| Komisyon Adı | : | (10 / 4413, 4430, 4431, 4432, 4433, 4434, 4435, 4436, 4437, 4438) Esas Numaralı Meclis Araştırma Komisyonu |
| Konu | : | Tarım ve Orman Bakan Yardımcısı Akif Özkaldı'nın, müsilajın nedenleri, yarattığı sıkıntılar ile Bakanlığın müsilaj oluşumunu engelleyici projeleri ve eylem planları hakkında sunumu |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 14 .07.2021 |
RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Ben de aynı konuya ilişkin bir vurgu yapacaktım ama durum anlaşıldı diye düşünüyorum. Özellikle, grup toplantıları sebebiyle ara verilecekse ya bunu genele teşmil etmek gerekir ya da gitmemek gerekir.
Şimdi, öncelikle, sunum için teşekkür ediyorum. Fakat iki gündür şöyle bir problem yaşıyoruz: Bakanlıklar geliyorlar ve bir bilgi yığınıyla bizi baş başka bırakıyorlar. Bu bilgi yığını içerisinden işe yarayanları derlemek, toparlamak, onu mantıksal sonuçlara ulaştırmak gerçekten zor. Bir metodolojiden bağımsız bir çalışma sürdürüyoruz bilim, metodolojisi yoksa sadece ve sadece bilgiyi yönetir. O da yaşamı daha doğru bir noktaya ulaştırmak için, daha güzelleştirmek için yeterli olmayan bir şeydir. İki gündür kişisel olarak gördüğüm şey şu: Bakanlıklar, bilimi politikanın prizmasından kırarak buraya taşıyorlar. O sebeple, iki gündür bazı şeylerin cevabını bir türlü bulamıyoruz. Doğrusunu isterseniz, iki gün için müsilaj konusunda -kendi adıma söylüyorum, bilmem başka arkadaşlar da katılırlar mı- bildiklerimin ötesinde çok şey öğrenmedim dersem haksızlık yapmamış olurum. Şimdi, örneğin, bu azot ve fosfor konusu için dün, Bakanlık dedi ki: "Otuz yıldır bunlarda bir değişme yok ama buna ilişkin biz bir türlü bu fitoplanktonların hangi saikle böyle provoke olduklarını bulamıyoruz." Yani bu işin içerisinden ussal sonuçlar çıkartamazsak bir süre sonra -zaten böyle bir zeminde olduğunu hissediyorum- "Ya, zaten işler düzeliyor, fitoplanktonlar kendi kendine parçalanmaya da başladı, yüzey temizliği de layıkıyla yerine getirildi." deyip bu meseleyi sıradan meselelerden bir tanesi olarak addetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz kanısındayım. O sebeple, bence, bakanlıklar ideolojiden ve politikadan soyutlanmış, çıplak, bilimsel bilgiyi buraya öz eleştirel olma pahasına, kendilerini eleştirme pahasına taşımalılar ve bir metodolojiyle bunu yapmalılar; iki gündür eksik. Azotun, fosforun kaynağı, bunun otuz senedir bir türlü artmamış olması bence çok tartışmaya açık konulardan bir tanesi.
Dün, Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcımıza "1.300 kilometrelik bir bütünleşik sahil çalışması var yani Marmara Denizi'ni konuşuyorsak Çanakkale ve Balıkesir'in bütün sahillerini kruvaziyer yat limanına, çekek yerlerine, turistik tesislere dönüştürmeye niyet eden, bu anlayışla hesaplaşmadan, bu anlayışı ya da bu projeyi ortadan kaldırmadan Marmara'nın temizlenmesi ya da salaha çıkması mümkün değildir." dedim. Yine, ekledim, dün, Biga'da 4 tane termik santral yapılıyor, bunlar soğutma sularını nereye verecekler? Tabii ki Marmara'ya verecekler. E, bu devam ediyorken yani -tiyatrocular bozuluyor biraz bu lafa ama- yaptığımız iş tiyatro oyunu gibi oluyor ya da Marmara Adası'nda 33 tanesine "ÇED gerekli değildir." raporunun verildiği yaklaşık 100 tane taş ocağı söz konusu olduğunda ne yapıyoruz? Yani bütün bunlar "mış gibi" yapmak için mi yoksa Marmara Denizi'ni kurtaran ivedi politikalar üretmek için mi sorusu ister istemez kendini dayatıyor. Bu soruları dün, sordum. Dedim ya Politikanın prizmasından kırılarak bilim buraya yansıyor." diye. Bakan Yardımcımız dedi ki: "Vallahi ben Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 'çevre' kısmına bakıyorum. 'Şehircilik' kısmını bakan'a sorarsanız herhâlde size cevap verir." dedi. Ben de bulamıyorum, o "şehircilik" tarafına bakan kimdir? Yani bu sorulara bir türlü cevaplar bulamıyoruz.
İstanbul Üniversitesi, dün tartışma konusu hidrojen sülfür konusunda bir beyanı var Alemdar II gemisindeki çalışmalar sonucunda, ODTÜ'nün bir başka beyanı var. Dün, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının çevre kısmı "Müsilajda ağır metal yok." dedi, bugün, Tarım Bakanlığı diyor ki "Musilajda ağır metal var, düşük oranda da olsa." yani bütün bunlar, aslında, bakanlıkların bu meseleye fikse olmadığını, ortak bir niyetle, ortak bir perspektifle meselenin üzerine gitmediğini bize ne yazık ki gösteriyor.
Şimdi, Tarım Bakanlığının sunumuna gelince teşekkürler, emek vermişler fakat burada tartışılması gereken birtakım şeyler var. Bazı fikirlerimi anlatmaya çalışacağım, aynı zamanda sorularım da olacak, bu soruları da dillendireceğim. Şimdi, deniyor ki: 8,30 civarında tarımsal kaynaklı bir yükten bahsediliyor ilgili sayfada yayılı yük 21, Türkiye kaynaklı yayılı yük 11,5; yüzde 55'i Marmara kaynaklı, yüzde 45'i Karadeniz kaynaklı olması hasebiyle bunun yüzde 55'i alınmış 11,5 çıkmış. Bitkisel üretim yüklerinin iyi tarım uygulamasından da yüzde 50 düşürmüşüz bunu 5,77 çıkmış anladım da zaten bu iyi tarım uygulamaları yapılıyor ya da yapılmıyor sonuç olarak ortada olan şey 11,5 yani bu hesaplamada bir problem var. 5,7 ile 2,5 yani hayvansal üretimden geleni de eklediğimizde yüzde 8,3 Marmara Denizi'ne gelen azot ve fosfor yüklerinin dağılımını bulmuşuz. Peki mesele azot ve fosfor mu? Yani bu fitoplankton besinleri bunlar. Ne olacak? Besini bol bulunca çoğalacaklar ama bir de besin zincirinin kırılmasından kaynaklı olarak çoğalma ihtimalleri yok mu? Yani mesela bu raporda ihmal edilen tarım kimyasalları özellikle bizim "zehir" diye tarif ettiğimiz ama "tarım ilacı" diye tarif edilen kimyasalları, tarımda çok yoğun olarak kullanıldığını biliyoruz. Bu kimyasallar fitoplanktonların besini değildir ama fitoplanktonları tüketecek, en azından belli bir dengeye ulaştıracak besin zincirinde daha büyük organizmaların ölümüne yol açtığından dolayı da fitoplanktonları çoğaltacak bir faktör olarak devreye girer bu ama bu raporun hiçbir tarafında bu tarım kimyasallarından, zehirlerden bahsedilmemiş. Oysa, biliyoruz ki bunların çok büyük bir kısmı -kutularının üzerinde de logoları, amblemleri vardır- sucul ortamda "kesin toksik" diye yazarlar yani "Sucul ortamdaki bütün canlılara balıklar başta olmak üzere toksik etkileri vardır." denilir, raporda bundan bahsedilmemiş. Yani tarımın müsilaja değen kısmını yalnızca azot ve fosforla, bunu da gübreler dolayımıyla analiz ediyor olmak hiç yeterli değil yani bu olmamış benim gördüğüm kadarıyla. Türkiye'de çok ciddi bir tarım zehri kullanma merakı var, eğilimi var bu glifosat konusunda daha önce çalıştık, soru önergeleri, araştırma önergeleri verdik Mecliste glifosat kullanılıyor, biliyorsunuz kanserojen olduğu ispatlandı, ABD'de Bayer Monsanto, yalnızca bir kişiye 10 milyar dolar tazminat ödemek zorunda kaldı ve ardı ardına açılmış davalar var, Türkiye'de de açılan davalar sonucunda glifosat kullanımı mahkeme tarafından yasaklandı buna rağmen patır patır bir glifosat kullanıyor. Nerede? Mesela Mecliste. Meclis içerisinde yabani otla mücadele eden Meclis çalışanları, tarım işçileri ot ilacı diye bildikleri glifosatı her yere döküyorlar. Ben Meclis Başkanına da gittim, konuştum bu konuda ama herhangi bir sonuç elde edemedik. Yani bu raporda işin bu tarafı oldukça eksik ele alınmış, eksik değerlendirilmiş gördüğüm kadarıyla.
Raporda şöyle şeyler var: Mesela, tarımsal kaynaklı kirliliğin kontrolü diye kirlenmiş ya da kirlenme tehdidi altındaki suların belirlenmesi, nitrata hassas bölgelerin belirlenmesi, iyi tarım kodunun hazırlanması, tarımsal eylem planlarının oluşturulması.. Biz bunları istemiyoruz ki sizden. Bu çalışmalardan -bunlar kıymetsiz mi? Kıymetli kuşkusuz- sonra elde ettiğiniz şey nedir? Biz onları istiyoruz daha fazla. Yani şöyle lokasyonlara ihtiyacımız var bizim: Yapılacak, edilecek, bu konuda şöyle çalışmaları vardan öte yahu kardeşim, Marmara haritasını şöyle duvara yapıştırdığımızda nerelerden, hangi fabrikalardan, ne türden yükler söz konusu oluyor, hangi tarım havzalarından ne gidiyor, biz, meseleyi bu sadelikle görmek istiyoruz. Bu sadelikle görürsek buna ilişkin politikalar oluşturmak kolay olur ama böyle garip bir kavramsallaştırma arkasında gelen bakanlıklar yapılacak, edilecek işlerden bahsederken aslında, somut, şu anda olan şeyin ne olduğunu bizim gözlerimizin önüne bir türlü seremiyorlar. Bu böyle olmadığı zaman da böyle bir bilinemezlik, bir sis perdesinin arkasında tam da elimizle tutup, gözümüzle göremediğimiz, adı "müsilaj" olan bir musibetle böyle münakaşa ediyor hâldeyiz, mücadele ediyor hâldeyiz ve buradan sonuçlar elde etmek gerçekten çok zor değerli arkadaşlar. Bu nedenle, bundan sonra çağırdığımız bakanlık var mı bilmiyorum ama bence, Çevre ve Şehirciliğin, şehircilik kısmını da çağırmak gerekir ama gelecekse de gerçekten böyle daha somut şeylerle gelmesi faydalı olacaktır diye düşünüyorum.
Raporda 249 balık türünden bahsedilmiş. Ben, bunun çok abartılı olduğunu düşünüyorum yani hemen bir çırpıda sayabileceğim 8-10 tane balığın Marmara'da artık olmadığını söyleyebiliriz. Mesela, hem tatlı suda hem tuzsuz suda yaşayan yılan balığı vardır Meksika Körfezi ile Anadolu arasında mekik dokur bu hayvan yani hepimizden daha çok dünya memleketi görmüş bir hayvan, Meksika Körfezi'nde yumurtlar, onlar yumurtadan çıktıktan sonra Atlantik'i geçerler, yüzerek gelirler Türkiye'deki ve Avrupa'daki akarsuların içerisine girerler ve orada ergin formlarına ulaşırlar, müthiş bir varlık gerçekten. Marmara'da da Küçükçekmece, Enez Bölgesinde yoğundu, Enez Bölgesinde yine biraz iyi kötü var ama mesela Küçükçekmece'de yıllardan beri, on yıllardan beri neredeyse yok. Mesela, orfoz, sinarit buna benzer balıklar; en son geçen sene 2019'da 5 tane son derece endemik ve Marmara'ya has olan balıklar -ki her biri 500 kilogram civarındaydı- öldü yani niye öldüklerini bilemiyoruz. İşte Mercan resiflerinin yaşadığından bahsediliyor. Ben, biraz su altını biliyorum yani dalış yaptığımdan dolayı nerede ne var, iyi kötü biliyorum, Kuzey Ege'yi çok iyi biliyorum, Marmara'yı da çok iyi bilmiyorum ama biliyorum yani Marmara'da da dalış yaptığından dolayı. Ben Bakanlığın elindeki verilerin güncel olmadığı kanısındayım yani Marmara'ya has türlerin tükenmekte olduğunu düşünüyorum. Şimdi, dün de kısmen konuştuk mesela sargoz balığı ya da karagöz balığı Kuzey Ege'de de var, Ege'de de var, Akdeniz'de de var ama Marmara'da olanlar tepsi gibidir, kocaman karagöz balığıdır. Marmara'nın organik bileşimi yüksek olduğundan dolayı -oksijeni azdır ama organik bileşimi yüksektir- bu sebeple büyük olasılıkla canlılar da daha heybetliler, biz görmedik ama 1970'lere kadar gidersek Moda Sahillerinde ıstakoz yakalayanlar hâlâ hayatta anlatıyorlar, Ahırkapı açıklarında 7-8 kiloluk sinaritleri yakalayanlar, Adalar'da büyük ebatta yani diğer denizlere göre çok daha büyük olan ve buraya has olan, mesela, kırlangıç gibi -başka yerlerde de var ama buradaki farklı tabii ki- balıkların önemlice bir kısmı yok oldu, bir kısmı varsa da biz bilemiyoruz. Yani kırk yıldır görmediğimiz -"Işıkla avlanmak yasak." deniliyor ama bir de adını getirsem balığın- balık geldi Karadeniz'den boğazlara; ben bizzat tanığı oldum, ışıklarla hayvanlar çevrildi ve bir daha görmedik yani toparlandı, götürüldü.
İstilacı türlerden bahsediyoruz ama bu konuda da öyle tuhaf bir durumdayız ki. Mesela, aslan balığı istilacı tür. Nereden geldi bu? Süveyş'ten, ısınmayla birlikte yukarıya çıktı. Bizim denizlerimizin aslan balığını yiyen koruyucuları var, mesela orfoz balığı müthiş bir aslan balığı avcısıdır. Orfozun şu anda avı yasak, bir de bu balık 5 yaşına kadar üreme kabiliyetine sahip olmayan bir balık ve endemik bir balık aslında. Ben size bir şey söyleyeyim: Sahil güvenliğe şikâyet ettiğimiz hâlde, teknenin plakasını verdiğim hâlde, o orfoz avcılarını ve tüple, ışıkla avlananları bir türlü derdest ettiremedik. El kadar orfozlar satılıyor, bakanlıklar bunlara niye bakmıyor acaba? Şimdi, istilacı türlerle mücadelenin yöntemi ne olacak, başka türlü bir yöntemi var mı bunun? Ya da balon balığı, en çok bilinen tür. Ya, akya, lüfer, grida, orfoz, bunların hepsi balon balığını yiyor, hepsi yiyor ama arkadaşlar, hangi şehirde, hangi lokantaya giderseniz gidin, orfoz söyleyin, belki vitrinde yoktur ama size içeriden getirirler. Bizim denizlerimizde bu hayvanlar şu anda patır patır avlanıyor ve nesilleri tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Mesela, Kuzey Ege'de çok miktarda orfoz olurdu -Marmara'da orfoz yok, artık, Marmara'da orfoz falan bitti- ama Kuzey Ege'de de neredeyse, böyle şansın varsa görür hâle gelir durumdasın.
Ayriyeten not alalım şimdi, gübre kullanımına ilişkin bayi satışları referans alınarak bir sonuca varılmış fakat bayi satışlarının dışında da bir şey var. Ne var? Mesela, gübre fabrikaları var. Gübre fabrikaları da aynı gübrelerin kullanımı gibi, atık üretme kapasitesine sahip. O sebeple, bayi satışlarını baz alarak gübre kullanımını ve oradan da suların kirliliğini hesap etmek bence metodolojik olarak doğru olmamış diye düşünüyorum.
Burada, yine, nitrat kirliliği izleme çalışmaları yapılmış ve deniliyor ki: 321 istasyonda oluşan bir izleme ağı oluşturulmuş; elinize kolunuza sağlık, çok iyi yapmışsınız da ne olmuş yani? Hangi suda ne oranda nitrat kirliliği var, bunları bize niye söylemiyorsunuz? Hangi ırmakta durum ne?
Ben, bir soru önergesi yazdım mayıs ayında, Türkiye akarsularındaki kirliliği bir türlü öğrenemiyorum ben. Daha önce, geçen sene, Tarım Komisyonu toplantılarında da -ben de Tarım Komisyonu üyesiyim- bütçede de bunu sorduğumuz hâlde, biz bir türlü bu veriye ulaşamadık. Gerçekten yük nedir, ben bilemiyorum.
Midye yetiştiriciliğinin suyu filtrelemesi açısından öneminden bahsetmiş ama bu midyeler herhâlde yenilecek daha sonra ve ciddi bir ağır metal -ya da azot, fosfor, vesaire neyse- yüküyle tüketiciye sunulacak yani herhâlde sadece -pek çok işletmeden bahsedilmiş- "işletme olsun" diye bunlar açılmamıştır, kâr amacıyla açılmıştır; dolayısıyla, bu midyeler iç piyasada ya da dışarıda tüketilecek.
Eylem planının 15'inci maddesinde yapay sulak alanlardan bahsedilmiş. Başta söylediğim bir yere yine dönüyoruz. Biz, kendi elimizdeki Ramsar Sözleşmesi'yle koruma altında olan sulak alanlara açıkçası saldırıyoruz, bir sürü örneğini verebilirim bunun ve bir sürüsünü yok ettik. Mesela, seçim bölgeme yakın Seyhan'ın, Ceyhan'ın Akdeniz'le birleştiği yerde muazzam bir sulak alan var, şimdi oraya balıkçılık organize bölgesi yapılması düşünülüyor, torba yasaya bu konuda madde de son dakikada geldi ve geçti. Ya, bunları önce yok ediyoruz, ondan sonra diyoruz ki: İşte buraya biz böyle bir şey yapalım. Ne olsun bu? Böyle bir sulak alan olsun, atık maddeleri tutsun. Sulak alana gelecek olanlar, orada ikamet edenler, göçmen kuşlar ne olacak? Ki biliyorsunuz, bu sulak alanların büyük bir kısmı -en azından İstanbul için söyleyeyim- üçüncü havaalanının yapımında yok edildi, tahrip edildi.
Balıkçılara ilişkin destekten bahsedilmiş, küçük ölçekli balıkçılara 2 bin ila 2.900 lira destek verilmesinden bahsedilmiş. Şimdi, bu müsilajda, aslında, bütün problemlerde endüstriyel tarım tekelleri ve endüstriyel balıkçılık tekelleri işin kaymağını yer. Kriz çıktığında da bununla muhatap olan, varlık-yokluk raddesine gelen küçük ölçekli çiftçilerdir ve küçük ölçekli balıkçılardır. Şimdi, bir defa verilecek bu 2 bin-2.900 lirayla sahillere yakın bölgelerde endüstriyel karakterli olmayan küçük ölçekli balıkçıların derdini çözmek mümkün değil arkadaşlar. Oysa onlar, ekolojik bütünlüğün devamı açısından son derece önemli işler yapıyorlar yani esas korunması gereken küçük ölçekli çiftçilerdir, küçük ölçekli balıkçılardır sürecin devam edebilmesi açısından. Dolayısıyla bu para devede kulak bile değil; bu, insanların işine yarayacaktır ama ihtiyaca cevap vermesi mümkün değil.
Trolün yasaklanmasından bahsedilmiş. Aslında, Tarım Komisyonunda bunların kullanımının 50 metreyle sınırlandırılması, 50 metreden daha sığda kullanılmamasına ilişkin bizim bir önergemiz vardı ama o zaman kabul edilmemişti. Trol kullanılıyor, Marmara Denizi'nde de kullanılıyor ve ben size söyleyeyim, ışıkla, insanlar avlanıyorlar. Çok iyi biliyorum, Kuzey Ege'de nisana kadar, av sezonu bitene kadar, zannedersiniz denizin üzerine uçan daireler inmiş; o kadar çok trol teknesi, gırgır teknesi ışıkla avlanıyor ki. Ha, ben Tarım Komisyonu üyesi olarak sahil güvenliği de arıyorum "Ya, bakın, böyle şeyler oluyor." diyorum ama hiçbir tanesine yönelik hiçbir yaptırım ne yazık ki yok.
Son vurgulayacağım şey şu, ondan sonra da sorumu sormak istiyorum: Bizim ülkemizde tarım ve balıkçılık bunu ondan ayırarak söylüyorum, "tarım," deyince de içerisine bitki ve hayvancılığı katarak söylüyorum- ciddi bir problemler yumağıyla karşı karşıya. Benim gördüğüm kadarıyla, okuduklarımdan anladığım kadarıyla, bunu, verili tarım politikasını sürdürerek çözmek mümkün değil; yeni bir tarım felsefesine ihtiyaç var. Onun da mutlaka, kooperatifçilik temelinde küçük ve orta ölçekli üreticilerin örgütlendiği ve esasen, çok girdi kullanımına, az istihdama dayalı endüstriyel tarım yerine; siyaseten, çok istihdam yaratan, az girdi kullanımına dayanan küçük ölçekli tarımı temel alacak bir yeni felsefeye ihtiyaç var. Böylece, sorunları çözmek mümkün olur diye düşünüyorum.
Bakanlıktan ricam, onlara sorum şu: Bize, lütfen, en azından Marmara Denizi için, akarsuların taşıdığı yükler nedir Marmara Denizi'nde yaşayan balıklardaki ve kabuklulardaki kimyasal yükler nedir, ağır metal yükleri nedir bunları verin. Yani vatandaş bize soruyor, dönüyor, diyor ki: "Ya, siz biliyorsunuzdur bu işi, şimdi biz Marmara'da tutulan balığı yiyelim mi?" "Ye." desen bir dert "Yeme." desen bir dert. En son, " Dip balıklarında dikkatli olmak lazım ama bu gezici balıklarda çok sorun olmayabilir." falan diyoruz ama ben bir milletvekili olarak, bu konuda yapılmış çalışmalara bir türlü ulaşamadım. Eğer böyle bir desteğiniz olursa, gerçekten benim açımdan da iyi olacaktır. Akarsu yükleri, balıkların ve kabukluların yükleri nedir? Bunu size sormak istiyorum.
Teşekkür ederim.