KOMİSYON KONUŞMASI

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Çok Kıymetli Bakanım ve Dışişlerinin güzide temsilcileri; ben sizin şahsınızda, kolluk kuvvetimiz dışında gerçekten Türkiye'nin ali menfaati, savunması noktasında en fazla şehit veren bir kurum olması hasebiyle sözlerime ben de özellikle ASALA terör örgütünün tedhişine maruz kalıp kaybettiğimiz dış temsilciliklerimizin mensuplarına Allah'tan rahmet, gazilerimize de minnet ve şükran duygularımı ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.

Evet, sabahtan beri birçok şey dinledik. Gerçekten insan zaman zaman, böyle, kötümserliğe gark olur düşüncelere dalıyor. Sanki burası Türkiye Cumhuriyeti devletinin yasama organı değil de çevre, komşu ülkelerin yasama organlarından temsilcilerin birtakım gündem maddelerini dikkate çekme açısından getirdiği bir platform gibi.

Şimdi, 18'inci yüzyılda Latince uluslararası ilişkiler kavramı olarak gündeme gelen ve daha sonra Hegel'in bunu daha da sistematikleştirdiği "zeitgeist" diye bir kavram var; "zamanın ruhu" diye ele alıp incelediğimiz bir kavram. Şimdi, zamanın ruhu, dönemin bütün faaliyetlerini etkisi altına alan genel söylemin adıdır yani dönemin ekonomik yapısına, siyasi yapısına, ideolojik perspektifine, ticari duruşuna, uluslararası ilişkilerine gerçekten renk veren bu zamanın ruhudur. Dolayısıyla sizin de konuşmanızda ifade ettiğiniz gibi, bugün, şöyle bir baktığımızda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 5 daimî üyesinin kendi aralarındaki sanki bir mücadele alanından bahsediyoruz, siz de bunu ifade ettiniz. Bunu her bağlamda düşünebiliriz. Sadece diplomatik ya da uluslararası ilişkiler bağlamında değil, bu ekonomiden ticarete, oradan silahlanmaya varana kadar her şeyi kapsıyor. O zaman biz bu 5'li mücadeleye ya teslim olacağız ya bir tarafa tamamen biat edip, tamamen inaktif bir pozisyon alacağız ya da işte, bana göre, dönemde çok etkin bir zamanın ruhu hâline gelmiş, savunmada kalmak değil, bana değmeyen bin yaşasın bakışı değil, reaksiyoner değil, tam tersine inisiyatif alıp proaktif bir duruş sergileme döneminden bahsediyoruz ve bunu hem içeride hem dışarıda üzerine temellendirdiğimiz, özellikle Ankara merkezli düşünce yapısıyla ve her olaya, bizi içerde ya da dışarıda ilgilendiren her türlü meseleye Türkçe bakarak, Türkçe okuyarak ve Türk milletinin ali menfaatleri, Türkiye Cumhuriyet devletinin ali menfaatleri noktasından hareketle böyle bir yerli ve millî mukavemet gösterme kaçınılmazdır. Siz de bunu yapıyorsunuz, ben tebrik ederim. Hangi bağlamlarda yapıyoruz, yaptık ve sonuçlar aldık; çok kısa kısa kalemler hâlinde söylemeye çalışacağım.

Şimdi, bakınız, otuz yıllık bir kanayan yaraya, bir işgale, bir soykırıma, bir göz göre göre kan emici bir virüsün işgaline son verildi. Bunda gerçekten hem sahada hem de alanda yaptığınız katkılarla otuz yıllık hayalimiz gerçekleşti ve Karabağ özgürlüğüne kavuştu. Yani Azerbaycan toprağının yüzde 30'unun işgal altında olması artık sona erdi; bölgeye barış, huzur geldi.

Bir başka kazanımımız, gerçekten İdlib'de artık çocuklar ölmüyor, kadınlar ölmüyor, hastaneler, okullar bombalanmıyor. Biz bunları çıplak gözlerimizle gördük, uluslararası platformlarda bunları dile getirdik; ah, vah işitmenin dışında hiçbir şey görmedik; ne Birleşmiş Milletler tarafından ne de Avrupa Birliği ya da Konseyi tarafında çok ciddi bir adım atılmadı. Burada bir sürü arkadaşımız var o konseyin üyeleri. Ne oldu, kötü mü oldu? Buna mukabil oradan gelecek ekstra milyonlara da bir nevi "Dur." dedik. Elbette ki bir bedel ödedik, ödüyoruz. Şimdi, bunu söylerken bir parantez açacağım, bu 33 şehidimizi sürekli dilimize pelesenk etmişiz. Değerli arkadaşlar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bekası noktasında verilen şehit sayısı 33 değil, binlerce şehidimiz var, ne olur iki laf da onlara edin. Bu şehitlerimizin kanına girip, gerçekten büyük bedeller ödetip hâlâ ısrarla birilerinin "Onun heykelini dikeceğim." dediği çocuk, bebek katilinin, temsilcisinin affına mazhar birtakım güzellemeler yapmaya değil, sizleri onun elindeki kanın hesabını sormaya davet ediyorum. Sanki Rusya Parlamentosunda sormuyorlar mı "Bizim uçağı kim düşürdü?" Ne yapalım şimdi? Onların da uçağı düştü değil mi? Akabinde de birtakım şeyler oldu. Şimdi onun hesabını mı yapacağız? Kaç Rus öldürüldü, kaç Suriyeli öldürüldü, bizim şehit sayımızla karşılaştırma mı yapacağız? Böyle gerçekten teferruata boğup da ana ekseni gözden kaçırmayalım.

Bir başka kazanımımız, Libya'da Dışişlerimiz tezkere sayesinde bir inisiyatif aldı; bu gerçekten diplomasi çünkü diplomasi gerçekten artık uluslararası ilişkilerin en etkin enstrümanıdır, bunu da çok çok iyi yapıyorsunuz ve Libya'da kan durdu, Müslüman kanı durdu, insan kanı durdu; artık nereye aidiyet hissediyorsak; zarar mı ettik, kötü mü oldu? Ve Fizan dedikleri yerde bir askerimiz değil, bir sivilimizin dahi burnu kanamadı. Şimdi, bu bir başarı değil mi arkadaşlar ya? Yani, bunu söylersek ne olacak yani gerçeği inkâr mı etmiş olacağız?

Kıbrıs, ayrı bir kalem. Evet, 1977'den beri çözümsüzlük kaderiymiş gibi Kıbrıs'ın, sürekli, en son Crans-Montana'da da yapılan, bu, yasak savma babından, efendim, bizi böyle günübirlik söylemlerle meşguliyet; artık son buldu ya. Kıbrıs'ın artık iki toplumlu, iki milletli, iki devletli olduğunu açık ve net bir şekilde haykırıyoruz. E, Maraş'ı açtık, bunlar kazanımlardır. Artık ben dik duruyorum, rahat oturuyorum, teslimiyetçi değilim, kimsenin ağzına bakmıyorum; diyorum ki: Kıbrıs'ta iki devlet var, buyurun, iki devletli bir çözüm masasına oturalım.

Doğu Akdeniz ve Karadeniz'deki faaliyetlerimiz öyle yadsınacak, küçümsenecek faaliyetler değil. Orada gemilerimiz var, birileri görmezlikten geliyor ama hâlâ Piri Reisler, Oruçlar oralarda geziyor, fink atıyor. Dolayısıyla, bu da yine bizim uluslararası bağlamdaki kazanımlar hanesine yazılması gereken önemli bir not.

Şimdi, Afganistan meselesi ilk çıktığında, efendim, çok büyük senaryolar yazıldı. "Eyvah! Hemen askeri çekin." Güya, sözüm ona, böyle, çok tecrübeli diplomatların kürsülerden söylemlerine dayanarak söylüyorum. "Aman durmayalım, arkamıza bakmadan kaçalım Amerika gibi, hatta bir hafta da öne alalım kaçış tarihimizi." E, ne olacaktı ondan sonra? Uçaklarımızın -Allah korusun- tekerlerine sarılı vatandaşlarımızı mı görecektik? Hayır, metanetle, diplomasinin gerçekten sahadaki kurallarını harfiyen ve hiçbir komplekse kapılmadan uyguladık, hiçbir vatandaşımızı orada bırakmadığımız gibi mağdur da etmedik; Allah'a şükür hâlâ orada elçiliği açık olan üç-beş ülkeden bir tanesiyiz. Ne oldu? Şimdi, tabii, tabiri caizse -amiyane olacak ama- pilav olmadı, lapaya bozalım. "Ya, şimdi, Taliban'la niye görüşüyoruz?" Taliban'la görüşmeyen, görüşmeyi reddeden ülke var mı? Joseph Borrell reddetti mi? Efendim, Boris Johnson reddetti mi? Hayır, "Belirli mesafede, belirli şartlar eşliğinde görüşebiliriz." dendi. Şimdi, özellikle buradan referansları veriyorum ki çünkü öbür taraftan Rus, Çin, Pakistan dersem hemen bir ön yargı oluşacak. Hayır, şu anda Joseph Borrell de yüksek temsilci de "Evet, belirli mesafede yalnız bırakmamalıyız." diye... Bizim de duruşumuz o, Sayın Dışişleri Bakanımız burada, yanlışsa düzeltsin lütfen yani "kabullenme" efendim, "teslimiyet" değil, belirli mesafede ilişkilerin şartlara uygun bir şekilde giderilmesi noktasında bir duruşumuz söz konusu.

Şimdi, efendim, bütün bunları dikkate aldığımızda gerçekten ülkemize ve ülkemizin bugün ali menfaatleri noktasında büyük mücadele veren ve gerçekten gayretlerinin sonucu da sahaya yansıyan bir Dışişlerimiz var; hepsinden Allah razı olsun, gayet başarılılar, bunu açık ve net bir şekilde söylüyoruz. Şimdi, bunu söylemişken bir de en son yaşadığımız bu, elçiler krizi var; yine aynı şeyi yaşadık. Elçiler muhtıra aşamasında, hiç kimseden bir reaksiyon, bir protesto, bir tepki yok yani Nasrettin Hoca fıkrası misali "Hırsızın hiçbir günahı yok." Başladık sorgulamaya: "Elçilere bunları söyleyecek duruma niye geldik?" Ya, bir kere, elçilerin bunu söyleyip söylememe hakkı var mı? Bunun uluslararası anlaşmalara uygunluğu var mı, yok mu? Bunun, gerçekten bizim bağımsızlığımıza, egemenliğimize karşı bir hareket mi, değil mi? Yani bütün kurucu iradenin ortaya koyduğu, "Egemenlik benim karakterimdir." dediği noktadan bakmaktan ziyade, hep sürekli bir eziklik psikolojisiyle "Dışarı nasıl bakıyorsa ben de o pencereden bakarım." misali "ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler nasıl bakıyorsa ben de uluslararası Türkiye'yle ilgili meselelere bakarım." gibi bir -Allah korusun- yavaş yavaş bir teslimiyetçi düşünceye yöneldik. Ne oldu sonradan? Bir dik duruş sergilendi. "Eyvah! Ocağımız battı, ambargolar geliyor; ne olacak? Sınır dışı edemeyiz, kim edebilir? Aa, olur mu öyle şey?" Onlar kaderi mutlak gibi -haşa- sanki yapıdaymışlar gibi. Ne oldu bir hafta on gün sonra? Çark edildi, efendim, had ve hakkı aşmanın bedelini çok net bir şekilde ödediler ve geri adım atmak zorunda kaldılar. Şimdi, bu bir başarı ama o başarıyı teslim etme noktasında bile ikircikli davranıyoruz. Şimdi, Sayın Kuşoğlu'nu ben de referans göstereceğim, kusura bakmasın. Tebrik ettiler, gerçekten müthiş bir duruş, dedi ki: "Diplomatik bir başarı." Ya, arkadaşlar, bunu söylemek bizi küçültmez ama bir başka yetkili ağızdan da şunu duyduk yani "Efendim, bugüne kadar, şu kadar yıllık tecrübem sırasında, çalıştığım Bakanlıklar arasında, sadece 3'ünü tanırım, diğerlerinin hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur." mahiyetinde bir cümle; ya, bunu takdir edersek... Gerçekten diplomatlarımızın geçmişten bugüne kadar tarihe not düşmüş bütün başarılarıyla biz gurur duyuyoruz, hepsiyle, siyasi aidiyetleri ne olursa olsun.

Şimdi, diğer bir şey, geçen yaptığım konuşmamda seviyeli bir biçimde şunu ifade ettim, sosyolojik ve teknik olarak tarihi ileriye sardırmayız dedim. Yani ileriye sardırıp ne yapabiliriz? Gelecekten, gaipten haber vermek gibi bir gafletimiz olamaz. Aksi de mümkün, tarihi geriye sardırıp, tarihin hoşumuza giden herhangi bir dönemini klonlayıp, alıp günümüze teşmil edemeyiz. Yani bu ancak nerede olur biliyor musunuz? İşte, bu, meşhur bir İngiliz yazar vardır, ütopik bir yazardır, H. G. Wells diye -H. G. Wells diyoruz biz- onun bir Zaman Makinesi diye bir romanı vardır, o Zaman Makinesi romanında -daha sonra filme de birkaç defa farklı versiyonlarla aktarıldı- o zaman makinesi aracılığıyla tarihin geçmişteki belirli bir dönemine gidersiniz ama çok aykırı durursunuz, oraya ait değilsiniz, orada sizin duruşunuz çok dikkat çeker kılığınızla, kıyafetinizle, yaşam tarzınızla, zevkinizle, renginizle. Şimdi, dolayısıyla bazı arkadaşlar, hakikaten, sanki ellerinde zaman makinesi varmış gibi ulus devletler öncesi bir sürece, milletlerüstü, tamamen imparatorluklar dönemine dönüyorlar "Ya, bu coğrafyanın adı şuydu, onun için tarihte, geçmişte, Osmanlı döneminde bu kullanılmıştı." Bir de tarihi de yalanımıza, sosyolojik kusurumuza şahit tutuyoruz. Tarih de diyor ki: "Arkadaşım bana yalancı şahitlik yaptırma, ben, o dönemde şartlar buydu, yönetim şekli buydu, demografik yapıyı algılama buydu, bugün o değil. Beni niye bu yalanlarınıza..." Yani zaman makinesiyle geçmişe gidip, oradan hoşuna giden bir yapıyı alıp, getirip bugüne monte etmeye niye çalışıyorsun? O zaman, metrobüste bir gladyatör şeklinde kalırsınız böyle, bu da çok dikkat çeker. Onun için bu konuda artık söylenmesi gerekenler söylendi, yapılması gerekenler yapıldı, Allah'a şükür Türkiye Cumhuriyeti devleti gerçekten üniter bir yapıda yoluna devam etmektedir, kimse de haksızlık etmesin. İçeride ve dışarıda bizden aman dileyen, yardım isteyen, "kardeşim" diyen, elini açan... Nasıl ki, 91 yılını çok iyi hatırlıyorum, Saddam'ın zulmünden kaçan 350 bin civarında peşmergeye kucağımızı açtığımız gibi, 89'da Bulgaristan'dan kaçanlara açtığımız gibi, bugün Suriye'den, şuradan buradan, Afganistan'dan gelenlere açtığımız gibi, bizim hiç kimseyi ötekileştirme gibi bir durumumuz söz konusu değil, bu bizim fıtratımıza aykırı, Allah'a şükür en büyük gurur kaynağımız.

Şimdi, Sayın Bakanım, ben bir iki soru, böyle reel anlamda gerçekten dikkatimi çeken bir iki uluslararası meselede bilgi almak istiyorum. Bunun bir tanesi, sıcağı sıcağına, Bosna Hersek'te -Allah korusun- çok sıcak olaylar yaşanıyor. "Sırp liderin kendi ordumuzu kuracağız." gibi birtakım söylemleri kamuoyuyla paylaşıldı ve oradaki Müslüman tebaa gerçekten bundan rahatsız. Bu konuda Dışişlerimizin çok hızlı bir şekilde, inşallah, birtakım mukavemet gösterdiğini düşünüyorum, bu konuda bilgi almak isterim.

İki, şimdi, CAATSA diye bir şey var; Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisinde bazı milletvekilleri, malum, bize, çok ağırlıklı bir yaptırım, ceza öngörülmesi noktasında hızlandırılmış karar almayı istiyorlar. Ama bu arada basına düşen bir şey var. Bizden daha âlâsını yapan bazı ülkelerin de CAATSA yaptırımları noktasında bu yaptırımların on yıl ertelenmesi gibi talepleri söz konusu.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Toparlayabilirsek memnun olurum.

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Son bir cümle.

BAŞKAN CEVDET YILMAZ - Buyurun.

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Bunu da ben merak ediyorum.

Yine, bir başka, üçüncü sormak ve öğrenmek istediğim bir mesele de şimdi göç gerçekten... AGİT'in raporlarına baktım, doğu ve güneydoğudan bize girmeye çalışan 2020 yılında 505 bin, 507 bin civarında giriş engellenmiş, şu ana kadar 2021'de de 307 bin civarında; bu bir başarı. İnşallah, bu bağlamda, yine, göçün, kontrolsüz göçün artmaması açısından da önlemleri -masadaki önlemleri kastediyorum, sahada çok iyi şeyler yapıyoruz- bunları duymak istiyorum.

Ben bütçenin hayırlara vesile olması temennisiyle heyetinizi saygıyla selamlıyorum.