KOMİSYON KONUŞMASI

RIDVAN TURAN (Mersin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli katılımcılar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Ben Çevre Komisyonu üyesi değilim, bu Komisyon toplantısına müsilaj kontenjanından geldim. Müsilaj Komisyonuna katılan ve şu anda bu toplantıda da olan tek muhalif milletvekiliyim. O sebeple Çevre Komisyonunun yapmaya çalıştığı ve nihayetinde müsilaj problemini nihai olarak ortadan kaldırmaya dönük olan -en azından niyet böyle- bu teklifi biraz mantıki sonuçlarıyla tartışmaya çalışacağım.

Başlarken tabii -sürem yettiği ölçüde- şunu ifade etmek istiyorum: Yani yaşamın ironisi galiba, dünya var olduğu zamandan bu zamana kadar pek çok jeolojik dönem geçirdi. Bu jeolojik dönemlerden bir tanesinde insan uygarlığı var etti. Holosen dönemde buzullar eridi, Neolitikle birlikte organize tarımsal faaliyetler başladı ama günün sonunda geldiğimiz noktada ne yazık ki insan türü, kendi marifetiyle kendi sonunu hazırlar hâle geldi. Biliyorsunuz "Antroposen Dönem" diye artık insan eliyle yaratılmış olan bir jeolojik dönemin, fosil yakıtların kullanılmaya başladığından bu zamana kadarki zaman dilimi içerisinde başladığını ve bu gidişatın da bir bütün olarak uygarlığın sonu anlamına gelebileceğine ilişkin pek çok literatür bulmak mümkün.

Şimdi, niye böyle oldu? Yani fosil yakıtların yaygın olarak kullanılması, bunun sonucunda dünyanın, biyosferin hızla kirleniyor olması, doğal olarak pek çok sonuç yarattı, pek çok sorun yarattı; örneğin, "küresel ısınma" ya da "iklim krizi" diye ifade ettiğimiz şey, bunun direkt sonuçlarında bir tanesi. 2050 yılında 200 milyon civarında insanın bu sebeple, iklim krizi sebebiyle mülteci olmak zorunda kalacaklarına ilişkin birtakım araştırmalar var. Peki, yani Çevre Komisyonu olarak bu üst başlık altında Marmara'yı nasıl ele alacağız, nasıl değerlendireceğiz, bunu nasıl konuşacağız bence biraz ona bakmakta fayda var.

Oraya geçmeden şu meselenin altını çizmek istiyorum: Bence de -az önce muhtelif arkadaşların ifade ettiği gibi- Çevre Komisyonunun bir tali Komisyon değil, bir asli Komisyon olarak faaliyet sürdürmesi gerekiyordu. Çünkü müsilaja ilişkin beş ay, altı ay değil, yaklaşık bir sene bir faaliyet sürdürüldü, bunun sonucunda külliyatlı bir rapor ortaya çıktı fakat burada temel bakanlık Çevre Bakanlığı olmasına rağmen bunun çevre açısından tali Komisyon olması çok kabul edilebilir bir şey değil doğrusunu isterseniz değerli arkadaşlar, bu şerhi bir kenara koymak isterim. Fakat şöyle bir şey var: Yani kamuoyunda -burada da ifade edildi- böyle 500 sayfalık ansiklopedi kıvamında bir şey çıktı, bunu çok olumlayan bir yerden cümleler kuruluyor. Yani çalışma kuşkusuz önemliydi ama aslına bakarsanız gerçekte olanın bir fotoğrafıydı, gerçekliği kısmen yansıtan bir fotoğraftı o rapor. Buraya teklif olarak gelense o raporun gerçekliğini kısmen yansıtan bir şey yani aslında türevin türeviyle karşı karşıyayız ya da tavşanın suyunun suyuyla karşı karşıyayız. Ben o raporu da beğenmemiştim, epey külliyatlı da bir şerh yazdım rapora karşı, hâlâ da çalışıyorum müsilaj meselesi üzerine arkadaşlar. Onu bile beğenmemişken, hani o dağın -tırnak içinde- böyle bir fare doğurması bir tuhafıma gitti doğrusunu isterseniz. Yani o çalışmalar içerisinde gerçekten özveriyle çalışmış olan arkadaşların da olduğunu biliyorum, burada imzacı olduklarını da biliyorum. Bu nedir yani bu nasıl bir çalışmadır ve neden böyle bir sonuca ulaşmıştır; buralarını bilemiyoruz tabii, orası bizim görüş mesafemizin dışında başka bir şey. Fakat dedim ya, o raporda da problemler vardı. O rapordaki problemler az ya da çok buraya bir biçimiyle yansımış ama esas olarak meselenin özü o raporda da yok, bu teklifte de yok; o, özne. Marmara'da müsilaj sorununu çözmek herkesin böyle sürekli dillendirdiği bir mesele. E kardeşim, böyle olacaksa bir defa şurada hep beraber anlaşmamız gerekiyor; kirletmeyeceğiz, temizlemenin en kolay yolu kirletmemektir. Peki, teklifte böyle bir şey var mı? Ceza var mesela, kirletenlere ceza var. Bu bir kirletmeme yöntemi değil kuşkusuz. Mesela çok sağlam özelleştirme adımları var, sermayeye rant yaratma adımları var. Mustafa Başkan hatırlayacaktır, hem Genel Kurulda hem de burada yaptığım konuşmalarda bu raporun bu işin özelleştirilmesine dönük bir hamlenin başlangıcı olduğuna ilişkin endişelerimi paylaşmıştım. Yani yanılmamışım, burada evet, sermayeye bir rant devşirme şeyi var, nerede olduğunu maddeler geldiğinde anlatacağım ama esası şu arkadaşlar: Marmara Denizi'ni alıcı ortam olarak kabul eden hiçbir tezin Marmaray'ı temizlemesi mümkün değil. Yani Marmara Denizi'ne derin deşarjı öneren, "Ama biz derin deşarj yapıyoruz da çok iyi arıtıyoruz." şerhiyle birlikte bunu öneren, alt akıntının bir konveyör vazifesi görerek bütün pisliği olduğu gibi Karadeniz'e taşıdığını varsayan anlayış olduğu sürece Marmara Denizi'ni temizlemek mümkün değil. Çünkü şimdiye kadar bürokratlar da söylemişti, bakanlar da toplantımıza katıldıklarında söylediler: "Ya, bu şeyler, arıtma tesisleri on-line olarak zaten denetleniyor." E kardeşim, denetleniyor da yani bu su arıtılmış nitelikte bir su da bu Marmara'ya ne oluyor? Ne oluyor da bu Marmara bu kadar kirleniyor? Bunun olabilir bir tarafı var mı? Yok tabii ki. Arıtılmadığı için bu böyle, arıtılıyormuş gibi olduğundan dolayı böyle. Sanal bir Karadeniz alt akıntısının konveyör gibi pisliği Karadeniz'e süpürüp götürdüğü düşüncesi egemen olduğundan dolayı böyle. Bakın, bu fikir esasen ODTÜ'nün önderliğinde çıkmış olan ama çok daha öncesine yani 1800'lü yıllara kadar dayanan bu fikrin artık geçerli olmadığı ortaya çıkmış durumda çünkü böyle bir konveyör sistemi yok, alt akıntılar yer yer üste çıkıyor, yer yer deniz topoğrafyası sebebiyle başka taraflara gidiyor. Dolayısıyla sizin Marmara Denizi'ne attığınız çöpün tekrar er ya da geç burnunuzun dibine geleceği bir anı görüyorsunuz; kirliliğin esas sebebi bu. Yani Dalan döneminde Güney Haliç Kolektörlerinin yapılmaya başlanması ve hatırlayacaksınız "Haliç'i gözlerim gibi masmavi yapacağım." diyordu hatırlıyorsunuzdur, bu süreç başladığı andan itibaren ki DAMOC Projesi ve onun düzenlenmesi Camp-Tekser Projesi olarak ortaya çıktı ve esası buna dayanıyordu. Yani biz buraya pisliğimizi bir atsak bu böyle gidecek zaten Karadeniz'in de 100 metre altında hayat yok, böylece orada oksit olacak, olmayacak neyse işte, bundan kurtulacağız. Bu proje başladığında ki pek çok çevre o zaman dedi ki: "Ya, bunu yapmayın." Mesela İller Bankasının muhteşem bir raporu var. O zaman da galiba yine Çevre Bakanlığından gelen bürokrat arkadaşlar vardı, bu raporun arkasında mısınız diye sormuştum. "Evet, arkasındayız." demişlerdi. Diyor ki 1974 tarihli İller Bankası raporu: "Eğer Haliç'in kirliliğini Marmara'ya basarsanız Marmara'da suda çözünmüş oksijen miktarı dramatik olarak düşeceğinden dolayı Marmara Denizi orta ve uzun vadede hem balıkçılık açısından hem de diğer aktiviteler açısından kullanılamaz hâle gelir." diye böyle tane tane yazmışlar. Yazmışlar da ne olmuş, hemen ardından ne olduğunu söyleyeyim. Güney Haliç Kollektörleri çamuru bastı ve 89 yılında Ahırkapı, Kadıköy oradan Tuzla, Pendik sahiline kadar inanılmaz bir balık ölümü oldu, Valilik balıkların yenmesini yasakladı "Üstünde araştırma yapılacak." dedi. Arkadaşlar, o zaman dahi litrede 5 miligramın altına düşmüş oksijen miktarı şimdiyse hak getire. Zaten Bakanlığın mevzuatında, Atıksu Yönetmeliği'nde yazıyor; yani deşarj olabilmesi için litrede 5 miligramdan fazla çözülmüş oksijenin olması lazım. Yani attığınız şeyin oksit olabilmesi için en az bu kadar oksijen olması gerekiyor deniyor iken biz kendi Komisyon toplantılarımızda da gördük ki birçok yerde 2 miligram, 2 miligramın altı hatta anoksik ortamlar çoktan başlamış. O sebeple Çevre Komisyonu, milletvekillerimiz gerçekten bu meseleyi çözmek istiyorsa bir defa böyle çok -ne diyelim- icatlara falan gerek yok, önce bir mevzuatı yerine getirelim. Diyor ki: "5 miligram litrenin altında deşarj yapamazsın kardeşim." Bu ne demektir biliyor musunuz değerli arkadaşlar? Marmara Denizi'ni alıcı ortam olarak kullanamazsınız demektir; mevzuat bunu söylüyor, ben söylemiyorum. Mevzuat bunu söylediği için zaten konuyu şuradan başlatmamız lazım. Biz, Marmara Denizi'ne deşarjı nasıl engelleyeceğiz? Başka bir deyimle karada olan karada kalırı nasıl egemen kılacağız? Ne demek karada olan karada kalır? Atık suların tekrar kullanılmasını nasıl planlayacağız? Şimdi bu iki temel olmadıktan sonra yani alıcı ortam olarak kabul etmiyoruz -zaten konveyör olarak doğru bulmuyoruz- "Marmara Denizi'ne evsel, endüstriyel, tarımsal atıklar atılmayacak; bunun takipçisi olacağız." demedikten sonra ve karadaki arıtılmış suyun tekrar karada kullanılmasını sağlayacak önlemleri almadan değerli arkadaşlar, bu tedbirlerle hele ki buradaki muhteşem inzibati tedbirlerle bu meseleyi çözmek mümkün değil. Ne yapar millet biliyor musunuz? Yani para vermek ağırlarına gider, başka yöntemlerini bulurlar. Yani bizde zaten bir hüküm serdedildiğinde ahali önce "Ben bunu neresinden delerim?" diye bakıyor ne yazık ki. Bunlar bu şekilde aşılır. O sebeple gelin iyi bir şey yapalım ve bu mesele ontolojik olarak neye dayanıyorsa, nasıl çözülecekse oradan başlayalım.

Biz bunları komisyon raporlarında -Başkanımız da burada- döne döne konuştuk ve -zannediyorum ki, zannediyorum değil, öyle yani- bu Komisyonun tüm üyeleri dedi ki: "Ya, bu derin deşarj doğru bir şey değil." Ama gelen Komisyon raporunda derin deşarjın devam edeceğine ama arıtılmış biçimde tabii ki, zaten kimse arıtmadan deşarj... Bunların hepsi "Arıtıp da veriyoruz." diyor zaten ama işte, deniz bu hâlde. Marmara'nın alıcı bir ortam olarak kabul edilmeyeceğine dair ne yazık ki Komisyon raporumuzda hiçbir şey göremedik, bunun üzüntüsünü ben o zamandan beri hâlâ bir biçimiyle yaşıyorum. Yani bir sonuç çıkmış burada bu teklifle birlikte, o da ne yazık ki yanlış çıkmış.

Şimdi, olası bir balık pandemisiyle karşı karşıyayız, istavritlerde vibriyo türü bakteriler bulunuyor. Vibriyo bakterisi, insanda hastalık yapan kolera ailesinden bir bakteridir, kolera değildir ama şöyle şeylere yol açabilir arkadaşlar: Bu meseleyi çözemezsek istavritleri yiyen avcı balıkların -lüferdir, palamuttur, şudur budur- bunların da hastalanmasına ve ölümüne yol açacak ciddi bir pandemiyle karşı karşıya olabiliriz şu anda yani böyle bir riskin hemen kenarındayız. O sebeple ya, bırakalım bu işi, "Sermaye buradan ne elde eder?" fikriyatını, bırakalım inzibati yöntemleri, bırakalım kanser hastalığını aspirinle çözmeye çalışma cin fikirliliğini meselenin esasına gelelim, meselenin esasını çözmeye çalışalım.

"Isı artışı" dendi, "şu" dendi, "bu" dendi. Arkadaşlar, hepsinin temeli, suyun kirli olmasıdır. Yani sorumuz şu aslında: Örneğin, iklim krizi sebebiyle Karadeniz 1,5 derece ısınıyorken Marmara Denizi niye 2,5 derece ısınıyor? Niye ısınıyor? Çünkü içerisinde süspansiyon hâlde kirlilik faktörleri var. Bu faktörler olduğu sürece... Bunun deneyini de yapmak çok basittir: 2 bardak, bir tanesinin içerisine mürekkep koyun şunlardan, bir tanesi de böyle olsun, güneşin karşısına koyun. Takdir edersiniz ki mürekkepli olan su daha hızlı ısınacaktır, bu sebeple su ısınıyor. Suyun ısınması oksijen oranının düşmesine sebep oluyor. Besleyici faktörler bu "fitoplankton" adlı arkadaşın çoğalmasına sebep oluyor ve bunun sonucunda da günün sonunda artık ruhuna rahmet okunacak ne yazık ki bir durumla -Marmara Denizi açısından söylüyorum- karşı karşıya kalmış oluyoruz.

Öznesi olmayan bir şeyden bahsetmiyoruz değerli arkadaşlar. Marmara kirlendi de nasıl kirlendi Marmara? Marmara, esasen endüstriyel kirlilik. Bir avuç sermayedar "Daha çok para kazanayım." diye denizin ne olacağını düşünmedi, hâlâ da düşünmüyor; bakın, hâlâ da düşünmüyor. Örnek olarak size Ergene derin deşarjını vereyim. Ergene derin deşarjı gümbür gümbür suyunu, arıtılmış suyunu basıyor. Bakın, arkadaşlar, o zaman da söyledim, şimdi tekrar söyleyeyim: Ergene derin deşarjının Marmara'ya boşaldığı yerde yapılan analizlerde, Dünya Sağlık Örgütü değeri bakırda 0,02 miligram/litre olması gerekirken 2.544'e çıkmış durumda; 0,5 olması gereken çinko değeri 1.932'ye çıkmış durumda; 0,2 olması gereken demir değeri 636'ya çıkmış; kurşun, kadmiyum, nikel falan böyle devam ediyor. Bu bir analiz. Deyin ki: "Ya, bu analiz güvenilir değil." Kalkın gidelim beraber arıtıldığı iddia edilen Ergene derin deşarjının ağzından alalım suyu ve analiz edelim, görelim bakalım ki ne çıkıyor onun içerisinden. Arkadaşlar, durum vahim, durum vahim. Hem de şöyle bir vahimlik var: Bakın, bu mantığı bu teklif devam ettiriyor. Şimdi, bu su nasıl kirleniyor? Ergene havzasında 2 bin kadar tesis var; boya var, tekstil var, metal var, şu var, bu var. Bu 2 bin tesis atıklarını Ergene Deresi'ne deşarj ediyor, tamam mı? Ergene Nehri kaynağında şu su gibi, bunları geçtiğinde hem debisi artıyor hem de kirliliği inanılmaz derecede artıyor. Ya, şimdi kamunun şunu demesi gerekmez mi? Ya, siz bunu kirletiyorsunuz, bunu siz niye temizlemiyorsunuz? Yani şimdi o ürettiği tişörtten, o tekstil firması para kazanacak, onu Avrupa'ya ihraç edecek ve bundan para kazanacak. Pisliğini niye bize ihale ediyorsunuz kardeşim? Bakın orada şöyle bir öneri yapmıştık, burada da Sayın Başkanın nezdinde bu öneriyi ifade etmek istiyorum. Doğru olan şey şudur arkadaşlar: Bu kadar sanayi tesisinin olduğu yerde... Bu sanayi tesisleri akiferlere hortumlarını daldırıp suyu havzadaki yer altından çekiyorlar. İstediği gibi kirletiyor, ondan sonra da basıyor; böyle yağma olur mu ya? Bu nerede görülmüş bir şey? Diyeceğiz ki: Ey tekstil endüstrisi sahibi kardeşim, hele bir şöyle yakın gel. Sen bu tişörtü, işte, bin tişört, 10 bin tişört, neyse... Günde ne kadar suya ihtiyacın var? 100 litre suya ihtiyacım var. Al sana 100 litre su. Bu 100 litre suyu arıt arıt, bir daha kullan. Böyle bir şey olabilir mi yani? Parayı kendisi cebine atacak, işçi sınıfının artı değerini orada sömürecek; ondan sonra pislik oldu mu bas Marmara'ya. Böyle bir şey olmaz arkadaşlar, böyle bir şey olmaz. Yani ne insani ne vicdani bir tarafı var bu işin. Meseleye bu şekilde bakmak gerekir. Ayrıca döne döne, döne döne hep deniyor ki: "Daha iyi arıtacağız, ileri biyolojik arıtma kuracağız." İyi de ya, gezdik ileri biyolojik arıtma tesislerini. Şimdi, sen endüstri atıkları... Hani evsel atıkları eyvallah, içinde azotu, fosforu olan, karbonu olan kirletilmiş suyu, böyle bir suyu ileri biyolojik arıtmayla arıtabilirsin. Ama buraya işte boyalar, ağır metaller, başka toksinler, kimyasallar girdiği andan itibaren bu sistem işe yaramaz zaten, işe yaramaz. Deniyor ki: "İleri biyolojikle bunları arıtacağız." Arıtamazsın, arıtamazsın ama "Böyle yapıyoruz ve gayet de iyi yapıyoruz, arıtıyoruz." denilebilir. Bunun da bir gerçeklik tarafı ne yazık ki yok. O sebeple, siz benden daha iyi bilirsiniz Komisyon Üyeleri; biz su zengini bir ülke değiliz, değil mi? O zaman neye dayanarak kullandığımız suyu ve bu kadar iyi arıttığımız suyu -Değil mi?- denize basıyoruz. Madem bu kadar iyi arıtıyorsak bu suyu karada pekâlâ kullanabiliriz, karada kullanmanın yöntemlerini geliştirebiliriz, bunun için çaba sarf etmek mümkündür. Ama hem "İyi arıtıyoruz." diyoruz hem de denize bunu basıp denizi kirletmeye devam ediyoruz.

Toparlıyor ve bitiriyorum. Şimdi, bence, son derece önemli bir floraya ve fauna sahip bir deniz. Hani 124 civarında ticari balığın bir dönemler yakalandığı, şimdi bunların çok büyük kısmının yok olduğu, 5-6 tür, 7-8 türe kadar daraldığı bir denizimizden bahsediyoruz. Karekin Deveciyan 1910 yılında İstanbul Balıkhanesi Müdürüyken aylık 40 ton kılıç balığının, 80 küsur ton orkinosun, 2,5 milyon ton toriğin girdiğini kaydetmiş. O denizden şu anda bu denizi konuşuyoruz. 70'lere kadar yüzlerce kiloluk orkinosların yakalandığı, sinaritlerin yakalandığı bir denizden bahsediyoruz. Dolayısıyla, şimdi, biz mesela Çevre Bakanlığından ne bekleriz ki, Çevre Komisyonundan ne bekleriz ki? Bu doğal varlıklarımızı son derece kıskanç bir biçimde muhafaza etmelerini bekleriz, mevzuatı buna göre belirlemelerini, buna göre mevzuat oluşturmalarını bekleriz. Mesela bir komisyondan asla ve asla; ya bu işleri, şu arıtma işlerini özelleştirelim, firmalar gelsinler, yap-işlet-devretle bu işi alsınlar... Ve beklemeyiz yani, ticaret değil, bu Komisyonun işi de Bakanlığın işi de ticaret değil. Ayrıyeten arkadaşlar, eğer arıtma tesisleri özelleştirilirse yap-işlet-devrete bu iş dönerse bu işin doğal sonucunu ben size söyleyeyim: Ne kadar az arıtırsan o kadar çok para kazanırsın, ne kadar az girdi kullanırsan o kadar çok kazanırsın; bu, elektrik için de geçerli, diğer şeyler için de geçerli. Yani şöyle bir şey olur mu Allah aşkına ya, üzerinden kâr elde etme amacına matuf bir arıtma mantığı olabilir mi? Kamusal bir iştir bu; bunda para kazanmak, kaybetmek falan söz konusu değildir. Bu işler sağlık gibidir mesela -gerçi şimdi sağlık artık başlı başına bir sektör oldu- eğitim gibidir, bunlar kamusaldır ve kamunun halkına duyduğu saygıdan dolayı yapmak zorunda olduğu şeylerdir. Şimdi, teklifte var "Bunları yap-işlet-devretle..." Ya, olmaz, gerçekten olmaz; hem etik değildir bu hem de zaten bu mümkün değildir. Bakın, görün, bunlar özelleştirilmeye başladığı andan itibaren o arıtmanın tepesinde oturacak vatandaşın amacı kâr elde etmek olacak. Onun açısından ikinci mesele, suyun temizlenip temizlenmemesi meselesidir. Kamusal olan şeyler üzerinden kâr elde etmek kadar kötü bir şey yoktur. Neoliberalizmin bize anlattığı, kapitalizmin yıllardan beri bize anlattığı şey, kamusal şeylerin aslında meta karakterinde olduğudur, bunlar üzerinden para kazanılabilir olduğunu anlata geldi bize. Burnumuz çamurdan o yüzden çıkmadı zaten, yıllardan beri bu zihniyeti her alanda, bütün kamusal alanlarda gördüğümüzden, yaşadığımızdan dolayı. Şimdi bunu bir de şeyde mi test edelim? Ne deniyordu, hatırlayın "Özelleştirdiğinde kalite artar." deniyordu. Hatırlıyorsunuz, Özal dönemlerinde bu özelleştirme furyaları başladığında "KİT'ler arpalık, bu arpalığı bir değiştirirsek, özelleştirme olursa herkes dört dörtlük çalışır." deniliyordu. Bakın, özelleştirilmiş elektrik dağıtımının başına ne geldiğini Isparta'da gördük; DEDAŞ zulmü sebebiyle Mardin, Diyarbakır, Urfa, oralarda da görüyoruz. Demek ki öyle olmuyor. Demek ki siz kamusal olanı özelleştirmeye başladığınızda, sermayenin üzerinden rant elde edeceği bir mekanizma hâline bunu dönüştürdüğünüzde orada çok başka bir şeyle karşı karşıya kalıyorsunuz, bir avuç sermayedar taş atıp da kolu yorulmadan para kazanmış oluyor ve hizmet kalitesinin falan artmadığını da Isparta pratiğinde yine gördük. Dolayısıyla, kurban olayım, bak, bu akıl, akıl değil yani Sayın Başkan "Biz bu şeyleri özelleştirelim, yap-işlet-devlete verelim, daha iyisi olur." değil, bunu kamunun yapması lazım. Bunu kamunun bir kâr elde etme... Yani kâr derken, tabii, bir kârı olacak kamunun. Daha doğrusu "kâr" demeyeyim buna "toplumsal fayda" diyeyim yani çoluk çocuğumuza, börtü böceğimize, kurbağamıza, tosbağamıza duyduğumuz saygıdan dolayı bunu yapacağız; bu iş için vardır kamu, yoksa ne gerek var? "Devlet" dediğin şey başka ne yani? O sebeple, orada çok büyük bir şey var ve asla katılmadığımız bir tarafı var bu işin; onu da vurgulamak istiyorum.

Uzattığımın farkındayım, bitireyim o zaman. Yani gelin, iyi bir şey yapalım; hani, yapıyormuş gibi yapmayalım Sayın Başkan, gerçekten ihtiyacı karşılayacak bir şey yapalım ve bizden sonraki kuşaklar Marmara'yı kurtarmakla bizi ansın diyorum.

Teşekkür ediyorum sabrınızdan dolayı.