KOMİSYON KONUŞMASI

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Çok teşekkür ederim Sayın Başkan.

Ben, sözlerime başlamadan önce, bizi çocukluğumuza götüren bir torba ikramınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Ben açmadım çünkü ilkokul 1'inci sınıfa götürdü bu torba; benim fasulye torbam, annemin dikerek içine fasulyeleri koyduğu ve fişlerimizi yazdığımız. Bırakın sıraları, bırakın tahtaları, beton zemin üzerine o fişleri yazdığımız torbayı hatırlattı, ben bunu böyle alıp saklayacağım inşallah.

Evet, Saygıdeğer Bakanım, yürütmenin kıymetli temsilcileri ve Komisyonumuzun değerli milletvekilleri; aslında siyaset üstü mülahazalarla ele almamız gereken bir meseleyi konuşuyoruz şu anda. Niye? Çünkü zor ve meşakkatli, bir o kadar da yüksek önemi haiz bir konuya şu anda parmak basmaya çalışıyoruz ve düşüncelerimizi ifade ediyoruz. Niye zor ve meşakkatli, aynı zamanda ulvi? Çünkü birincisi, gerçekten etki alanı, hitap ettiği kesim nüfus olarak 2 Avrupa Birliği üyesi ülkenin nüfusuna denk yani 20 milyonu aşkın bir kitleden bahsediyoruz; iki, bu, adına "Millî Eğitim Bakanlığı" dediğimiz hizmet sektörü olarak da yaşamın, 84 milyonluk ülkemizin hemen hemen sosyolojik olarak her katmanını içine alan bir etkinlik. Yani paydaşlarına baktığımızda hepimizi içine alıyor. Üçüncüsü de hizmetinin çok ayaklı olması yani, Batılıların "life on" dedikleri yaşam boyu bir süreç, bizim "beşikten mezara" deyip daha veciz ifade ettiğimiz, "Öğrenmenin yaşı yoktur." dediğimiz bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla, doğumumuzdan ölümümüze kadar içerisinde olduğumuz ve çok büyük bir kitleye hitap eden bir etkinlikten bahsediyoruz. Dolayısıyla, bunu dikkate alarak konuşmakta yarar var. Üstelik "Millî Eğitim Bakanlığı" diyoruz yani içerisinde bir de millîlik var yani bize ağır bir sorumluluk yükleyen bir yapı da var. Niye? Bu, bize neyi hatırlatıyor? Bu, bize, ülkemize, milletimize, devletimize, bayrağımıza, vatanımıza bağlılık noktasından hareketle birtakım ifadelerde bulunmamızı hatırlatıyor.

Şimdi, tabii, bazı arkadaşlar bu saate kadar benzer şeyleri ifade ettiler. Ben, meselenin, bütçenin özellikle teknik boyutuna değinmeyeceğim çünkü grubumuzun çok kıymetli üyeleri zaten teknik boyutunu, teknik analizini, yapılanları, yapılması gerekenleri ifade ettiler ama ben özellikle bir iki şeye dikkatleri çekmek istiyorum.

Şimdi, çok çok sıklıkla kullanılan, maalesef yanlış da kullanılan iki kavram üzerinden sözlerime başlamak istiyorum. Şimdi, eleştiri ve demokrasi kelimeleri hakikaten böyle Truva atına dönüştü, böyle sürekli, efendim, sıkışıldığı yerde sanki İngiliz anahtarı gibi "Çok rahat her şeyi söylerim, her şeyi ifade ederim çünkü demokrasi vardır." Efendim, eleştiri... "Ben her türlü hakareti yaparım, hakaretamiz ifadelerde bulunurum ama buna kimse alınıp gocunmasın, bu bir eleştiri."

Şimdi, kıymetli arkadaşlar, otuz yılı aşkın akademik yaşamım boyunca yirmi yıl eleştiri dersi anlattım. Eleştiri dersinin olmazsa olmaz çok ana bir kaidesi vardır: Eleştiri, bakıp, görüp, algılayıp, algıladığını ifade etme sanatıdır; okuyup, anlayıp, algılayıp, anladığını çok güzel bir şekilde ifade etme sanatıdır; seyrettiğiniz bir şeyi çok iyi algılayıp onu bir şekilde lanse etme, ifade etme sanatıdır. Bunu yaparken de iki önemli koşulu vardır: Bir, alanın uzmanı olacaksınız iyi bir eleştirmen olmanız için. Onun için zaten dikkat ederseniz alanlara göre sınıflandırılır; edebiyat eleştirmeni, sinema eleştirmeni, mutfak eleştirmeni gibi. Bir, uzmanlık gerektirir; iki, objektiflik gerektirir. Yani ne subjektif olarak ne de uzmanlık dışı bir mülahazayla eleştiri yapamazsınız, bu, sadece zevklerinizin, düşüncelerinizin tezahüründen öteye gitmez ya da biraz dozajı artarsa hakaret olarak addedilebilir.

Şimdi, bu genel söylemden hareketle, maalesef, şu anda gördüğüm kadarıyla bir Boğaziçi sendromu oluşturulmaya çalışılıyor. Bu Türkiye genelinde de yapılıyor ama Millî Eğitim bağlamında, üniversiteler bağlamında bunu böyle yapmanın çok da tutarlı bir şey olduğunu zannetmiyorum. Niye? Sanki Türkiye'de 200'ün üzerinde hiç üniversite yokmuş gibi, efendim, çok erken yola çıkmış ve mesafe katetmiş -bununla da biz gurur duyuyoruz- bir üniversiteye endekslendik. Sadece Türkiye'de üniversite eğitimi ya da üniversiteleşme adına evrensel bilgi, birikim ve deneysel birtakım çalışmaların yapılması bir üniversiteyle kaimmiş gibi anlatılıyor ama bugün bilimsel gerçekliğe baktığımızda, maalesef görmüyoruz biz ama ısrarla hatırlatacağız ki bazı üniversitelerimiz hakikaten çok mesafe katettiler. Şimdi, bunu söylerken hani bir kompleksi var hocanın, acaba ondan mı söylüyor, hayır. Ben Atatürk Üniversitesi lisans mezunuyum ama ben hakikaten Batı'nın bırakın ilk 500, 600'ünü; ilk 100'ündeki bir üniversitesinde lisansüstü eğitimimi yaptım ve yazdıklarım da Allah'a şükür bugün ilk 10'daki üniversitelerde referans kitap olarak okutuluyor. Ama ben, her şeye Ankara merkezli ve Türkiye penceresinden baktığım için, her zaman Atatürk Üniversitesi mensubu olmaktan gurur duydum. Diğerini bir kenara bıraktım çünkü gerçekten, bizim bu önceliğimiz bu şekilde ifade edilmeli.

Şimdi, Boğaziçinde neler oluyor? Ya, Boğaziçinde ilme, irfana, eğitime yönelik böyle bir handikap, bir bağlayıcılık söz konusu değil ki. Efendim, diğer üniversitelerde olduğu gibi, Anayasa'ya, hukuka göre, kanuna, nizama göre yapılan bir rektör ataması söz konusu. Şimdi, şu resimlere bakıyorum, içim yanıyor. Yani ben o resimlere bakınca asıl benim hatırladığım... İşte, biraz önce eleştiriyi ifade ettim ya yani boş laf, hamasetten öte, ari ifade etmek lazım. Burası hakikaten seçkin bir Komisyon. Ben, şimdi, Aybüke öğretmeni hatırlıyorum, arabasının nasıl kurşunlandığını, o kamera görüntülerini hatırlıyorum ben. O gerçek; bu, oradaki huzurun temini için yapılan, alınan bir önlem. Yani kendi babasının kendi arabasının dahi üzerine yarı çıplak birinin çıkıp tepinmesi çok normal bir hareket değil. Bunu demokrasiyle, insan hakkıyla, hukukla falan bağdaştırmak da zorlamadır. Ama Tunceli Pertek'te, sınıf arkadaşımın, Elâzığ kökenli ve kendisi de bir Zaza olan kardeşimin, okulun lojmanının önüne çıkarılıp -sürekli söyleyeceğim bunu, unuttukça söyleyeceğim- kurşunlanarak katledildiğini ben unutamıyorum. Türkiye'nin gerçeği bu.

Şimdi, "Ana dilde eğitim, eğitim, eğitim." deyip sosyolojiyi katletmeye çalışanlara bu cevabımdır. Arkadaşlar, tarihi ne geriye sardırabilirsiniz -bu bir video kaset değil- ne de ileriye sardırabilirsiniz. Yani yaşananları hızlandıramazsınız, geriye de alıp efendim, yaşlılıktan çocukluğa doğru gidemeyiz. Sosyolojide de böyledir, ulusların oluşum sürecinde, artık halklardan sonra uluslaşma, milletleşme sürecini tekrar halklara damıtarak bölüp parçalayıp efendim "Ana dilde eğitim." diye tutturamazsınız. Bu, bütün insanlara ihanettir; bu, bölücülüktür; bu, ayrışmadır. Herkes, Türkiye Cumhuriyeti'nin, gerçekten, sınırları içerisinde eşit, aynı imkânlara sahip olması gereken... Biz, nasıl burada, bu makamlarda oturuyorsak, bizim çocuklarımız nasıl hangi eğitim fırsatlarından, eşitliklerden faydalandıysa o çocuklarımız için de aynı şekilde ortak bir eğitim diliyle, evrensel bilgiyle donanıp buralara gelme yollarının açılması lazım. Kimse hamaset yapmasın. Kendinize reva görmediğinizi, çocuklarınıza reva görmediğinizi masum evlatlarımıza kimse reva görmesin.

Şimdi, efendim, "Boğaziçinde bazı hocalar geçmişte birtakım sıkıntılar yaşadı." diye Sayın Vekilim ifade ettiler, doğrudur. Mesela ben 2 örnek aldım. Mina Urgan'ı çok yakinen tanırım Hocam. Mina Urgan Batı dillerinin duayenidir, kurucusudur, hocamızdır, tanırız ama Mina Urgan, bakın, İstanbul'dayken "Ankara'ya bir filoloji açalım mı?" diye bilirkişi raporu istendiğinde ne dedi, biliyor musunuz? Dedi ki: "Ankara taşradır, Ankara'ya Batı dilleri açılmamalı, açılmaz, olmaz, yürümez." Bir Dinozorun Anıları'ndan bakarsınız. Ama işte, Türkiye penceresinden, Ankara merkezli düşüncem noktasından benim eğitimde örnek aldığım Aziz Hocadır, Aziz Sancar'dır. Yani o da ne dedi, döndü dedi ki: "Çocuklar, okuyun, yılmayın. Evrensel bilgiyi edinin. Hem insanlığa hem de ülkenize -bakın ülkenize- faydalı birer birey olun." Şimdi, bizim bu noktadan hareket etmemiz gerekir arkadaşlar. Yoksa böyle nüanslara takılıp gerçekten başarıyı başarısızlık hatta başarısızlığı da başarı göstermememiz lazım.

Şimdi, biraz önce birtakım notlar verildi. Ben, bunu, vallahi iki yıl önce almış arşivime koymuşum, Millî Eğitim Komisyonu dosyam bu benim, 2 komisyon üyesiyim. Şimdi söylenince çıkardım, Türkiye'nin o zaman bakan yardımcısıymış zatıalileri. TIMMS grafiği yükseliyor, altta detayları vermiş, kaçıncı sıradan kaçıncı sıraya gelmişiz. Ya, bunun aksini söylemenin Allah aşkına muhalefet adına ne faydası var? Ya da bunu yeterli bulmanın da bir faydası yok. Biz sürekli arttıracağız. Yani ekonomide ilk 50'de yoksun, efendim, askerî savunmada, sanayide, gelişmişlikte, işsizlikte, enflasyonda sanki... "Eğitimde niye ilk 3'te biz yokuz, ilk 5'te biz yokuz." Böyle değil, gerçekten amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Bu da eğitime hep beraber olumlu birtakım katkılarda bulunarak nereye getirebiliriz... Elbette ki eleştirilecek çok şey var.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Sayın Aydın, toparlayabilirseniz memnun olurum.

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Evet.

Yani, şimdi, Mustafa Bey detayları söyledi, sizler de söylediniz. Evet, sıkıntılar var ama gidişatımız iyidir, niyetimiz halistir. Yani ben şimdi bakıyorum, bize kahvaltıda detaylı brifing verdiler, ben oradan hareketle söylüyorum, müneccim değilim. Ama özellikle mesleki eğitimde inanın bayağı mesafe katetmeye başladık; bunu sanayiciler söylüyor, bunu üreticiler söylüyor. Bayağı mesafe katettik. Şimdi, okul öncesi eğitim ne kadar katkıda bulundu biliyor musunuz evlatlarımıza? Önceden bunlar eksikti, yoktu, sıkıntılıydı, pandemiyle beraber birtakım sektelere uğratılmaları söz konusuydu ama inşallah onlar da en kısa zamanda aşılacaktır diyorum.

Ben, bu dilek ve temennilerle bu bütçenin gerçekten evlatlarımıza, bütün eğitim camiasına, 84 milyona -bütün paydaşları etkileyen bir süreç- hayırlı olmasını temenni ediyor, herkesi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ediyorum.