KOMİSYON KONUŞMASI

MURAT ÇEPNİ (İzmir) - Teşekkürler Başkan.

Ben de bütün katılımcı arkadaşları selamlıyorum.

Biz sabah Çevre Komisyonunda aynı konuyu görüştük, keşke o Komisyonda bu sorunu çözseydik ve buraya gelmek zorunda kalmasaydı, böyle hayırlı, olumlu bir iş yapmış olsaydık. Fakat ezberlerimiz devam ediyor, makus kaderimiz sürüyor. Yani yasalar, düzenlemeler bir taraftan emrediliyor, Meclisin de bunu emir telakki edip yerine getirmesi bekleniyor. Çok acı bir tablo tabii bu. Hele de nükleer gibi bir mesele konuşulurken hele de hem insan ve doğa sağlığını, bugününü, yarınını ve geleceğini doğrudan belirleyen meseleler konuşulurken bunların yaşanması çok daha acı.

Şimdi, bu nükleer santral meselesi Türkiye'de enerjiye ihtiyaç tartışmasına bağlı olarak gelişiyor. Bir taraftan "Türkiye'de enerjiye ihtiyaç var, cep telefonu kullanmayalım mı, televizyon kullanmayacak mıyız?" ve benzeri komik edebiyatlar üzerinden temellendirilmeye çalışılıyor, bir taraftan da dışa bağımlılık meselesi üzerinden temellendirilmeye çalışılıyor. Şimdi, bu dışa bağımlılık meselesini arkadaşlar son derece net ortaya koydular. Ortada dışa bağımlılığı engelleyen herhangi bir proje değil; tam tersine, bağımlılığı artıran bir proje olduğu çok ciddi biçimde temellendirildi.

Şimdi, bu enerji ihtiyacı meselesine ben biraz değinmek istiyorum. Aynı zamanda tüm dünyada da enerjiye talebin arttığı söyleniyor. Burada bazı ezberleri değiştirmek lazım. Nasıl düşünürseniz öyle konuşursunuz, bir süre sonra da konuştuğunuz gibi düşünmeye başlarsınız. Kavramlar böylesine önemlidir yani önce kavramlar esir alınır, içi boşaltılır ve böylece nasıl düşüneceğiniz, nasıl konuşacağınız, nasıl eyleyeceğiniz de buna göre şekillenir. Şimdi, enerjiye ihtiyacın artması demek iyi bir şey değil dünya açısından, bu kötü bir şey. Yani dünyanın bir şantiyeye dönmüş olması demektir, dünyanın bir çöplüğe dönmüş olması demektir, işte okyanusların bir çöplüğe dönmüş olması demektir, kırların, köylük alanların tasfiye edilip kentlerin bir beton mezarlığına dönüşmesi demektir. Dolayısıyla bu iyi bir şey değildir. Aynı zamanda, küresel ısınma tartışmalarının yapıldığı günlerdeyiz yani fosil yakıtlardan kaynaklı küresel ısınma bugünün sorunu, 2030 ortalamasında ısınmanın 1,5 derecenin altında tutulamadığı koşullarda dünya yok olma tehlikesiyle karşı karşıya, bu çok somut. "Enerjiye ihtiyaç var." dememiz aynı zamanda bu yok oluşu da temellendiren bir şey. Dolayısıyla, enerjiye ihtiyaç duyan bir dünya yok olmaya doğru giden bir dünya. Dolayısıyla, siyaset yapanlar, insan hakları savunucuları, akademisyenler, bilim insanları bu tartışmayı bu düzlemde yapıyorlar. Bugüne kadar ne yaptıysak yani kapitalist gelişmenin, emperyalist gelişmenin, kapitalist kalkınmacılığın insanlığı getirdiği durum. Pandemi sürecinde bunu çok çarpıcı bir şekilde gördük yani bütün dünyada muazzam bir gelişme yaşanırken pandemide milyonlarca insan öldü. Muazzam bir teknolojik gelişme yaşanırken bazı ülkeler aşıyı buldular fakat aşıyı ücretsiz dağıtmayı bırakın patenti alarak büyük bir dünya nüfusunu da aşısız bırakmayı göze alabildiler. Böylesine bir kapitalist barbarlıkla karşı karşıyayız. Demek ki neymiş? Gelişmeye, enerjiye ihtiyaç duyma meselesi insanlığın yok oluşu meselesi. Birilerinin uzayda yaşam arama çalışmaları sürerken birilerinin Türkiye gibi ülkelerde elektrik faturalarını ödeyemez hâle gelmeleri, barınacak ev bulamamaları, yarınını düşünemez hâle gelmiş olmaları demektir, bir kere bunun altını çizmek lazım.

Şimdi, bir diğer mesele şu: Türkiye'de de enerji ihtiyacı tarifi yapılıyor; işte, AKP'nin en çok yaptığı edebiyat budur her zaman yani "Biz büyüyoruz, gelişiyoruz, kalkınıyoruz fakat birileri, solcular, sosyalistler falan, bunlar muhalefet, biz ne yaparsak bunlar karşı çıkıyorlar." diye böyle bir hamasi edebiyat peşindeler fakat gerçekler yine ters yüz ediliyor.

Şimdi, Türkiye'de enerji ihtiyacı var mı, yok mu meselesi... Türkiye'de enerji ihtiyacı yok, Türkiye'de ihtiyaç olandan fazla bir enerji üretimi var; bunun bir kez daha altını çizmek istiyorum yani "Türkiye'de enerjiye ihtiyaç var." edebiyatı kocaman bir yalandır.

Türkiye'de kurulu güç 99.819 megavattır yani -100 bin diyelim- 100 bin megavattır, enerji üretimi 320 bin megavattır, en yüksek puant da 56.300'dür. Bu, şu demektir herkesin anlayacağı üzere: Neredeyse 3 katı fazla bir üretim var değerli arkadaşlar. Bu anlamda, somut olarak bir ihtiyacın olmadığının altını çiziyoruz. En yüksek puant 56 bindir.

Şimdi, yenilenebilir enerji meselesi bu tartışmalarda çok önemli bir yer tutuyor. Evet, biz de yenilenebilir enerjiyi sağlıyoruz. Yerinde ve yerelinde bir yenilenebilir enerji; yani fosil yakıtlardan kurtulmanın da çaresi tam olarak bu fakat bunun nasıl olması gerektiğini de söylüyoruz. Bir, kamusal olmak zorundadır, özelleştirilmemelidir, sermayeye peşkeş çekilmemelidir yani şöyle söyleyeyim: Siz Türkiye'yi, bir ülkeyi boydan boya, baştan sona yenilenebilir enerjiyle doldurabilirsiniz ama bunları eğer AKP'nin etrafında kümelenmiş, "5'li çete" diye dediğimiz kan emici sermaye gruplarına verirseniz hiçbir sonuç alamazsınız yani dünyanın en verimli, en faydalı aracını bu dediğimiz gruplara verirseniz, kan emici şirketlere verirseniz hiçbir sonuç alamazsınız. Yenilenebilir enerji meselesi teknik bir mesele değildir, başından sonuna siyasi bir meseledir. O anlamda, yenilenebilir enerji meselesini böyle tartışıyoruz. Mesela burada da yine AKP bir kafa karışıklığı yaratıyor. HES'ler yenilenebilir enerjinin en büyük oranını karşılıyor ve düşünün ki Türkiye'de bütün ekoloji mücadelesini... Yani Karadeniz'den Ege'ye bütün köylüler -bu köylülerin çoğu da büyük oranda AKP'ye oy vermiştir, onu da söyleyeyim- ormanlarını, derelerini, sularını devletten korumaya çalışıyorlar, ne için? HES'lerden korumaya çalışıyorlar. Neymiş o zaman? Demek ki HES'ler yenilenebilir enerji değildir, HES'ler bu statüden derhâl çıkarılmalıdır; bu konuda önergelerimizi de vermiş olduk. Dolayısıyla, yenilenebilir meselesini de yerinde, yerelinde ve kamusal biçimde örgütleyemediğimiz koşullarda buradan hiçbir sonuç çıkaramayız.

Şimdi, bakın, Türkiye'nin aralık ayında elektrik tüketimi dağılımı var, burada birkaç rakam vereceğim: Aydınlanma yani kent aydınlanmaları vesaire yüzde 2-2,5'u kapsıyor; mesken aydınlanmaları yüzde 24'ü kapsıyor; sanayi yüzde 45'i kapsıyor; tarımsal sulama yüzde 2-2,5'u kapsıyor; ticarethaneler de yüzde 25'i kapsıyor. Burada da yine o büyüme dediğimiz şey var ya "Büyüyoruz, büyüyoruz..." Yani mesela meskenler yüzde 24, tarımsal sulama yüzde 2,5 ama aynı yerde, bakın, Türkiye'de 500'e yakın AVM var ve ortalama bir AVM'nin aylık tüketimi 15 bin haneye bedel. AVM'ler yapılıyor ya her tarafta, böyle mantar gibi türetiliyor, bizim büyük kalkınmamızın bir işareti olarak yansıtılıyor ya AVM'ler -bir taraftan küçük esnafa yaptığı zulmü, onları açlığa, iflasa sürüklemesini geçiyorum; o başka bir tartışma konusu- bir AVM'nin 15 bin hanenin tükettiği elektrik bedeline bedel olduğunu görüyoruz. Demek ki ne yapmamız lazım? AVM politikasını değiştirmemiz lazım yani AKP eşittir süper projeler ama her zaman olduğu gibi, projeler büyürse, binalar büyürse insanlar küçülür aynen Türkiye'de yaşandığı hâliyle.

Şimdi, bakın, ben birkaç tane daha rakam vermek istiyorum değerli arkadaşlar: Türkiye, OECD ortalamasında, kayıp kaçak, iletim hatlarındaki zafiyetler hesaba katıldığında bu kayıp elektrik enerji oranı, OECD'nin ortalamasının 3 katı yani Türkiye'de böyle 3 katı bir kayıp var. İletim dağıtım hatlarının iyileştirilmesiyle Akkuyu'nun 4-5 katı elektrik elde edilebiliyor, 4-5 katı elektrik elde edilebiliyor. Sadece iletim hatlarının tamir edilmesi, yenilenmesiyle de bütün HES'lerin sağladığı elektrik oranında elektrik elde edilebilir. Yine, Atatürk ve Keban Barajı... Bakın, neredeyse yüzde 30-35 kapasiteyle çalışan barajlar bunlar. Bunların kapasitesini sadece 50'ye, 60'a çıkarttığımızda dahi, bütün bu projeler var ya, ülkenin dört bir tarafını talan eden bu projelerin hiçbirine ihtiyaç kalmayacağını görebiliriz. Yine, bu kompakt ampul kullanımında bile Akkuyu'nun 2 katı elektrik elde edebiliriz. Yani mesele halktan ve doğadan yana bir enerji politikası uygulamak olduğunda çözüm son derece müsait, mümkün. Yani bu, aynı zamanda Türkiye'de yaratılan bu düzeyle tüm dünyada dünyaya da örnek olunabilir fakat siz, tüm dünyadaki o kapitalist sistemin kendisini örnek almayı bir marifet olarak görürseniz... Onların kötü yanlarını almayı marifet görüyorsunuz fakat iyi yanlarını da almıyorsunuz mesela. Bir de böyle bir durum var, o da ayrı tartışma konusu. Dolayısıyla, birincisi, Türkiye'de enerji ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan fazla üretim vardır. İkincisi, zaten bu dediğimiz düzenlemelerle, çok basit düzenlemelerle yani sadece şirketleri hortumlamadan, hortumlamayı düşünmeden, şirketleri palazlandırmayı düşünmeden; bu kan emici şebekeleri yani onları palazlandırmayı düşünmediğiniz, hortumlamayı düşünmediğiniz koşullarda, kârı düşünmediğiniz koşullarda, halkı ve doğayı düşündüğünüz koşullarda bu sorun pekâlâ çok rahat çözülebilir.

Şimdi son olarak bir şey daha söyleyeceğim ve bitireceğim. Sabah da söyledim. Değerli arkadaşlar, bakın, nükleer santralin yaratacağı tahribatların, kaza risklerinin telafisinin mümkün olmadığını arkadaşlarımız defaatle ilettiler. Evet, dünyada da yok bunun telafisi, sadece Türkiye'de değil. Yani bu konuda teknolojisi en gelişkin Japonların bile yaptığı ortada, yaşanan Fukuşima örneği ortada. Bilimsel olarak söyleniyor; bunların, bu yakıtların ortadan kalkması mümkün değil. Türkiye, dünyada en çok çöp ithal eden ülkelerden bir tanesi yani dünyanın çöplüğü hâline gelmiş durumda, nükleer çöplüğü hâline gelmiş durumda. Dün sabah da sorduk Bakanlığa, yanıt henüz gelmedi; aylardır soruyoruz hatta vekilliğimizin başından itibaren bugüne kadar sorduk. Bakın, İzmir Gaziemir'de, Gaziemir'in merkezinde, terk edilmiş bir fabrikanın bahçesinde nükleer atıklar var arkadaşlar. 100 bin tondan fazla -bir açıklamaya göre 500 bin ton da deniyor- nükleer atık olduğunu devlet bizzat kendisi tespit etmiş; ben etmedim yani devletin kendisi. Şimdi, bu 100 bin tondan fazla radyoaktif atık... Yani bunlar nükleer çubuklardan oluşuyor. Şimdi, nükleer çubuk dediğimiz bu nükleer santrallerde, "NGS'lerde kullanılan çubuklar Türkiye'ye nereden geldi?" soruyorum mesela. Türkiye'de henüz bir nükleer santral yok. Nereden geldi bunlar? İşte, bunlar, muhtemelen kapalı devrede yapılan bir anlaşmayla buraya getirildiler. Yani işte, bu asbestli gemilerin Avrupa'da sökümünün yasaklanması ama Türkiye'de asbestli gemilerin sökümüne izin verilmesi gibi. Yani Türkiye böyle bir ülke. Yani AKP aklı, AKP'nin o "halkçı" dediği siyasetinin gerçekleri bunlar değerli arkadaşlar. Şimdi, bakın, bu çubuklar gelmiş Türkiye'ye, on beş yıldır, bakın, on beş yıldır bu nükleer çöplük zehir saçıyor ve Gaziemir'de, o fabrika etrafındaki yerleşim yerlerindekiler şu anda kanserle boğuşuyorlar. Bizzat gittik, insanlar kanserle boğuşuyorlar, evlerinde hasta durumdalar, korkunç bir trajedi yaşanıyor. Fakat biz bugüne kadar herkese sorduk; ya, devletin hiçbir kurumu bu konuda adım atmadı; o ona atıyor topu, o ona atıyor ve ortada hiçbir sonuç yok. Hâlâ şu anda, en az on beş yıldır bu konuda hiçbir gelişme yok. Şimdi soruyorum: İzmir'in merkezinde, Gaziemir'de bir fabrikanın bahçesinde gömülü bulunan 100 bin tonun üzerindeki nükleer atığı temizleyemeyen bir ülkede, bir iktidar, bir devlet şimdi 2 tane nükleer güç santrali yapıyor ve bunu bile bize güvenli olarak sunuyor. Ya, bunu gerçekten nasıl söyleyebilir bir insan, nasıl söyleyebilir bir parti, nasıl söyleyebilir bir yönetim; böyle bir şey olabilir mi, böyle bir şey olabilir mi? Hâlâ şu anda oranın ne olacağı belli değil. Şimdi, durumumuz gerçekten bu kadar fecaat, bu kadar trajikomik, bu kadar korkunç. Dolayısıyla burada ne bir ihtiyaç var ne buna gerek var ne de bunun tarif edildiği gibi bir mantığı var, yani hiçbir mantığı yok. Ben şunu sorayım size: Yani bu HES'ler ne kadar mantıklıysa, Ege'deki JES'ler neyse... Yani bunların da hiçbir mantık yok, bakıyorsunuz, anlatılabilir, açıklanabilir hiçbir mantığı yok bunların ama tek bir mantığı var; şimdi, biz genel olarak "devlet" deyince, devletlere baktığımız zaman bir mantık ararız yani üç aşağı beş yukarı diyelim ki bir solcu, bir sosyalist eleştirir, halkçı temelde eleştirir, bir başkası, bir burjuva diyelim ki kendi sermaye çıkarları açısından eleştirir, bunun bir mantığı var, bizim klasik kitapta yazdığı üzere bir mantığı var, fakat bunun, yaşananların bir mantığı yok. Çok basit, sarayın etrafında kümelenmiş bir saadet zinciri daha çok kâr etsin diye bir ülke yok ediliyor arkadaşlar, yok ediliyor bir ülke, geleceğimiz yok ediliyor, bugün de yok ediliyor. Böylesine ağır bir travma, tabloyla karşı karşıyayız. Bu nükleer meselesi ve enerji meselesi böyle bir meseledir.

Sabah da söyledim, bunu tekrar söyleyerek bitiriyorum. Bu kararları, bu kanunları çıkartan arkadaşlar isterse emir almış olsunlar, isterse hiçbir hâkimiyetleri olmamış olsun ama şunu söyleyeyim: Yarın açısından, gelecek açısından, ülkenin ve halkların geleceği açısından bir suça ortak oluyorlar, buna "evet" diyenler bu suça ortak oluyorlar. Hiç kimse yarın şöyle diyemeyecektir, bak, bunu açık söylüyorum: "Biz emir geldi uyguladık. Bilmiyorduk, kandırıldık." Böyle bir şey olamaz. Nesiller söz konusu, gelecek nesiller söz konusu. O yüzden bir eğitim politikasını değiştirebilirsiniz, bir sağlık politikasını beş senede değiştirebilirsiniz ama bu yaşanan tahribatların telafisi mümkün değildir, neredeyse mümkün değildir. O anlamda bir kez daha düşünmenizi öneriyorum.

Bu yasaya, doğadan ve halktan yana bir tutum alarak "hayır" demenizi ve bunların tümden yasaklanmasını... Biz bu konuda bir kanun tasarısını da bugün Meclise sunduk; aynen bunların, bütün bu NGS projelerinin iptal edilmesi, yasaklanması, nükleer atıkların Türkiye'ye girişinin yasaklanması kapsamında bir kanun tasarısı da verdik. Umarız bu da gelir, bunu tartışırız. Buradan bir kez daha bu çağrımı yeniliyorum ve teşekkür ediyorum.