KOMİSYON KONUŞMASI

UTKU ÇAKIRÖZER (Eskişehir) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, Sayın Dışişleri Komisyonu Başkanı; her ikinize de hem bu toplantının olması için, hem Sayın Bakan Yardımcısına da ekibiyle, çalışma arkadaşları birlikte geldikleri için teşekkür ediyorum, değerli milletvekili arkadaşlarımı selamlıyorum.

Aslında, tabii, toplantı uzadı, benimki böyle bir yanıt arayan bir sorudan ziyade bir çağrı hem milletvekili arkadaşlarıma hem de Sayın Bakan Yardımcısına. Büyükelçiliği döneminden, gazetecilik dönemimden tanıyorum -daha sonra siyasette- Dışişleri Bakanlığımızın tabii ki tüm de tüm çalışanları çok kıymetlidir, çok saygındır, o da onların önünde gelenlerindendir.

Bir bürokrat kimliğiyle kendisine sesleneceğim yani bir sorudan ziyade. Dışişleri Komisyonu Başkanı Sayın Kılıç da o dönemi hatırlayacaktır, Avrupa Birliğiyle bu müzakerelerin sonucunda tam üye adayı olduğumuzun açıklanması ve öncesindeki çalışmaları anımsarsanız, tabi ki siyaset kurumu iktidarıyla muhalefetiyle tam anlamıyla bunun destekçisiydi, arkasındaydı, içindeydi ama aynı şekilde, Dışişleri Bakanlığının değerli kadroları -sizin de aralarında bulunduğunuz ve şu anda bazıları emekli olup bazıları çalışan kadroları da- da bunun için devletin diğer bürokratlarıyla birlikte var güçleriyle çalışıyorlardı. O yüzden biz Parlamentoda Genel Kurulda olsun, komisyonlarda olsun iktidar sıralarında oturan değerli mevkidaşlarımıza zaman zaman söylüyoruz, insan hakları konusundan, Kopenhag Kriterleri konusundan bizim sapmamamız lazım. Yani bazen eleştiriyoruz, bazen dostça tavsiye oluyor, bazen daha sert konuşuyoruz, söylüyoruz ama şuna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum: Sizin ve çalışma arkadaşlarınızın da o dönemdeki Dışişleri kadrolarının yaptığı gibi, karar vericilere özellikle insan hakları, özellikle Kopenhag Kriterleri konusunda bunun önemi yani bu konunun çok sıradan bir şey olmadığı konusunda bilgilendirmelerinizle karar verme sürecine katkı sağlamanız gerektiğini düşünüyorum bugünlerde. Neden düşünüyorum? AİHM kararlarının tanınmaması meselesi yani bu son derece önemli bir mesele. Birçok siyasi şöyle bir şey diyebilir, böyle bir şey diyebilir ama gerçekten yani "hukukun üstünlüğü" dediğiniz şey orada başlıyor, orada bitiyor.

Basın özgürlüğü meselesi.... Daha bugün buraya gelmeden önce RTÜK -normalde Türkiye'de basın özgürlüğünü sağlaması gereken özerk kuruluş, düzenleyici kuruluş- yine bir kanala ceza kesti. Neden? Bizim bir Grup Başkan Vekilimizin sözleri nedeniyle. Yani ifade özgürlüğünden bahsediyoruz ama bazen para cezası oluyor, bazen Karartmaya kadar gidebiliyor.

Dokunulmazlıklar, ben Cumhuriyet Halk Partisi milletvekiliyim, bizim Genel Başkanımız, burada oturan arkadaşlarımız, ben dâhil başka arkadaşlarımızın dokunulmazlığının kaldırılması için fezlekeler gönderildi. Başka partiler de tabii söz konusu. İfade özgürlüğü neredeyse her gün Türkiye'de bir mesele. En basitinden bakın, her birinizin etrafında vardır: "Facebook'a şunu yazdı, Twitter'da bunu attı." Soruşturma, bazen tutuklamaya varıyor bazen gözaltılar. Bunları bizim düzeltmemiz lazım. Biz birbirimize söylüyoruz, söylemeye devam edeceğiz ama kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarda, sizlerin girebildiği bizlerin giremediği toplantılarda bunların daha açık sözle ifade edilmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ben gazeteci olarak takip ettiğim o dönemde bunların yapıldığını görmüştüm. Yani şimdi sizin oturduğunuz koltukta -ne diyelim- yanlış bir şey söylemek istemiyor ama müsteşarlar vardı bakan ve müsteşar oluyordu siz tabii yeni sistemde müsteşarın üstünde... Doğal olarak bakan yardımcısı... Ama ben sizi bir siyasi kimlik olarak görmüyor, yine de bir Dışişleri kadrosunun önemli bir parçası olarak görüyorum. Buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum yani işte Osman Kavala kararı, hâlâ içeride kendisi; bir insan hakları derneği başkanını gözaltına alınması işte o gazeteye, bu televizyona, sürekli cezalar uygulanması, karartmalar uygulanması vesaire. Gazetecilikten geldiğim için çok fazla basın özgürlüğü örneği veriyorum ama raporlarda işte, aynı haftaya denk gelen Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu raporuyla Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinin acil toplantısındaki şeylere bakarsanız durum gerçekten ciddi. Yani doğrudur Avrupalıların tavrını, neye göre karar aldıkların hepimiz biliyoruz; pragmatiktir, vesairedir. Onların çıkarları... Ama bizim de çıkarlarımız onların da çıkarları. Bu Avrupa Birliği süreci zaten bu çıkarların ortaklaştırılması süreci.

Size kapsamlı sunumunuz için teşekkür ediyorum çok önemli ama işte usul, uygulamalardan bahsediyoruz ama ondan önce yani her şeyden önce bizim gerçekten lazım insan hakları konusunda tereddüt bırakmamamız. Yani "Bugün bana yarın size, dün sizeydi bugün bana." bu her dönem... Bunu bizim kesin... Çünkü Avrupa Konseyindeki tartışmaya baktığımda üzülerek ifade ediyorum: İşte yeniden -ya da Avrupa Parlamentosu kararlarını karıştırıyor olabilirim- Kopenhag Kriterlerinin gerisini düştüğümüz için işte aksıya alma önerileri vesaire. Gerçekleşir gerçekleşmez ama bu değerlendirmelere fırsat verecek uygulamalardan, bizim kendi içimizdeki uygulamalardan imtina etmemiz lazım. Biz söylüyoruz muhalefet görevi olarak, ifade ediyoruz, konuşuyoruz ama bunun karar alma toplantılarında ben sizler tarafından daha inançla... Çünkü bu sürecin ilerlemesi buna bağlı. Tek korkum -son sözüm olsun çok uzatmış oldum- Bazı değerli milletvekilleri değindiler, bir kere daha altına çizeceğim şöyle bir eğilim var: Avrupa Birliğinde ama biraz da Türk tarafında, yani bir "Al-ver"e dayalı bir süreç yürütelim. Yani sürecin tamamı bir kenarda dursun, tam üyelik adaylığı. Çünkü sizde ifade ettiğiniz bakın, Türkiye'yle ilgili kararlar eskiden genişleme bölümünde alınırdı, aday ülkeler bölümünde, artık "Doğu Akdeniz." diyorlar bakın, adı bile Türkiye değil Doğu Akdeniz diye bir bölüm açılıyor orada Türkiye'yle ilgili kararlar sıralanıyor tam üye adayı olduğumuza hiç değinmeden. Ama ondan sonra deniyor ki işte "Türkiye'nin göçmenlere ev sahipliği yapmasından memnunuz, parasal yardımlar devam edecek." Bir tarafı öyle ama Gümrük Birliğine gelince en tabii hakkımız olan en doğal hakkımız bunun güncellenmesi, hemen önümüze Rumları tanıma şartını koyuyorlar. O yüzden bence bu şeye izin vermemek lazım buradan ben iktidar kanadındaki değerli milletvekillerimize de sesleniyorum, Sayın Genel Başkanlarının, Sayın Cumhurbaşkanının doğal olarak bu liderlerle yakın diyalog içinde olması Türkiye'nin faydasınadır. Kurumlar arası ilişkilerde bunu pekiştirdiği sürece desteklediği sürece ama şundan kaçınmaları lazım o da şu: bu al-ver.. "Yani şimdilik ben mülteciler karşılığında 3 milyar alayım, ilişki böyle gitsin." Bu ilişki böyle gitmez tam tersine ilişki kötüye gider. Eğer tam üyelik sürecini biz sürekli vurgulamazsak, hazır olduğumuzu sürekli vurgulamazsak... Endişem odur ki Avrupa da böyle bir "Ya, sadece ihtiyacımız olduğunda işimizi görecek ülke orada dursun, Doğu Akdeniz'de Suriyeliler meselesini engelesin onun ötesine de bize bulaşmasında ne hâli varsa görsün gibi bir yaklaşımı ne Avrupa'ya ne Türkiye'ye ama özellikle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizim vatandaşlarımıza bir faydası olmaz. bu konuda ben siz değerli milletvekillerimize bunu hatırlatmak istedim ama aynı şekilde sizin de Dışişlerinin diğer değerli kadrolarının da Dışişleri Bakanlığının -işte, dışarıdan atamalar vesairelerle hırpalanmış Bakanlığın- tüm kadrolarının da yine de ben gerek Avrupa Birliği gerek Türkiye'nin dünyayla ilişkilerini yakından takip ettiğini, o deneyimli kadroların bir yerlerde durduğunu düşünüyorum. Onların üzerlerine düşen sorumluluğu, görevi yerine getireceğine inanıyorum diyerek size de teşekkür ediyorum.

Sağ olun.

BAŞKAN MEHMET KASIM GÜLPINAR - Bu bir soru değildi herhâlde, değil mi Sayın Bakan Yardımcım? Ekleyeceğiniz bir şey varsa buyurun.

DIŞİŞLERİ BAKAN YARDIMCISI VE AVRUPA BİRLİĞİ BAŞKANI BÜYÜKELÇİ FARUK KAYMAKÇI - Bu bir soru değil, bir yorum. Ben de birkaç noktaya değinmek istiyorum.

Tabii, sayın vekilime şunu açıkça söyleyebiliriz ki Türkiye bir al-ver ilişkisinden yana değil yani öyle olsaydı biz zaten 18 Martın göç boyutunu 2016'da başladığımız şekilde uygulamaya devam ederdik ama devam etmiyoruz ve Avrupa Birliğine şunu açıkça söylüyoruz: 18 Mart, en az 6 parametreden oluşuyor ve bu 6 parametrenin de birlikte alındığı bir süreçte biz varız. Yani "Sadece gelin, göç konusunda yetersiz olan bir maddi kaynak verin, göç konusuna bakalım, gümrük birliğini unutalım, vize serbestisi önemli değil, katılım müzakerelerine bakarız." gibi bir anlayış içinde değiliz, bütüncül yaklaşımımız devam ediyor. Avrupa Birliği bizimle, işte, gerek Yunan gerek GKRY baskısı altında engelleyici tutum izlediği zaman biz de NATO-AB ilişkisinde bunu hissettiriyoruz, bölgesel politikalarda istişare konusunda istemesek de hissettiriyoruz. Dolayısıyla, al-ver'e dayalı bir ilişkiye bizim kesinlikle karşı olduğumuzu ve bütüncül bir politika izlediğimizi söyleyebilirim.

Tabii, AİHM kararlarını söylediniz, Avrupa Konseyinin önemini sizler yakından biliyorsunuz, benim onlara değinmeme gerek yok ama bazı AİHM kararlarının siyasi olduğunu, bazı AİHM kararlarının sadece ülkemizde değil, birçok ülkede güvenlik gerekçesiyle veya bu kararların her zaman çok adil olmadığı düşüncesiyle uygulanmadığı örnekleri görüyoruz yani siz de AKPM deneyiminizden biliyorsunuz, Yunanistan'ın, Fransa'nın, Rusya'nın uygulamadığı birçok AİHM kararı da var. Tabii, bu kötü örnekleri biz de alalım anlamında söylemiyorum ama ülkeler AİHM kararlarını değerlendirirken kendi güvenlik koşullarını da dikkate almak zorunda kalabiliyorlar.

Ayrıca, tabii, ben kariyer bir diplomatım ama "Dışarıdan Bakanlığa eklenmiş kişilerle Bakanlık hırpalandı." demek çok doğru olmaz. Dışarıdan katılan bazı büyükelçilerin ya da meslektaşların da dış politikaya katkıda bulunabileceklerine inanıyorum. Evet, belki bu dönemde sayı olarak, görüntü olarak daha fazla gibi görünüyor ama geçmişte de teknokrat olan, konularında uzman olan, fark yaratabilecek insanlar da eklenmişti, bu bir gelenek, dolayısıyla bir tercih de, siyasi tercih. Bunu da söylemek isterim yani sadece "hırpalanmış, yıpranmış" olarak tanımlamak her konumda, her durumda adil olmayabilir.