| Komisyon Adı | : | AVRUPA BİRLİĞİ UYUM KOMİSYONU |
| Konu | : | İç Tüzük'ün 33'üncü maddesi uyarınca Komisyon toplantılarında tam tutanak tutulmasına ilişkin karar |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 1 |
| Tarih | : | 23 .12.2015 |
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI VOLKAN BOZKIR (İstanbul) - Sayın Başkanım, Avrupa Birliği Uyum Komisyonunun çok değerli üyeleri; gerçekten bugün aranızda olmaktan dolayı çok büyük bir onur duyuyorum. Böyle bir fırsat ve imkân verdiğiniz için de teşekkür ediyorum.
Tabiatıyla, Meclisteki komisyonlarımız arasında Avrupa Birliği Uyum Komisyonunun istisnai, özel bir durumu vardır. Kanunla kurulmuş bir Komisyondur 2003 yılında, 4847 sayılı Kanun'la kurulmuştur ve görevleri bu kanunda belirtilmiştir. Tabiatıyla, Avrupa Birliği sürecini izlemek ve bu konuda müzakere etmek, onun dışında, Avrupa Birliğindeki gelişmeleri takip etmek, Avrupa Birliği uyum sürecinde Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulacak kanunları, arzu ettiği takdirde, bu Komisyonda değerlendirip Avrupa Birliği müktesebatına olan uygunluğunu görüşmek gibi çok önemli vazifeleri de var. Dolayısıyla, Avrupa Birliği Bakanlığı ve Bakanı olarak bu Komisyonla sürekli iş birliği içinde olmak, görüş teatisinde bulunmak, bilgi vermek ve sizlerin görüşlerinizden yararlanarak, Parlamento desteğini arkamıza alarak bu hepimizin ortak projesi olan, Türkiye'nin medeniyet projesi olan bir anlamda, Avrupa Birliği sürecini ilerletmeyi doğru buluyoruz. O açıdan, bugünkü ziyaretimde sizlerle hem Avrupa Birliği sürecinin son dönemdeki gelişmelerini paylaşmayı arzu ediyorum hem de bu çerçevede önümüzdeki dönemde yasama faaliyetleri bakımından sizlerle paylaşacağımız çok önemli yasalar var. Bunlarla ilgili de görüşlerinizi almayı arzu ediyorum.
Hayırlı uğurlu olsun, Komisyonumuz da yeni göreve başladı. Tabii, bir bölümü de... Sayın Berat Çonkar'ı da Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonunun başında olması hasebiyle kutluyorum. En zor bölümlerinden birisi de bu KPK faaliyetleridir. Onunla ilgili olarak da görüşmelerimiz sırasında belki bazı düşüncelerimi paylaşacağım.
Çok teşekkür ediyorum vakit ayırdığınız için, beni kabul ettiğiniz, ağırladığınız için. Görüşmelerimizin, inşallah, hepimiz için hayırlı uğurlu olmasını, yararlı olmasını temenni ediyorum.
BAŞKAN - Çok teşekkürler Sayın Bakanım.
Değerli basın mensupları, teşekkür ediyoruz sizlere de.
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANI VOLKAN BOZKIR (İstanbul) - İzin verirseniz, size mesai arkadaşlarımı tanıştırayım sizin de sürekli iş birliği içinde olacağınız.
(Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır Bakanlık bürokratlarını tanıttı)
İzin verirseniz, ben çok kısa -aslında bildiğiniz konular ama, benim bakış açımı ve değerlendirmem açısından, belki, paylaşmakta yarar görüyorum- Avrupa Birliği süreciyle ilgili tarihî perspektifte neden ve nasıl, anlatayım. Sonra bugün içinde bulunduğumuz yeni tabloyu sizlerle paylaşayım, sonra sorularınızla ben de sizden nabzınızı alırım, sizle böyle karşılıklı diyalog şeklinde devam ederiz.
Şimdi, Avrupa Birliği süreci, demin basının önünde de söylediğim gibi, aslında gerçekten Türkiye'nin bir medeniyet projesidir ve tabii çok da uzun yıllar öncesine dayanan bir ilişki. 1959 yılında ilk başvurumuzu yaptığımızdan alırsak elli altı sene, 1963'teki Ankara Anlaşması'ndan alırsak elli küsur sene. Bu da şunu gösteriyor: Bu işi Türkiye kadar yapan gerçekten kararlı, hoşgörülü, sabırlı başka hiçbir ülke yok ama önemli olan, tabii, sürecin devam etmesi ve üyelik hedefinin her zaman muhafaza edilmesi.
Avrupa Birliği ilişkisinde aslında, belki bazı önemli, kritik noktaları siyasetin o günkü şartlarında başka türlü değerlendirmiş olsaydık belki çok daha farklı bir tabloya da ulaşabilirdik. Özellikle, Avrupa Birliği üyeliğinde dalgalar vardır ve sepetler vardır. Bizim de bir dönemde Yunanistan'la aynı sepette olduğumuz bir tablo yaşadık. Maalesef, o günün şartlarında biz bu sepetten kendi irademizle çıktık. Kendi irademizle çıkmasaydık belki Yunanistan'ın üyeliğini geciktirecektik, belki de Yunanistan üye olsun derken bizim de üyeliğimiz daha kolay olabilecekti.
Tabii, diplomaside, siyasette bir fırsat kaçtığı zaman, yeni bir fırsat ortaya çıktığında başka şartlarla, başka unsurlarla gelir. Tekrar üyelik sürecinin canlanması tablosunda biz, bizimle hiç ilgisi olmayan, çok farklı nedenlerle üyelik için adım atmakta olan ülkeler grubuyla bir arada bu müzakere sürecini yürütmek mecburiyetinde kaldık. Şöyle ki: AB üyesi olmuş son 13 ülkenin Malta ve Kıbrıs dışındaki 11'i, tamamı eski Sovyetler Birliği'nin içinde veyahut periferisinde olan ülkeler. Tabii bu ülkeler, kırk beş yıl, Potsdam-Yalta Konferansı'nda bir harita üzerinde, "Sen şuradasın, sen şuradasın." denilerek komünizmin esareti altında kalmış, hukuk fakültesi olmayan, ticaret fakültesi olmayan, yurt dışı seyahat imkânı olmayan, özel sektör kavramı olmayan, miras hukuku olmayan, hakikaten, orada yaşayan insanların tekrar yaşamak istemedikleri bir tablodan gelen ve genelde de bir vicdan azabının çözümü amacıyla, aslında tam olarak kriterleri yerine getirmeseler dahi Avrupa Birliği üyeliğine alınmak istenen ve bu ülkelerin de "Ne pahasına olursa olsun ben Avrupa Birliği üyesi olayım, onun için önüme ne koyarsan yapayım." psikolojisi içinde olduğu bir tablo varken Türkiye de bu sepetin içinde kendisini buldu. Tabii, Türkiye'nin hiçbir alakası yok bu ülkelerle. Onun için, tabii, bazı refleksler gelişti Avrupa Birliğinde ve örnek olarak verilmeye başlandı, "Bak, ne kadar güzel işte, herkes ne dersek yapıyor. Avrupa Birliği bir kültürdür, uyum kültürüdür, baş kaldırmama kültürüdür, çok fazla itiraz etmeme kültürüdür." gibi, böyle yeni bir psikoloji oluştu. Biz de dedik ki: Ya, böyle bir kültür nerede? Hiçbir yerde yazılmıyor, böyle bir kültür yok. Yani Türkiye var, Avrupa Birliği var, biz müzakere edeceğiz, onlar öyle yapıyorsa doğru yaptıkları anlamına gelmez. Dolayısıyla, böyle bir ilişki içinde Türkiye aslında hep şaşırtarak Avrupa Birliğinde ilerleme kaydetti. İlk bu ülkelerle birlikte müzakerelere başlamamız söz konusu olduğunda aslında Türkiye'de bir koalisyon hükûmeti, belki de cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizinden çıkmakta olan veya da içinde olan bir Türkiye, bir askerî vesayetin olduğu bir dönem ve Kopenhag siyasi kriterleri gibi, şu ana kadar 2 bin yasayı değiştirdiğimiz, çok önemli reformlar yaptığımız, beklentilerin olduğu bir ortam ve Türkiye'nin bunları karşılayamayacağı öngörüsü hâkimdi aslında. Ama Türkiye gerçekten çok önemli hamleler yaptı, Meclisin büyük desteğiyle, muhalefet partilerinin gerçekten bu işin içinde kendilerini hissetmesiyle çok önemli yasalar Parlamentodan geçti ve biz Kopenhag siyasi kriterlerini yeterince karşılayan bir ülke konumuna geldik ve müzakereleri başlatma kararını aldırdık. Tabii, şaşkınlık diyorum ama Avrupa Birliğinin de tabii bir şeyi vardır, söz verdiği zaman ve de hukuki olarak da bu vecibenin altına girdiği zaman mutlaka uyar buna. O noktada da bizimle müzakereler başladı. Müzakereler başladıktan sonra, bir taraftan bu demin söylediğim ülkeler girmiş, Avrupa Birliği tabiriyle "hazmetme"nin zor olacağı düşüncesiyle, bir de burada Türkiye var, koskocaman bir ülke, o zamanın tabiriyle, "çok büyük ve çok zengin olmayan bir ülke", "Bir de bu Türkiye Avrupa Birliği üyesi olursa... Acaba şu anda zamanı mıdır? Biraz sonra mı alsak?" mülahazaları ve tabii, Avrupa Birliği insanlarını da düşünürseniz, bir anda böyle, cebinde 5 doları yeni görmüş, demin söylediğim özelliklere sahip bir insan grubu geliyor, işte, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi, olmayan bütün kavramlar konuşuluyor; "Yahu, ne yapacağız, mapacağız?" falan şeyi içinde bir de orada kocaman bir Türkiye endişesi var tabii ve müzakerelerin şeklini değiştirdiler. Türkiye'yle birlikte, ondan sonra müzakere edecek ülkeler bakımından, Hırvatistan ve sonra, şimdi de Sırbistan, Karadağ, Makedonya gibi ülkeler bakımından yeni müzakere şekli konuldu. Eskiden bütün fasıllar müzakereye başlandığında açılırdı, bazıları kapanırdı, kapananlar bazen tekrar açılırdı ve en son anda kapanmış olduğu takdirde müzakere bitmiş olurdu ve müzakerelerin de esas amacı, ülke bakımından sorun teşkil edebilecek alanlarda geçiş sürelerinin müzakere edilmesi idi. Yani bir ülke için tarım alanı olabilir, üye olduktan sonra, işte, üç yıl, iki yıl, beş yıl, neyse, bazı ürünler itibarıyla uygulanmaması; bazısı için rekabet olabilir, bazısı için çevre olabilir. Ama yeni kurulan düzende, Türkiye'nin müzakere ettiği dönemde açılış ve kapanış kriterleri getirildi. Açılış kriteri olunca müzakere edemiyorsunuz çünkü kriterler önünüze geliyor, uygularsanız faslı açıyorsunuz, bazı unutulan bir şey varsa da kapanış kriteri oluyor, netice itibarıyla müzakere edemiyorsunuz. Türkiye böyle bir konumda yine çok iyi bir müzakere şemasıyla -o zaman Başbakan Yardımcısı olan Ali Babacan Başmüzakereciydi- bütün buna rağmen iki yılda müzakereyi bitirebileceğini ortaya koyunca hazır olmayan Avrupa bu sefer 8 faslın askıya alındığı bir karar aldı ve hiçbir faslın da kapanamayacağı bir konsey kararı aldı. Üstüne, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi "5 fasıl da benden." dedi, işte, Sarkozy çıktı, "4 fasıl da benden." dedi, böyle 17 fasıllık bir kilitlenme.
On sene önce yani 3 Ekim 2005'te müzakerelere başladık, Aralık 2006'da bu sekiz fasıl bloke edildi. Bu da bir kırılma noktasıdır. Fakat Türkiye orada bir karar aldı ve dedi ki: Biz Avrupa Birliğinin fasıl açmasını bekleyemeyiz, zamanın nasıl kullanılacağını da onun kontrolüne bırakamayız; biz bütün fasılları Türkiye'de açarız ve bu teknik olarak da mümkündür. Çünkü tarama süreci yapılıyor, bütün fasıllar itibarıyla Türk müktesebatı, Avrupa Birliği müktesebatı tartışılıyor. 2 bin bürokratımız Brüksel'e gitti bu tarama süreci için ve bütün şeyler itibarıyla da durum saptaması yapıldı. Yani bir fasıl itibarıyla diyor ki Komisyon: Bu faslın açılması, kapanması için... Türkiye yüzde 70'ini karşılıyor bunun, dolayısıyla yüzde 30 eksiği var ve müzakere bu şekliyle de o yüzde 30'un yerine getirilmesinden ibaret. Dolayısıyla, fasıl açılmış olsa da, olmasa da elimizde o raporlar olduğu için biz bu fasıl açılmışçasına bütün bu çalışmaları on senedir yürüttük.
Ve ikinci şaşırtma Avrupa Birliğini... Bir, siyasi kriterlerde şaşırtmıştık, Aralık 2006 kararından sonra ikinci şaşırtma da bu faslı açıp Türkiye'nin ilerlemesi oldu.
Ama bugün geldiğimiz noktada, işte, geçen hafta açtığımız fasılla birlikte 15 faslı resmen açtık, 1 faslı kapattık çünkü hiçbir faslı kapatamıyoruz ama gerçek tabloda, bu on yıllık çalışma nedeniyle şu anda biz 28 faslı açmış durumdayız ve 14 veya 15 faslı, kapanış kriterleri tam belli olmadığı için kapatmış vaziyetteyiz. Bu, tabii, çok önemli bir hamle oldu. Neden önemli? Bir: Türkiye'de belki 1 milyon kişi şu anda Avrupa Birliğiyle öyle veya böyle ilgilidir, sivil toplum olsun üniversiteler olsun mahallî idareler olsun kamu grubu olsun iş dünyası olsun, eğer bu 2016'daki durma anında biz de dursaydık, bu 1 milyon kişiyi kaybederdik; başka işlerle meşgul olurlardı, bunlar sürekli bu çalışmanın içinde kaldılar.
İkincisi, biz bu fasılları Türkiye'de açıp ilerletmek sayesinde, aslında Türkiye'nin seviyesini de yükselttik, yani çevre olsun gıda güvenliği olsun tarım olsun, açtığımız açamadığımız fasıllar olsun, mevzuatlarla, uygulamalarla Türkiye'nin seviyesi de Avrupa Birliği müktesebatına daha çok yaklaştı.
Üçüncü önemli unsuru da şimdi ortaya çıkıyor. Önümüzdeki dönemde belki fasılları açabilir hâle geldiğimizde -ki biraz sonra tekrar döneceğim- örneğin Kıbrıs sorunu çözüldüğünde, 14 fasıl açılabilir hâle geldiğinde, biz bunları iki ay içinde açabilecek konumdayız. Oysaki bu on senelik çalışmayı yapmasaydık, hani "Gelin, açalım." dediklerinde, belki iki, üç, beş sene zaman isteyecektik ve böyle bir çalışma gerekecekti.
Dolayısıyla, biz, şu anda Avrupa Birliği sürecimizde hiç zaman kaybetmemiş bir vaziyetteyiz ve önümüzdeki döneme böyle bir tablo içinde geldik.
Şimdi, yaz aylarından itibaren Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde paradigma değişti ve bu değişikliğin üç temel nedeni var.
Bir tanesi, yıllardan beri Avrupa Birliği refah dağıtan, bu özelliğiyle bütün dünyanın ilgisini çeken bir konumundan giderek uzaklaşması görüntüsüne neden olan büyük bir ekonomik kriz yaşadı ve bu ekonomik kriz yaşanırken Türkiye'de de bilakis Türkiye'nin bütün rakamları iyiye doğru 3 misli fark eder bir tablo ortaya çıktı.
Şimdi, biz dedik ki: "Bakın, biz bir ekonomik kriz geçirdik ve bundan ders aldık. Bütün bankacılık sistemimiz çöktü; Türkiye'ye maliyeti resmen 45 milyar dolar, bugünün rakamlarıyla belki 200 milyar dolar maliyeti ama biz bu krizden ders aldık ve bankacılık sistemimizi, ekonomimizi öyle bir seviyede oluşturduk ki siz bu krizi yaşadığınızda biz artık bunu yaşamayacak bir konumdaydık ve biz böyle yukarı çıkarken siz aşağıya indiniz. Onun için hata yapmayın. Bakın, içinizde öyle ülkeler var ki batacak bunlar, öyle ülkeler var ki 'Maastricth Kriterlerini karşılıyor.' diyorsunuz, aslında karşılamıyor. Bunu biliyorsunuz, bilmezden geliyorsunuz ve bu yayılacak."
Yunanistan örneği, tabii, bangır bangır bağırarak geldi. Yani Avrupa Birliğinin ekonomik sistemi, aslında bu bileşik kaplar teorisi gibidir; değişik biçimde tüpler alttan birbirlerine bağlı, o değişik biçimdeki tüpleri devletler olarak düşünürsek, büyüğü, küçüğü, işte, üçgen şeklinde, yuvarlak şeklinde ama bu bir ülkenin çatlak vermesiyle bu bileşik kaplarda sıvı boşaldı. Önce Yunanistan, arkadan İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda, orta Avrupa ülkeleri, gerçekten Almanya dışında bu krizi karşılayabilecek belki de hiçbir ülke yoktu.
Biz dedik ki: "Bu krizi karşılamanız için size en çok yardımı olacak, faydası olacak Türkiye'dir. Gelin, önlemlerinizi konuşalım, yanlışlıklarınızı birlikte düzeltmeye çalışalım. Türkiye piyasasıyla, genç nüfusuyla, çalışkan nüfusuyla size katkı sağlayabilecek belki de tek ülkedir." İlk paradigmanın değişmesindeki unsur bu faktör oldu ve tabii, giderek bunun farkına varıldı.
İkincisi, tabii, son dönemde yaşadığımız mülteci sorunu. Biz "misafir" diyoruz, "misafirlerimiz" diyoruz, Avrupa Birliği "mülteciler" diyor. Türkiye bakımından, burada da aslında belki üç dört sene önce hiç hesaplanmayacak rakamlara ulaştı ve iki senedir de her toplantımızda dile getirdik.
"Bakın, bu mülteci sorunu ciddi bir sorundur. Geliyorsunuz, 'Aman ne güzel kamplarınız var, beş yıldızlı kamp, vallahi bravo, size kamp nobelini vereceğiz.' Efendim, 'Siz iyi ki Türkiye'de misafir ediyorsunuz, bizi de büyük bir dertten kurtarıyorsunuz.' gibi bir psikoloji içinde olursanız, bu olay bir gün patlayacak, bu insanlar Avrupa'ya gelecekler. Yüzerek gelirler, bisikletle gelirler, otobüsle gelirler -o gün kullandığım tabiri söylüyorum- uçarak gelirler, yürüyerek gelirler ama bu size gelecek ve Türkiye'nin de bir istiap haddi vardır." Ve bütün yazılı, sözlü, her alanda söylemelerimize rağmen, nitekim bu da patladı.
Üçüncüsü de tabii terör konusu. Tabii, Türkiye'nin terörle mücadelede çok büyük tecrübesi var, yıllardır hem terörle mücadele hem bunun nedenlerinin ortadan kaldırılmasında çok önemli tecrübeleri olan bir ülke. Ve dedik ki: "Avrupa'da siz yine aynı psikoloji içindesiniz; terör örgütleri arasında ayrım yapmayın, terör örgütü terör örgütüdür. Yani hepsiyle mücadelenin aynı şekilde olması lazım, bu konuda da biz tecrübelerimizi paylaşırız, bundan nasıl çıkacağınız konusunda da Türkiye'nin tecrübeleri önemli bir şey olur."
Tabii, bu üç unsur yaz aylarında yan yana geldi ve paradigma değişti. Avrupa Birliği o zaman Türkiye'nin önemini zaten biliyordu ama kumun altından üste çıkarmak mecburiyetinde kaldı ve bize ilk yaklaşımında da "Bir mali ilişki kuralım, mültecileri önleyelim, bu işi halledelim." psikolojisi içinde geldiler.
Biz de dedik ki: "Bakın, bizim paraya ihtiyacımız yok, yani senin vereceğin parayı Türkiye'de biz zaten yaratırız. 8 milyar euro sadece kamplar için harcamışız ama bana böyle herhangi bir ülke gibi geliyorsan, bu doğru değil. Biz Avrupa Birliğiyle müzakere eden bir ülkeyiz, üyelik hedefi olan bir ülkeyiz. Dolayısıyla, aile içindeki bir ülke olarak gelirseniz o zaman daha sağlıklı olur, biz de kendimizi o zaman bu sorunun çözümünde olayın bir parçası olarak görürüz." Ve sonunda çok önemli mutabakatlar sağlandı. Bunları şimdi sizinle çok kısa olarak paylaşmak istiyorum.
Birincisi, dedik ki: "Türkiye'ye finansal bir yardım yapılacaksa biz yardım istemiyoruz ama mültecilere bir yardım yapacaksanız bu parayı toplarsınız, verirsiniz, biz de bunu mültecilere harcarız. Bu para hiçbir şekilde bütçeye konulup da yol yapımı, köprü yapımı, şudur budur için harcanmasına ihtiyacımız da yok, böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmiyoruz ama Suriyeli mülteciler için harcanacaksa da bununla ilgili biz size nereye harcanacağına dair, eğitim, okullar, daha iyi imkânlar sağlanması gibi bunu paylaşırız ama kararı biz veririz, yani parayı verdim, sen şuralara harca, böyle bir şey olmaz." Bunda mutabık kaldık, şimdi Türkiye'de Başbakanlığın bünyesindeki bir yapı çok detaylı harcama tabloları çıkarmış vaziyette, bunu burada harcayacağız.
İkinci unsur, müzakerelerin canlanması, "yeniden canlanma" tabir ettiğimiz yeni bir platforma taşınması oldu.
17'nci fasıl, aslında yedi sene önce açmamız gereken bir fasıldı, müzakere pozisyon belgemizi dahi vermiştik, ama o zaman Sarkozy'nin bloke ettiği fasıllar arasındaydı; Fransa yeni Devlet Başkanının bu blokajı kaldırmasıyla sorun çözüldü, son açtığımız 2 fasıl aslında Fransa'nın bloke ettiği fasıllardır. Öncelikle bunu geçtiğimiz hafta açtık.
Fasıl açmaktan önemli olan, faslın açıldığı hükûmetler arası konferanstır. Ona biz "katılım konferansı" diyoruz. Yani 28 ülkenin Türkiye'yle müzakerelere devam etme oy birliği iradesi orada görülüyor, artı bundan sonraki sürecin devamıyla ilgili olarak da bazı mülahazalar varsa da orada giderilmiş oluyor. Dolayısıyla 5 fasıl da açsanız, konferans bu faslın açılmasından daha önemlidir. O açıdan geçtiğimiz hafta yapılan bu hükûmetler arası katılım konferansı önem arz ediyor, çünkü beş senedeki ikinci konferans, iki senedir de ilk konferans. O açıdan çok önemliydi.
Önümüzdeki dönem için 5 faslın ismini zikrettik. Bir tanesi 23'üncü fasıldır. Bu 23'üncü fasıl eskiden yoktu. Kopenhag siyasi kriterlerini Türkiye'yle müzakereye başlarken olan tablo içinde bir fasıl olarak ortaya koydular. Bütün ülkeler artık 23'üncü faslı açtıktan sonra diğer fasılları açıyor ama Türkiye'yle ilişkilerdeki ironi burada da ortaya çıkıyor; biz 15 fasıl açtıktan sonra hâlâ daha 23'üncü faslı açıp açmamayı tartışıyoruz. Aslında bizim bir sıkıntımız yok, biz iki gün sonra açarız faslı. Bütün açılış kriterleri yerine getirilmiş vaziyette ama Güney Kıbrıs blokajı olduğu için açılmıyor. Açılırsa iyi olur çünkü hani bütün bu siyasi reformlar, siyasi kriterlerin gerektirdiği bütün unsurlar bizim zaten yapmakta olduğumuz gelişmeler. Avrupa Birliğiyle istişare hâlinde tenkitler resmî platformda dinlenir, tenkitlere karşı bizim görüşlerimiz resmî platformda dile getirilir. Hani, Türkiye'de bir kesimin aklında olan "Ya fasıl 23'ü açmadılar, reformları niye yapıyoruz?" görüşü de böylece şey olur.
Diğeri 24'üncü fasıl. Bu da tabii illegal göçle mücadele, sınır güvenliği, pasaport güvenliği, entegre sınır yönetimi gibi çok önemli konuları içeren bir fasıl. Bununla ilgili de bütün açılış kriterlerini yerine getirmiş vaziyetteyiz ama bunu da Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin blokajı nedeniyle açamıyoruz. Yani ironi yine burada, bir taraftan mülteciler diyoruz, göçle mücadele ediyoruz, 24'üncü faslı açmaya hazırız diyoruz, açamıyoruz.
Onun dışında, eğitim faslı var, 26'ncı fasıl. Bu aslında "kolay fasıl" diye addedilen bir fasıldı ve açmamız planlanan 2'nci fasıldı. Zor fasıl da şöyle oluyor: Avrupa Birliği müktesebatının çok olduğu fasıllara zor fasıl diyorlar. Eğitim gibi çok önemli bir konuya kolay fasıl diyorlar çünkü Avrupa Birliği müktesebatı yok. Dolayısıyla, açılış kriteri olmayan, hemen yarın açılabilecek nitelikte bir fasıl 26'ncı fasıl. Bunu da önümüzdeki dönem için planlıyoruz.
Diğer bir önemli fasıl enerji faslı, 15 numaralı fasıl. Bu da aslında açılış kriteri olmayan, yıllar önce açmamız gereken bir fasıl, biz hazırız ama yine Güney Kıbrıs'ın blokajında.
Bir de 31'inci, dış güvenlik ve savunma politikaları faslı var. Bu da aslında Avrupa Birliği kararlarına Türkiye'nin uyması ana temelli bir fasıldır. Şimdi, öyle bir şey oldu ki geçtiğimiz dönemde, Avrupa Birliği bir karar alıyor "Efendim şunu yapacağız." diye. Türkiye'ye bu iletiliyor. Saat 16.00'da geliyor, 16.35'te cevap bekliyorlar. Bu ne diye bakıyorsun, işte Rusya'ya ekonomik yaptırım uygulaması var. Dedik ki: "Ya böyle bir şey olur mu? Sen karar alırken biz yokuz." Ondan sonra bunu tebliğ ediyoruz. "Bir maçta bile bir devre kırk beş dakika yani nedir bu böyle? Onun için sen bizi karar aldığın yerlerde bulundur ki belki bizim söyleyeceklerimizden etkilenip kararı başka türlü alırsın." Epey mesafe kaydettik bunda. Bir ara yüzde 95 uyumumuz vardı 2000'li yılların ilk yarısında, yüzde 26'lara kadar düştü bizim bu doğru tepkimiz nedeniyle. Şimdi bu fasılla birlikte mekanizmalarda bizim yer almamız, karar alınırken orada olmamız ve kararları böyle dörtte alıp dört otuz beşte uygular duruma gelmememiz mekanizması olacak. İlk tatbikatında da Dışişleri Bakanımız Dışişleri Bakanları Konseyine katıldı ve orada bütün çevremizdeki olaylarla, dünyadaki olaylarla ilgili görüş teatisinde bulundu. Bundan sonra da mekanizmaları artırdık; dörtlü bir mekanizmamız var, yüksek temsilci, genişleme komiseri, Dışişleri Bakanı ve benim içinde olduğum bir mekanizma. Geçtiğimiz yıl 2 kere yapıldı, bu yıl inşallah iki ayda bir olacak. Böylece, konuşarak, anlaşarak daha doğru bir yöne doğru gideceğiz.
İkinci husus: Türkiye on bir yıldır zirvelere davet edilmiyordu. Yani aile fotoğraflarında sürekli yer alan, Lizbon Anlaşması'ndan önceki Avrupa Anayasası dediğimiz Roma Anlaşması'nı gözlemci olarak imzalamış bir ülke iken birdenbire Türkiye bu platformlarda gözükmez oldu. O zaman Sarkozy'den kaynaklanan nedenlerle oldu, sonra da işte öyle geldi, öyle devam etti. Ama bu yeni paradigma içinde önemli gelişmelerden bir tanesi de senede 2 kez Türkiye-Avrupa Birliği zirvesi olacak bundan sonra. Bu çok önemli. Biz bunu sadece bir el sıkışma veyahut aile fotoğrafı çektirme zirvesi olarak düşünmüyoruz ve bunda da Avrupa Birliğiyle karşılıklı olarak mutabıkız. Dolayısıyla, bu zirvelerin karar alınan, durumu gözden geçiren ve bir sonraki zirveye ne yapılacağını ileten zirveler hâline gelebilmesi için birkaç platform oluşturduk. Bunlardan bir tanesi demin söylediğim siyasi platform. İkincisi ekonomik platform. Üst düzey ekonomik bir platform oluşuyor. Biz bunu aslında çok önemsiyorduk, Avrupa Birliği acaba önemser mi diye düşünüyorduk. Son yaptığımız görüşmelerde Avrupa Birliğinin bizden de fazla heyecanının olduğunu müşahede ettik. Şöyle ki: Mart ayı ortasında Avrupa Birliğinin 6 komiseri Türkiye'ye gelecek; Komisyon Başkan Yardımcısı, eski Finlandiya Başbakanı Katainen, ekonomiden ve gümrük birliğinden sorumlu Fransız Komiser Moscovici, genişleme komiseri, bilim teknoloji komiseri, ticaret komiseri Malmström ve rekabetten sorumlu komiser. Türkiye'de çok önemli bir platformda Avrupa Birliğindeki politikalar, Türkiye'deki ekonomik politikalar, bunlar nasıl acaba iki tarafın daha yararına olacak şekilde mezcedilebilir, geleceğe yönelik nasıl kararlar alınabilir, iş dünyası bundan nasıl etkilenebilir, böyle bir platform hâline geldi ve tabii ilk söylediğim paradigmanın değişmesine neden olan faktör de bu şekilde şeyini göstermiş oldu.
Üçüncüsü: Enerji üst düzeyi platformu kurulmuştu, bu tekrar güçlendiriliyor. Bunun amacı... Aslında Türkiye'nin enerji imkânları ve enerji nakil güvenliği bakımından sağladığı katkılar tabiatıyla bütün dünyanın, Avrupa'nın ilgisini çeker bir boyutta. Özellikle TANAP Projesi, Rusya'nın Türk Akımı Projesi, Katar'dan, Kuzey Irak'tan gelebilecek yeni imkânlar. Artı tabii Türkiye bugün dünyanın en büyük doğal gaz rezervlerinin yanı başında. İran en büyüktür Rusya'dan sonra, hemen arkasında Türkmenistan var. Dolayısıyla geleceğe yönelik planlarda Türkiye çok büyük önem arz ediyor. Esasında bu üst düzey iş birliği bu nimetlerden yararlanmak için karşılıklı olarak tesis edilmişti ama Rusya'yla son yaşadığımız gelişmeler nedeniyle, şayet olumsuz bir tablo ortaya çıkarsa da bu üst düzey iş birliğinin bunu da ele alması ve Avrupa Birliği-Türkiye olarak ortak davranması söz konusu olabilecek.
Dördüncü ilişki, gümrük birliği ilişkimiz. Gümrük birliği tabii çok önemli bir konu. Türkiye 1995'te Gümrük Birliği Anlaşması'nı imzaladığı zaman şimdiye kadar hiçbir ülkenin cesaret edemediği bir şeyi yaptı. Yani gümrük birliğinden doğacak zararlar bütün ülkeler itibarıyla aslında üyeliğin menfaatleriyle karşılandı ama Türkiye üye olmadan buna girdi. Belki rakamsal olarak bazı kayıpları da olmuş olabilir ilk yıllarda ve Avrupa Birliğinin de hiçbir katkısı olmadı. Ama bugün gerçekten "kazan kazan" dediğimiz bir tablo var. 150 milyar dolarlık bir ticaret hacmimiz var, yaklaşık 15 bin kalem mal ihraç ediyoruz ve ticaret de dengeli bir ticaret. Bu tabii gerçekten birçok ülke bakımından yine şaşırtıcı oldu. Dünyanın, Avrupa'nın en büyük sanayi devleriyle böylesine bir dengeli ticarete ulaşabilmiş olmak Türkiye'nin de gerçekten artı hanesindeki bir konu. Şimdi, gümrük birliğini güncelleştirme müzakerelerine başlıyoruz. Şu anda, tarım, hizmetler ve kamu alımları yok ve bunların dahliyle gümrük birliğinin güncelleşmesi mümkün olacak ve bu sayede de 150 milyar dolar olan bu ticaret hacminin 300 milyar dolara çıkması mümkün hâle gelecek. Tabii çok büyük bir rakam dünya için, Avrupa için, 10 ülkenin belki millî gelirine eşit bir rakam. Türkiye için de tabii çok büyük bir katkı. Önümüzdeki yılın ikinci yarısında bu müzakerelere de başlıyoruz.
Diğer bir husus vizenin kaldırılması. Gerçekten Türkiye 1980 askerî darbesinin geriye bıraktığı hediyelerden bir tanesi de vizedir. O zamana kadar vize yokken, o şartlarda uygulanan baskılar, Türkiye'den ayrılma temayülünde olan insanlar Avrupa'da baskı oluşturunca vize konuldu ve bugüne kadar da bu vizeyi kaldıramadık.
Şimdi, 2017 sonunda kalkması söz konusu olan vize, bu yeni paradigma içinde varılan mutabakatlar çerçevesinde 2016'nın Ekim ayında kalkacak. Dolayısıyla, bununla ilgili de Türkiye'den beklentiler var. Bunları karşılamak için çok kısa bir süre sonra Meclisimize Hükûmet olarak bir paket sunacağız. Bunlar, içinde vizenin kalkması için gerekli olan kanun var ama aslında vize kalkmasa da Türkiye'nin yararına olan, gerçekten çıkarılması gereken yasalar aslında. Bunlarla ilgili olarak da paket hâlinde sunarak, inşallah, ocak, şubat aylarında geçmesini sağlamayı planlıyoruz.
Mart ayında komisyon bir rapor yayınlayacak ve bu beklentileri Türkiye'nin karşılama durumunu açıklayacak. Biz, haziran ayında geri kabul anlaşmasını üç aylık bir deneme yürürlüğüne sokuyoruz. Ekim ayında da vizelerin kalkması kararı açıklanacak ve inşallah bu senenin sonunda Türk vatandaşları Schengen bölgesine vize almadan girebilir hâle gelecek. Schengen bölgesine diyorum, İngiltere, İrlanda hariç ama Norveç, İsviçre dâhil bütün Avrupa ülkelerine vizesiz girme imkânına sahip olacağız.
Pasaportların değişmesi gerekecek çünkü şu anda biyometrik verili pasaportlarımız var, onlara bir de parmak izinin ilavesi gerekiyor. İşlem olarak bir sıkıntımız yok, aynı sistem içinde bu yapılacak. Yeniden harç ödenmesi söz konusu olmayacak. Yani, on yıllık harç ödenmiş bir pasaportu olan birisi yeniden harç ödemeyecek, kaybettiğinde de zaten öyle, sadece belki cüzdan bedeli ödenmesi gerekecek. Bu da Schengen bölgesine vizesiz girmek isteyen vatandaşlarımızın pasaportlarının değiştirilmesini ifade ediyor.
Benim sizlerle paylaşmak istediğim tablo bu, belki sorularınıza da cevap vererek devam ederiz.
Sabrınız bayağı iyiymiş yani Meclisimizde gerçekten çok güzel bir ortam var.
Teşekkür ediyorum sabırla dinlediğiniz için.