KOMİSYON KONUŞMASI

OYA ERSOY (İstanbul) - Merhaba öncelikle.

İbrahim Hocama teşekkür ederek başlamak istiyorum, özellikle İstanbul Sözleşmesi anıştırması yaptığı için.

Doğanın hakları da, kadın hakları da, çocuk hakları da, çevrenin her türlü hakları, insanların hakları, halkların hakları ne iktidarların siyasi çıkarı ne de iktidarlar arası, devletler arası, sermayeler arası yarışın bir konusu olmamalı ve hepimizin savunduğu haklar olmalı.

Buradan öncelikle size hitap etmek istiyorum, gerçekten sunumunuzda gördüğümüz, hani burada bu tür bir sunum... İklim diplomasisi açısından baktığımızda Türkiye'nin herhâlde en sıkıntılı dönemini yaşadığını bizzat siz zaten yaşadınız, o yüzden diğer ülkelerle görüşmelerde bunlar söylenebilir belki ama hani burası biz bize olduğumuz bir toplantı ve o sürecin ne kadar sıkıntılı ve Türkiye açısından zor geçtiğini yapılan hatalar nedeniyle herhâlde siz çok daha iyi yaşadınız.

Şimdi, Paris İklim Anlaşması nedir ve iklim krizi... Artık bence iklimdeki değişimden bahsetmekten vazgeçelim, adı adınca da koyalım. G7 zirvesinde de bu çok açık söylendi, ifade edildi, artık ortada olan şey bir iklim krizidir arkadaşlar ve bir yerde kriz varsa o krize anında müdahale edilmesi lazım. Yani 2030, 2050 gibi yıllar tarif ediyorsanız; bu, krize müdahale değildir zaten. Kalp krizi geçiren bir insanı düşünün hani otuz yıl sonra yirmi yıl sonra "Bu krize müdahale edeceğim ben, sen şunu kullanmaya devam et." diyemezsiniz, anında müdahale edersiniz. Şu an doğa, gerçekten neoliberal politikaların yıllardır yaptığı yağma, talan hızına yetişemediği için ölüyor, iflas etti. Aslında iflas eden ve krizde olan bu politikalar.

Ve Paris İklim Anlaşması, evet, siz de ifade ettiniz, devletlere herhangi bir cezai yaptırım getirmiyor yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi değil kaldı ki ona da uyum konusunda son dönemde yaşadığımız sicilimiz ortada. O yüzden bu İklim Anlaşması sonuçta emisyonların azaltılmasına, karbon salınımına indirgiyor bu "iklim krizi" denen şeyi ama gerçek bu değil. İklim değişimi tüm dünyayı, en çok da içinde bulunduğumuz coğrafyayı sosyal, politik ve ekonomik açıdan etkiliyor ve etkilemeyi de sürdürecek ve bunun sonuçlarını o kadar yaşamsal yaşadık ki bu yaz yani bir yandan yangınlarla uğraşırken bir yandan sel -sadece görünür sonuçları- bir de üstüne susuzluğumuz ve su kaynaklarının kalitesinin düşmesi, bunlar eklenmeye başladı ve çok daha kâbus içinde bir önümüzdeki dönemle karşı karşıya kalacağız. Evet, mevsimler kaydı, kuraklık başladı, göller kuruyor çünkü doğa biraz önce de dediğim gibi sermayenin birikim hızına yetişemiyor ve kendi kendini iyileştiremiyor. Şimdi, biz buna "Dur" demek zorundayız buna "Dur" demek de çok yaşamsal, o nedenle sermayenin çıkarlarına bırakılamayacak kadar yaşamsal.

Bu anlaşma, sadece bir finans anlaşması, ekonomi anlaşması ve sermayeyi bağlayan bir anlaşma; yeni bir ekonomik düzen öngörmekte. Ekolojik varlıklar kaybolduğu için, eski kaynaklar çok pahalı olduğu için küresel sermaye bir geçiş öngörüyor ve bizim bu kadar aciliyet çabamızın nedeni de Glasgow'a yetişmek ve birtakım şirketlerle beraber, yerli, millî kendi şirketlerimizle beraber bu sürece yığınak yapıp -kaldı ki bu saatten sonra üye olarak da katılınamayacağı için ön görüşmelerle -işte, orada artık ne sıfatla, gözlemci mi olur- o süreci yönetebilmek ve fonlardan yararlanabilmek; amaç bu ve bu yeni oluşacak sermayenin geçiş öngördüğü düzene uyum sağlayabilmek çünkü "daha az maliyetli, daha kârlı" diye bakılıyor ve bu yeni sermaye planları, projeleriyle krize girmiş kapitalizmin sürdürülebilirliği sağlanmaya çalışılıyor. O yüzden doğanın çıkarını koruyan öncelikler yok. O nedenle aslında devletlerin kendi arasındaki kredi vesaire anlaşmaları, diplomasi -tırnak içinde- "yürütülen şey" de doğanın çıkarı değil, sermaye çıkarı. Ve kapitalizmle hesaplaşmadan iklim krizi çözülemez ki bugün itibarıyla söylenen Avrupa Birliği Yeşil Mutabakat, yeşil düzen, yeşil dönüşüm sözcüklerinin uçuşması da hani 92'den beri ya da onun evvelinden itibaren de uluslararası düzeyde korunmuş olan iklim rejiminin aslında iflas ettiğinin de bir kabulü anlamına geliyor. Bütün bu sürecin böyle yönetilemeyeceği ve iklim krizine bir çözüm olmayacağı da ortada. O nedenle tek amacın sermayenin kâr oranlarını korumak üzere devamını sağlayacak birtakım icraatların devamı değil... Burada boşlukları da görüyoruz değil mi? Yani Paris Anlaşması'nı burada tartıştığımız dönemde bile, son bir yılda bile madenler, kömür, termik üzerine yapılan yatırımlar, bunların hız kazandığını da görüyoruz Türkiye açısından ama çok normal çünkü dünyada da böyle zaten. Hani Çin de bir yandan anlaşmayı imzalarken öbür taraftan her gün neredeyse kömüre dayalı termik devam ediyor, Japonya'da aynı şekilde. Ama bu değil bizim problemimiz, bizim problemimiz bunların devletler arasında böyle oluyor olması bizim sorunumuz ki doğanın çıkarını, biyolojik çeşitliliği yani dünyanın devamını ve insanca yaşama hakkımız dâhil olmak üzere bütün canlıların yaşam hakkını maalesef engelliyor ve bizim önceleyeceğimiz şey, dünyada da doğanın çıkarlarını koruyacak, halkların çıkarlarını koruyacak düzenlemelerin öncüsü olma, buna zorlama olmalı; onların normali bizim normalimiz olmamalı diye düşünüyorum. O yüzden de evet, burası tali komisyon olmamalıydı ve bizlerin imzasıyla, talebiyle görüşüldü. Bundan sonra da burasının, özellikle gerçekten iklim krizi varsa ki var, bu herkes tarafından kabul ediliyor ve bu bir krizse; o anlaşma bu anlaşma bilmem; bu krizi çözüm üzerine kafa yoracak Meclisin en çok çalışan komisyonunun... Ama ne için çalışan? Sermaye için çalışan değil, onların kâr oranlarını artırmak için çalışan değil, bizzat doğanın çıkarlarını, insanların, halkların çıkarlarını korumak üzere çalışan ve bunun için politikalar geliştirmeyi önceleyen bir komisyon takvimi belirlenmesi gerektiğini söylemek istiyorum.

Teşekkür ederim.