz öngörmüştük, bunu ifade ettik de çoğu zaman. Bu önümüze şöyle bir sıkıntı getirdi. Şu anda Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı gibi davranmıyor. Yani Anayasa'daki yetkileri kullanıyor derseniz, Anayasa'nın 104'üncü maddesinde sıralanmış görev ve yetkilerin dışında bir pozisyonda Cumhurbaşkanı var. Farklı bir isim olmuş olsaydı bu durum değişir miydi? Kanımca değişmezdi. Yani farklı bir isim de 10 Ağustosta seçilmiş olsaydı bugün aynı krizi, aynı sorunu tartışıyor olurduk diye düşünüyorum. Sayın Cumhurbaşkanının kişiliğiyle, şahsiyetiyle benim şahsen hiçbir alıp veremeyeceğim bir şey yoktur, o ayrı bir değerlendirme konusu ancak mevcut sistem, mevcut bizim verili sistemimiz bizim önümüze bir kaos koymuş, bir sıkıntı koymuş, bir kriz koymuş ve onun çözümüne ilişkin artık bir şeyler yapmak gerekir diye düşünüyoruz. Anayasal sistem sorunu şu anda yaşıyoruz. Bu konuyu burada açtığımız andan itibaren de maalesef, çok verimli bir sonuç elde etme imkânını bulamıyoruz çünkü biz bu konuyu hâlâ belirli kalıplar içerisinde tartışır durumdayız. Gerçeklik şu ki şu anda bizim anayasal bir sistem sorunumuz var. 10 Ağustos seçimleri ve sonrası biz böyle bir sorunla karşı karşıya kaldık. Önümüzde duruyor ve biz bunun tartışmasını yapmak durumundayız.

Bakın, örneklediğimiz ülkeler, Batı Avrupa ülkelerinin hiçbirisi bizim başlangıç itibarıyla örneklediğimiz noktada durmuyorlar. Örneğin, Fransa örneklediğimiz ülkelerden bir tanesidir, 15 defa anayasal sistem değişikliği yapmış. İtalya -yanılmıyorsam, tarihi yanlış hatırlamıyorsam- en son 1947'de, 1948'de anayasal değişiklik yapmış, bizden çok sonra değişmeye... Ama biz daha öncesini kopyaladık ve bu topluma bir elbise giydirmeye çalıştık. Maalesef bu elbise bu topluma uymuyor, bugünkü krizin de buradan kaynaklandığını düşünüyorum.

Peki, bu durum Cumhurbaşkanının, Başbakanın yetkilerini fiilen defakto kullanıyor olmasını meşru kılar mı? Meşru kılmaz. Eğer biz bunun tartışmasını yapacaksak, bu anayasal sistem tartışmasını yapacaksak doğru dürüst masaya yatıralım, bu anayasal sistem tartışmalarımızı yapalım, defakto yetki kullanımından söz etmeyelim, defakto yetki kullanımını meşru görmeyelim. Yetki kullanımına ya da yetki aşımına ilişkin örneklerin hepsi doğru ve yerinde örneklerdir. Ancak, çözümün de nerede olduğunu bir şekilde bizim burada tartışıyor olmamız gerekir diye ifade ediyorum.

Şimdi, mevcut verili sistem içerisinde Başbakanın yetkilerini Başkan sıfatıyla kullanma arzusu içerisinde bir Cumhurbaşkanı varken mevcut Başbakanımızın "Muhatap benim, beni muhatap alın." demesinin çok anlamı olmayacaktır. Nitekim, yaşanan gerçeklik, hayatın gerçekliği bize bunu birçok kez kanıtladı. Herkes Sayın Cumhurbaşkanının ifade ettiği cümleler ya da çizdiği çerçeve etrafında siyaset yapmak durumunda kendini hissediyor Hükûmet cenahından.

Şimdi, bir lider bağımlılığı söz konusu olabilir, sizler açısından bu tartışma konusu olmayabilir. Bu sizin doğal hakkınızdır da yani lider bağımlılığınız vardır, lider ne diyorsa biz de o şekilde hareket ediyoruz dersiniz, bu sizin tercihinizdir, ben bunu kendi açımdan tartışma konusu yapmam. Doğru bulmam ama tartışma konusu yapmam kendi açımdan. Ama lider bağımlılığı eğer bir sistem krizini önümüze getiriyorsa o zaman durup sistemi tartışmamız gerekiyor. Varsa böyle bir görüşünüz, düşünceniz bunu bence bir an önce kamuoyunun önüne koyun, biz de bunu enine boyuna tartışalım, doğru sistem neyse onu bulalım. Kafanızdakini koyun orta yere. O nedenle ben daha sizin sunumunuzun hemen arkasında "Burada siz oturuyorsanız ve size bağlı bir kurum burada değilse bu yanlıştır." dediysem sadece bir espri ya da flaş bir görüş olsun diye ben bunu ifade etmedim. Evet, ben bunu gerçekten samimiyetle inanarak ifade ettim. Eğer Genelkurmay Başkanlığı Başbakanlığa bağlı bir kurum ise bütçesinin de bu fasılda görüşülüyor olması gerekir. Bu ucubelikten kendimizi artık kurtarmamız gerekiyor. Yok, Millî Savunma Bakanlığına bağlı bir kurum ise Millî Savunma Bakanlığına doğrudan doğruya bağlanarak bunun bütçesinin görüşülüyor olması gerekiyor. Kabinenin çok değerli bir bakanının oraya veznedar olarak tayin edilmesi bu sistem içerisinde kabul edeceğimiz, doğru kabul edeceğimiz bir durum değildir diye düşünüyorum. O nedenle, rakamları, rakamların doğruluğunu, yanlışlığını, istatistiksel verilerini, işin politik ekonomik boyutunu biz diğer bakanlıklar bütçesinde çokça tartıştık ama burada, bence bir sistem vurgusu ve sistem tartışmasının daha doğru olacağını ifade etmek isterim.

İkinci değinmek istediğim nokta şu: Ben bu konuya girince sakın ola ki bu kurum içerisinde çalışan insanlarımız kendilerini hedef aldığımı düşünmesinler. Ben Diyanet İşleri Başkanlığını başından itibaren, bu Komisyonda "Hanefi Mezhebi İşleri Başkanlığı" olarak tarif ediyorum, bugün de aynı noktadayım çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı mekanizması bu ülkede birleştirici değil, ayrıştırıcı bir mekanizmadır. Tekçi her mekanizma, tekçiliği dayatan her mekanizma ayrıştırıcıdır. İstediğiniz kadar birleştirici misyonu yükleyin, bunu gerçekleştirme şansına sahip değilsiniz.

Ayrıca, Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşu cumhuriyetin tekçi anlayışa evrildiği döneme tekabül eder, 3 Mart 1924, cumhuriyetin tekçi anlayışına tekabül eder ve o cumhuriyetin tekçi anlayışının ikame edildiği bir kuruma dönüştürülmüştür. Bütün farklılıklar bu kurum eliyle ötelenmiştir. Kesinlikle ve kesinlikle, dinin devlet güdümünde olduğu bir yerde, bu ülkenin adı ne olursa olsun, laiklikten söz edemezsiniz. Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir ülke olduğu iddiası 40 defa Anayasa yazılmış olsa bile benim nezdimde bir safsatadan ibarettir. Biz laik bir ülke falan değiliz. Resmî dini olan bir devlet, dini doğrudan doğruya tahakküm altına alan bir devlet laik devlet değildir.

Peki, hangi noktalardan buraya gelindi? Bakın, köylerde insanlar kendi imamını ikame ederlerdi, kendi camisini yaparlardı, kendi imamını yetiştirirlerdi; medrese geleneği böyle bir gelenekti. Hem öğrencisini yetiştirirdi "feka" dediğimiz gelenekti, hem onları yetiştirirdi hem de ikame ederlerdi; önlerine alırlardı, arkalarında namaz kılarlardı, bu gelenek yok edildi.

1924'te Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmuş olması, 1925'te tekke ve zaviyelerin kaldırılması iki amaca hizmet etti. Bir, bu ülkede, bu coğrafyada medrese geleneğinin yani toplumun kendi vicdani yöntemiyle hür biçimde kendi din âlimini yetiştirme geleneğini ortadan kaldırdı.

İki, bu ülkede bu coğrafyanın büyük bir toplumsal kesimini ifade eden Alevi geleneği ve Cem geleneğini ortadan kaldırdı, oraya yasaklama getirildi. Şimdi de şirin görünme adı altında Alevileri kandırabilir miyiz, bu çatının altına alabilir miyiz hamleleri yapılıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesine alınmış Alevilik, tahakküm altına alınmış Alevilik olur. Nasıl ki bugün bu ülkenin dinî inançları tekçi bir anlayışla devlet tekeline alınmışsa, aynı yöntemle Aleviliği de bir şekilde tahakküm altına alma girişimi oluyor. Doğrusu şudur: Biz bu konuda görüşümüzü ifade ederken çok açık ve net davranıyoruz. Biz Muaviye geleneği olan, dinin devlet tekeline alınma geleneğinin terk edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Doğrusu Medine Sözleşmesi'nde çerçevesi konulmuş biçimiyle inançların ve farklılıkların bir aradalığını savunan anlayışa geri dönmektir. Medine Sözleşmesi'ni siz esas aldığınız zaman bu coğrafyada hiçbir inanç ötekini dışlamış olmayacaktır ama mevcut durumda bu ülkede yaşayan Şafii vatandaş da cuma namazını Hanefi mezhebine geçiş yaparak kılabiliyor. Yani, İslam'ın dört temel mezhebini de reddeden bir noktadayız, bunu terk etmemiz gerekiyor. Eğer kendi içinde bir reddetme söz konusuysa bunun tek bir tarifi vardır, tek bir izahı vardır, bu Muaviye geleneğidir, bu Muaviye geleneğini terk etmemiz gerekir. Başka türlü bu sorunu çözmemiz mümkün değildir. Dinin devlet tahakkümünden çıkarılması gerekir.

Yapılabilecek en doğru iş, burada Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun lağvedilmesidir. İslam inancına hizmet etme iddiasındaki böyle bir kurumun bu amaca hizmet etme olanağı da yoktur.

Yanılmıyorsam bu konuda Sayın Başbakan Yardımcımla örtüşüyoruz. Geçen sene bu Komisyonda verdiği bir cevabı hatırlıyorum, eğer geçen seneden bu yana düşüncelerinde bir değişiklik olmadıysa...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Toparlayalım lütfen.

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Yani, ne kadar bütçe ayrıldığı, şu, bu meselesini biz geçen seneler çok tartıştık. Uhdesindeki sermaye birikimi vesaire bunların hiçbirisine girmiyoruz, bunlar geçen sene yaptığımız tartışmalardır ama bu mekanizmanın lağvedilmesi, feshedilmesi gerektiğini ifade ediyoruz.

Diğer lağvedilmesi gereken kurumlardan bir tanesi de Millî Güvenlik Kuruludur. Yani, demokratik bir ülkede bunun olmaması gerekir. Sizler de geçmişte bunu söylediniz, Millî Güvenlik Kurulu feshedilmedi ama şimdi öyle bir noktaya geldiniz ki kırmızı kitapçığı siz şekillendireceksiniz diye o kadar çok heveslendiniz ki bu kuruma.

MEHMET YÜKSEL (Denizli) - Lacivert kitap o, kırmızı değil.

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Lacivert mi, yeşil mi?

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Mor oldu, mor.

ADİL ZOZANİ (Hakkâri) - Ben yeşile döndü diye biliyordum da o yüzden, bilmiyorum.

Yani, o kadar çok heveslendiniz ki, o kadar çok gündemleştirdiniz ki yani rekor sürede toplantı yaptığınızda artık övünür oldunuz. Ya bunun övünülecek bir tarafı yok. On saat yirmi dakika toplanmış olması vallahi benim açımdan hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü ben bu kurumun gerekliliğine inanmıyorum.

Normalleşme diyeceksek bu noktalara geri dönmemiz gerekir, bunları yapmamız gerekir diye düşünüyoruz. Yani, sizin Millî Güvenlik Kurulunda tartıştığınız konuları Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında, gizli, kapalı bir oturumla 550 milletvekili yapamaz mı? Yapardı diye düşünüyorum. Ama, orada toplantı yapmanın bir gizemi vardır deniliyorsa vallaha ne gizemi kalmıştır ne de tılsımı, kimse artık oradan bir medet de ummuyor.

Söylenecek çok şey var ama burada ben de noktalayıp teşekkür ediyorum.