KOMİSYON KONUŞMASI

ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Şimdi, Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, teklifin görüşmelerine katkı sunmak üzere aramızda bulunan çok değerli basın mensupları, kıymetli uzman arkadaşlarımız; toplantımızın son dönemde ülkemizde oldukça sorunlu bir hâlde olan basın ve düşünce ve ifade özgürlüğüne çözüm sağlayacak yönde gerçekleşmesini temenni ederek görüşlerimi açıklamaya başlayacağım. Bu vesileyle hepinizi selamlıyorum.

Şimdi, Sayın Başkan, bizim İç Tüzük hükümleri uyarınca, birincisi Anayasa'ya aykırılık yönünden verdiğimiz bir önerge var; ikincisi de Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak 16/6/2021 tarihi itibarıyla bu alanda Meclis Başkanlığına sunmuş olduğumuz değişiklik tekliflerimiz, bu konuyla ilintili olduğu için onlarında birleştirilip görüşülmesi önerimiz var, bu ikisini birlikte ve bunlara ilişkin gerekçeler ve genel söyleyeceklerimi hepsini bir arada söyleyeyim, usul ekonomisi açısından daha derli toplu olsun.

BAŞKAN ABDULLAH GÜLER - Çok iyi olur, teşekkür ederiz.

ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Düşüncelerimi, ifadelerimi açıklamaya başlamadan önce bir diğer nokta da... Şimdi, bakın, Sayın Başkan, Türkiye Büyük Millet Meclisinde hep söylüyoruz, Adalet Komisyonu oldukça önemli bir Komisyon, en kritik kanunların çıktığı yer burası. Dolayısıyla biz, her gelen kanun teklifi üzerine grubumuzdaki kıymetli arkadaşlarımızla tartışıyoruz. Bu alanda, Basın Kanunu'yla ilgili mesela, uzun süre görev yapmış Cumhuriyet gazetesinde Genel Yayın Yönetmenliği yapmış Utku Çakırözer gibi, uzun süre basında çalışmış Tuncay Özkan gibi -ki kendisi de aynı zamanda Dijital Mecralar Komisyonu üyesi, bu alanda oldukça geniş bir deneyime sahip isimlerin de Komisyon tarafından azami bir şekilde değerlendirilmesini, Komisyondaki yasa yapma tekniği açısından ve yasa kalitesine katkı sunacağını düşünüyoruz ve her zaman olduğu gibi Profesör Doktor İbrahim Kaboğlu ve yine bu alanla alakalı Doçent Doktor Yunus Emre'nin de gerek bu alanda yaptığı çalışmalar gerekse Avrupa Konseyinde ilgili Komisyonda bu alanda çalışmaları olması nedeniyle bilfiil Komisyon üyesi gibi değerlendirilmesinin faydalı olacağını düşünüyorum. Önce bunu bir not düşmüş olalım.

Şimdi, ben, konuşmama başlayacağım ama önce şöyle bir meram anlatmamız lazım: Bakın, mesela, biz, burada iki gün Hakimler ve Savcılar Kanunu'nda yapılması planlanan değişiklikle ilgili görüşlerimizi paylaştık, belki saatler boyu, bir süre sonra basının da ilgisinin olmadığı, belki zaman zaman gece yarılarına kadar burada biz ve arkadaşlarımız bir çabanın içindeyiz. Aslında içinde bulunduğumuz çaba ne dersek? Yaptığımız işi layıkıyla yapma duygusu, milletin vergisiyle burada bir hizmet yapıyoruz bunu dört dörtlük yapma duygusu çünkü burası teknik bir Komisyon. Ben de biliyorum ki noterlerle ilgili benim burada iki saat dil dökmemin siyaseten aslında ne bana ne de arkadaşlarıma çok büyük artısı, eksisi olmayacak, aynı şey diğer teknik alanlar için de birçoğu için de geçerli. Dolayısıyla, bizim söylediklerimize hep bu açıdan bakılması lazım. Yurt dışından mukayeseli örnekler verildi, teklif sahipleri de şimdi bazı örnekler verdi, orada da muradımız şu açıkçası: Dünyadaki en gelişmiş, ekonomisi en büyük 1'den 10'a kadar ülkeleri böyle sıraladığımız zaman bu modellerin neden dünyada 200 devlet içerisinde ilk 10'a girdiğini anlamaya çalışıyoruz. Orada gördüğümüz ağırlıklı olarak şu: Hangi ülkede kuvvetler ayrılığı varsa, demokrasi güçlüyse, özerk üniversiteler varsa, gerçekten güçlü ve özgür bir basın varsa, yerel basına kadar kimsenin müdahale edemediği, her şeyin özgürce soruşturulabildiği, her kuruşun hesabının sorulacağı bir mekanizma varsa Sayıştayının her kuruşun hesabını sorduğu böyle bir ortamdaki ülkelerde de denge, denetleme organlarıyla birlikte gelişimin olduğu görüyoruz yani şaşmaz böyle bir denklem var. Dolayısıyla şunun da farkındayız: Evet, dünyada rekabet var, bu rekabet içerisinde Türkiye'nin pozisyonu itibarıyla Türkiye'yi rakip olarak gören birçok ülkede olabilir, gerek nüfus olarak gerek coğrafi açıdan gelişmesini istemeyebilirler de çünkü dünya böyle bir düzen içerisinde ama bununla birlikte, her uluslararası kuruluşun yapmış olduğu değerlendirmeyi araştırmak... Ki bazı araştırmalarda Türkiye işin tarafı oluyor, bunların hepsini de böyle komplo teorisi gibi algılamamak lazım. İşte o zaman, işin içinden çıkılmaz bir döngünün içine giriliyor. Burada biz kıymetli görüşler dinlerken şunu ifade edeyim yine: Şimdi, bakın, teklif sahiplerinden Sayın Yıldız dedi ki: "Dijital Mecralar Komisyonunda bu görüşüldü." Tabii, o tali Komisyon, orada bizim 3 kıymetli üyemiz var, görüşleri partimizin görüşüdür. Burada, ana Komisyonda görüşlerimizi biz yine ifade edeceğiz yani hep 29'uncu madde üzerinde durulduğu söylendi, sanki, 29 madde ve diğer maddelere de ilişkin -tutanaklara da baktım- ciddi eleştirileri var arkadaşlarımızın, biz de bunları dile getireceğiz ve bir de teklif sahipleri olarak kendi tekliflerinden bazılarına yönelik kendilerinin eleştiri getirip onları geri çekiyor olması anlamlı -bunu ifade ettiler- öyleyse burada, kendileri bunu yapınca elbette ki hukukçu kimlikleri var, hukukçu oluyorlar yani altılı masanın mütemmim cüzü falan olmuyorlar, tıpkı bizim burada yapacağımız bu teklife ilişkin eleştiriler de bizatihi kendileri tarafından eleştirilen kısım da böyle değerlendiriliyorsa, hele hele bunun denetimini yapmakla Anayasa gereği mükellef olan bizlerin görüşlerinin de başka bir alana çekilmemesini istirham ederek başlamak istiyorum.

Şimdi, teklife gelince, burada, tabii, tali Komisyon on beş saat görüşmüş, tutanakları inceledik, raporları inceledik, önemli şeyler var. Hep diyoruz ki: Burada, Adalet Komisyonunda görüşülen kanun tekliflerinde yetkililerin, işin muhataplarının dinlenmesi, görüşlerinin alınması kıymetli, böylesine önemli kanun teklifleri gelmezden evvel şayet partilerin görüşü alınarak getirilirse belki birçok alanda daha doğru, daha kaliteli yasalar ve teklifler Meclis gündemine gelmiş olur. Mesela, bu tekliflerle ilgili daha evvelinde de çeşitli şekillerde parti grupları gezilir -Parlamentonun böyle uygulamaları var bu değerlendirilebilir ve şunu söyleyeyim: Genel uygulamanın dışına çıkılarak, Dijital Mecralar Komisyonunda ilgili STK temsilcilerinin görüşlerine yer verilmiş, ben de bunu memnuniyetle gözlemlediğimi söyleyeyim. Burada da birçoğunun varlığını görüyorum, burada da kendilerinden yararlanmak lazım, özellikle kendi alanlarını, kendi branşlarını ilgilendiren bir konuda ne düşünüyorlar, biz de ilk elden tekrar dinlemek, sorular da sormak isteriz.

Tabii, bu, tartışmaları aylar öncesine dayanan bir şey, duyumları geliyordu bize, hangi konularda anlaşıldı, anlaşılmadı, en son da bu hâliyle Meclis Başkanlığına sunuldu. Şimdi, sizin de hak vereceğiniz gibi, Türkiye'de -bizim bakış açımız tabii, takdir sizin ama objektif bir hukukçu olarak düşündüğümüzde birçok çelişkili duruma nazaran ben hak vereceğinizi düşünüyorum- iktidarın kaynaklık ettiği baskılarla karşılaşılan genel anlamda düşünce ve ifade özgürlüğü, somut ve dar anlamda ise iletişim ve basın özgürlüğüne ilişkin birçok alan düzenleniyor. Bu özgürlük alanlarına bakılırken "Bizlere ne kılavuzluk edecek?" dediğimizde temel hukuk metinleri, Anayasa, yasalarımız, uymakla yükümlü olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu düzenlemelere dayalı alınan kararlar. Ben temel hükümleri hatırlatmakta fayda görüyorum, Anayasa'ya aykırılık iddiası da işte buralar da var.

Bakın, Anayasa'mızın "Düşünce ve kanaat hürriyeti" başlıklı 25'inci maddesi derki: "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." "Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti" başlığı, madde 26: "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir." "Basın hürriyeti" başlığı, madde 28: "Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak izin alma ve malî teminat yatırma şartına bağlanamaz. Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır." 5187 sayılı Basın Kanunu'muzda "Basın özgürlüğü" başlığı, madde 3: "Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir." Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi "İfade özgürlüğü" başlığı, madde 10: "1. Herkes, ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de vermek özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir." Bakın, şimdi, 2'nci fıkrayı okuyacağım ve burada, aslında bu maddeni uygulanmasından kaynaklı temel çelişkimizin olduğunu da işaret etmek istiyorum. 2. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir. Şimdi, burada görülüyor ki Anayasa'mızın 26, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10'uncu maddesi haber alma ve verme hakkını da içeren ifade özgürlüğünü teminat altına almış. Peki, Anayasa Mahkememiz ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu tip durumlarda, benzeri davalarda nasıl kararlar vermiş? Bakın, 1997 tarihinde bir kararında şöyle bir ifadesi var, diyor ki: "Bir toplumda haber verme, alma ve kanaat sahibi olabilmek hakkı demokratik toplumla doğrudan alakalıdır. Bilhassa, basının haber verme görevini yerine getirmesinin engellendiği durumlarda halkın bilgi edinme hakkının yanında demokrasi de aynı ölçüde zarar görmektedir." Yine, AİHM 1988 tarihli Müller ve Diğerleri, İsviçre Kararı'nda basının, halk adına kamunun gözcüsü olma rolüne işaret ediyor. Gazetecinin mesleğini gereği gibi yerine getiremediği durumlarda, gazetecinin kendisi açısından çalışma ve ifade özgürlüğü haklarına müdahalenin söz konusu olacağı açıktır. Bunun yanı sıra, gazetecinin görevini yerine getirememesi halkın haber alma hakkını, dolayısıyla kanaat oluşturma hakkını da ortadan kaldıran bir müdahale niteliğindedir.

Bilindiği üzere, kanaat sahibi olabilme hakkı bireyin var olmasının ön koşuludur. Kanaat sahibi olma, insanların düşünce ve kanaatleri belirlemesine, buna bağlı olarak da doğru ve yanlış olanı seçebilmesine ve oy vermek dâhil, diğer tercihleri yapabilmesine olanak sağlayan haktır. Bu nedenle, aynı zamanda, diğer tüm özgürlükler için bir ön koşuldur. Bundandır ki bu hakkın sınırlandırılması oldukça titiz değerlendirilmelidir. Bu titizlik AİHM kararlarında da kendini göstermiş ve ne yazık ki Türkiye aleyhine açılmış ifade özgürlüğünün ihlali iddiasını taşıyan başvurular diğer ülkelerden sayıca oldukça çoktur. Şimdi, bakın, ben burada rakam vereceğim, bu rakamlarda "Efendim, AİHM yanlı." diye düşünmeden evvel önce başvuru sayısını vermek istiyorum yani AİHM karar vermeden önce ne kadar başvuru gittiğini çünkü bu başvuru sayısına bir şey söylediğinizde bizatihi milletimizi suçlamış olursunuz. Burada Rusya 17.013 başvuruyla ilk sırada, Türkiye de 15.251 başvuruyla 2'nci sırada. Bakın, verdiği kararlardan bağımsız, vatandaşımız hakkını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde arıyor, içeride hakkını arayamadığını düşündüğü için. 2021'de açıklanan mahkeme kararlarında da daha önceki yıllarda olduğu gibi Türkiye, ifade özgürlüğü alanında yine en fazla mahkûmiyeti olan ülke, geçen yıl da 31 davada Türkiye, ifade özgürlüğü şikâyetinde insan hakkı ihlalinden mahkûm edilmiştir.

Yirmi yıllık AKP iktidarı döneminde basına yönelik baskılar tarihsel bir gerileme yaşanmasına sebep olmuştur. Bu yirmi yılda iktidarın görüşlerine eleştirel yaklaşan, diğer ifadeyle, mesleğinin gereği, halk adına gözcülük misyonuyla hareket ederek sorgulayıcı ve araştırmacı gazetecilik yapan birçok isim mahkeme kapılarında olmuştur. Buna Cumhuriyet gazetesi, Sözcü gazetesi, diğer gazete çalışanlarının hemen hemen hepsi mahkemelerde sanık pozisyonuna gelmiştir. Basın örgütlerinin 2021 yılına ilişkin açıkladığı verilere göre, gazeteciler ve basın kuruluşlarına ilişkin 179 dava görüldü, bu davalarda 219 gazeteci yargılandı, bazı gazeteciler birden çok davada hâkim karşısına çıktı ve bu yargılamalar neticesinde çıkan toplam mahkûmiyet cezası 40 yıl 7 ay hapis cezası, 32 gazeteci gözaltına alındı. Gazeteciler başta siyasiler olmak üzere çeşitli kesimler tarafından 27 kez tehdit edildi. Çoğunluğu toplumsal olayları takip sırasında 75 gazeteci saldırıya uğradı, darbedildi. Bakın, şimdi, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu 2021 yılında ulusal kanallara toplam 74 ceza kesti, cezaların 24'ü Halk TV'ye, 22'si TELE1'e, 16'sı FOX TV'ye, 8'i KRT'ye, 4'ü Habertürke ve yaklaşık 22 milyon lira da para cezası kesti. İnsanımız aynı insan ama ne hikmettir ki A Haberde, Ülke TV ve Kanal 7'de, TV NET'te, CNN Türk'te, buralardaki yayınların hiçbirinde cezai bir işlem tespit edilemedi ve cezasız kapattı. Şimdi, normlardan konuşuyoruz, yasalardan konuşuyoruz ama o yasalar bu toplumda eşit olarak uygulanmadığı ve araçsallaştığı sürece problem hâline getiriliyor.

Bu bağlamda, Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna özel bir parantez açılması kaçınılmaz. Radyo ve televizyon yayınlarını düzenleyici bir kurum olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, geldiğimiz aşamada, ihtimaldir ki sadece diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde gözlemlenebilecek bir sansür kurumuna dönüşmüştür. Son olarak, Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu'nun iktidarın, kontrolündeki vakıflar aracılığıyla Amerika Birleşik Devletleri'ne yüksek miktarda paralar transfer ettiği yönündeki, sosyal medya hesaplarından yaptığı açıklamaları canlı olarak aktaran TELE 1'i, KRT, Flash ve Halk TV'ye para cezası verdi. Hangi ülkede olursa olsun, ana muhalefet partisinin liderinin açıklamalarının haber değeri vardır, basın da bunu çeker; hele hele, iddialar yolsuzluksa buna kuşku duyulmaz, bunu basın muhakkak çeker, ilgililer gider ispat eder, dava açar, Man Adası davasında olduğu gibi, süreç yürür ama gazeteci bu haberi yapar. Gazeteciye böylesine bir basın toplantısını ya da bir medya haberini ya da bir sosyal medya paylaşımını canlı verdi diye hiçbir şekilde ceza verilemez. Bu, gelişmiş demokratik ülkelerde bir haber niteliği taşımaktadır. Bakın, Türkiye demokrasisine hançer gibi saplanmıştır bu karar. Bu kararlar bugün yanlış içtihatlar oluşturulmasının da temelini oluşturmaktadır. Başta hukukçular olmak üzere, bu ülkedeki adaleti savunan herkesin şiddetle karşı çıkması lazım.

Basın üzerindeki baskıların bir başka adresiyse Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının başında atanmış isim olmasına karşın Türkiye yönetimine ve özellikle demokratik yaşama doğrudan olumsuz etki eden Başkanın varlığıdır. Bakın, daha önceki Basın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü olarak geçen bir kurum Anayasa değişikliğinden sonra İletişim Başkanlığı hâline getirildi ve her şeyin içerisinde yani şu anda Türkiye'de fiilen ikinci adam pozisyonunda bir kurum hâline getirildi. Burada açıkça söylemek gerekirse ne demokrasiyle ne de devlet kültürüyle bağdaşır bir yönetim, bir anlayış benimseniyor. Bakın, ezberlenen, sürekli "beşinci kol faaliyeti" söylemiyle Türkiye'de düşünce ve basın özgürlüğü başta olmak üzere her yere kısıtlama getirilmek istenmektedir. Bu kanun teklifinde önemli konulardan birini içeren basın kartları, diğer ifadeyle, gazetecilerin faaliyetlerinde çeşitli imkân ve kolaylık sağlayan, resmî belge niteliğindeki kartlarına Cumhurbaşkanı hükûmet sistemine geçildikten sonra İletişim Başkanlığının başına geçer geçmez âdeta el koymak istemiştir. Bir yönetmelik çıkararak gazetecilerin kartlarının simgesi olan sarı rengi turkuaza dönüştürmüş, sonra bunu gerekçe göstererek tüm gazetecilerin basın kartlarını "yenileme" adı altında iade etmelerini şart koşmuş ancak yüzlerce gazeteci, kartlarını iade etmelerinin üzerinden dört yıla yaklaşan bir süre geçmesine karşın hâlâ alamamıştır. Bunun nedenine ilişkin hem bilgi edinme hem de hukuki yollardan yaptıkları girişimlerden de sonuç alınamamıştır. Geldiğimiz aşamada basın kartları İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un keyfine kalmış bir durumdadır. İletişim Başkanının basın kartları konusunda yaptığı bununla sınırlı değildir. 2018 yılının son ayında çıkardığı Basın Kartı Yönetmeliği'nde basın kartı alma şartları zorlaştırılırken iptal etme şartları kolaylaştırılmıştır. Hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik içermeyen hükümlerle basın kartlarını rahatça iptal etme imkânına kavuşmuştur. Yönetmeliğe karşı yürütmenin durdurulması ve iptali istemiyle Çağdaş Gazeteciler Derneğince açılan davada Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca "Dur." denilmiştir. Peki, bundan sonra ne olmuştur değerli arkadaşlar? Yürütmesi durdurulan maddeler daha da ağırlaştırılarak yenilenmiştir yani hukuka karşı hile yapılmıştır. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının Kurulmasına İlişkin 14 no.lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin dayanak gösterilmesine karşın Danıştay aynı davada bunu yeterli görmezken yıllarca bu dayanakla yürürlükte kalan yönetmelik, bugün yapılan yasal değişikliklerle de yasal bir dayanağa kavuşturulmaya çalışılmaktadır.

Değerli arkadaşlar, bunun sonunda gazetecilerin basın kartı alabilmesi için memur yani devletin kadrolu bir personeli olması şart koşulan bir duruma doğru gidildi ve enformasyon birimlerindeki çalışanlara peynir ekmek gibi basın kartı verilmesi sonucu ortaya çıkıyor. Basın kartlarına ilişkin olanlar da dâhil, gazeteciliğe yönelik tüm uygulamalarda neredeyse tek amaç gazeteciliğin sıradan bir iş hâline getirilerek, böylelikle elverişli bir propaganda aracına dönüştürülmesidir. Oysaki gazetecilik ve bağlantılı olarak basın kartlarının sadece gazetecilik açısından değil, toplumsal ölçekteki önemini Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun yürütmeyi durdurma kararındaki şu belirlemeyle değerlendirmenize sunmak isterim: Demokratik toplumlarda basının en önemli işlevi, kamu yararını ilgilendiren olay ve konularda açıklamalar yapmak, haber ve bilgi vermek, eleştiri ve değer yargıları sunmak, bu suretle de kamuoyu oluşturmak toplumu aydınlatmaktır. Basına yaptığı bu işlev nedeniyle şu iki hakkın tanındığı bilinmektedir: Haber verme hakkıyla eleştirme, değer yargısında bulunma hakkı. Haber verme hakkı, kamu yararını taşıyan bir olayı topluma haber vermek, bildirmektir. Bu önemli işlevi nedeniyle basın özgürlüğünün, kamu güçlerine karşı olduğu kadar, özel güçlere karşı da korunması gerekmektedir. Bağımsız ve tarafsız yayıncılığın sürdürülebilmesi için alınacak önlemler de bu ödev kapsamındadır. İfade özgürlüğünün, sözü edilen toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için, AİHM'in de ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi, sadece toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü haber ve düşüncelerin değil, devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi, bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından emin olmaları gerekmektedir. İfade özgürlüğü çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın demokratik toplumdan bahsedilemez. Anayasa Mahkemesinin 23/1/2014 tarihli kararına göre "Demokratik bir sistemde kamu gücünü elinde bulunduranların yetkilerini hukuki sınırlar içinde kullanmalarını sağlamak açısından basın ve kamuoyu denetimi, en az idari ve yargısal denetim kadar etkili bir rol oynamakta ve önem taşımaktadır." Bir parantez açayım burada, özellikle Anayasa Mahkemesi kararlarından ve AİHM kararlarından örnekler derlerken bir dönemi işaret etmemesi açısından, farklı iktidar dönemlerinden de kararlar aldım ki altından farklı yorumlar çıkartılmasın. "Halk adına kamunun gözcülüğü işlevini gören basının işlevini yerine getirebilmesi için özgür olmasına bağlı olduğundan basın özgürlüğü herkes için geçerli ve yaşamsal bir özgürlüktür."

Arkadaşlar, şimdi, bu açıklamaların ışığında basın kartının niteliğini irdelersek... Şimdi, Cumhurbaşkanı yeni sistemde aynı zamanda AKP Genel Başkanı. AKP Genel Başkanına bağlı bir kurum, Türkiye'de kimin basın kartı alıp almayacağına, kimin gazeteci olup olmayacağına karar verecek ve bu şekilde de biz, basının bir dördüncü kuvvet olarak demokrasimizde varlığını sürdüreceğine mi inanacağız? Buradaki çelişkiyi hepinizin dikkatine sunarım. Bakın, basın kartı, basın mensuplarının mesleki faaliyetlerini yürütürken daha etkin çalışmalarını, sosyal güvenlik hukukundan doğan birtakım ayrıcalıkları elde etmelerini sağlayan, hizmet damgalı pasaport uygulamaları sayesinde dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan olayları yakından takip etmelerini kolaylaştıran, sektörün her türlü zorlukları karşısında kendilerini savunabilmeleri amacıyla silah ruhsatı işlemlerinde kullanılabilen, devletin üst düzey yöneticilerinin katılımlarıyla gerçekleşenler de dâhil olmak üzere her türlü kamusal faaliyete katılma konusunda akreditasyon vazifesi gören, özellikle basın mensubunu tanıtıcı mahiyete sahip resmî bir kimlik belgesidir. Basın kartı sadece bir meslek kartı olmayıp aynı zamanda, basın kartı sahibi olan kişiye, habere, bilgiye, olaya erişebilme imkânında kolaylık sağlayan, bu doğrultuda toplumun doğru bilgilendirilmesine araç olan bir karttır. Bu bağlamda, basın kartının -demin de değindiğimiz özelliğiyle ve önemi nedeniyle, basın kartı niteliğiyle- ne şekilde verileceği konusunda bu kartın verileceği kişilerde aranacak şartları içeren temel ilkelerin, anılan hakka keyfî bir şekilde müdahale edilmesini önleyecek şekilde düzenlenmesi gerekir.

Değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri; ifade ettiğim üzere gazeteciler üzerinde sansür ve otosansürün artırılması için basın kartları aracılığıyla yapılan ve yasalara aykırı olduğu mahkemelerce tespit edilen düzenlemeler, görüştüğümüz yasaya eklenerek yönetmelik düzeyinde yasal dayanağa kavuşturulmak isteniyor. Bu yapılırken de AKP iktidarının ustalaştığı bir teknikle gerçekleşiyor. Hâkim düzenlemelerden biri olan internet haber sitelerinin, basın mevzuatı kapsamında hukuki altyapıya kavuşturulması yıllardır süren bir sorun ve eksiklikti; bu doğru. Bu yöndeki düzenlemelerle, özellikle basın kartı üzerinden basının genelini kontrol altına alma amaçlı hükümler göz ardı edilmek isteniyor. Öncelikle şu bilgiyi vermek gerekir: İktidarın, internet haber sitelerini bu zamana kadar basın mevzuatı kapsamında yasal bir dayanağa kavuşturmamış olması, bizce bilinçsiz bir sürecin sonucu değildir. Özellikle, FETÖ'yle iş birliği yapılan dönemlerde birçok yargısız infazı ve dezenformasyonu, kontrollerindeki internet haber siteleri yapmıştır. Dolayısıyla, artık işlevi kalmayan, yerini sosyal medya ağlarına kaptıran, internet medyasına basın mevzuatı kapsamında hukuki dayanak oluşturmayı Türkiye'de ilk bağımsız internet sitesinin yayına geçmesinden yirmi altı yıl sonra gerçekleştirmesi... Bunu da bu hususta dikkatinize sunmak istiyorum.

Buralarda çalışan gazetecilerin özlük haklarının güvenceye kavuşturulacak olmasından kaynaklı söz konusu yöndeki düzenlemeleri her şekilde desteklediğimizi ifade etmek isterim. İnternet haber sitelerine ilişkin düzenleme kapsamında getirilen bazı sorunlu hükümlere ise madde görüşmelerinde yine dikkat çekeceğim.

Değerli milletvekilleri, toparlıyorum; bakın, en çok tartışılan madde 29'uncu madde. Türk Ceza Kanunu'nun "topluma karşı suçlar" başlıklı kısmına bir ilave yapılıyor ve "halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" başlıklı bir madde ilave ediliyor ve bunu da bir yıldan üç yıla kadar hapis ve bir örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde yarı oranında artırılması... Böyle bir ifade var. Değerli arkadaşlar, burada, düzenlemenin, ifade özgürlüğü sınırlarındaki bir alana müdahale içerdiği ve devletin belli şartlar ve yasal dayanak olmaksızın ifade özgürlüğü gibi negatif statü hakları kapsamındaki haklara müdahale etmemesi gerektiği kaydedilmekle birlikte, son yıllarda alınan mahkeme kararlarında ifade özgürlüğü bakımından devletlere pozitif yükümlülük yani kişilerin haklardan etkin şekilde yararlanması için devletlere bazı tedbirleri alma sorumluluğu getirdiğine işaret edilmekte.

Şimdi, değerli milletvekilleri, bu kısımları da geçerek şunun altını çizeyim: Burada tartışmaların merkezine oturan kavram ise "yalan haber" ve süreç içerisinde "dezenformasyon, mezenformasyon ve malenformasyon" kavramları tartışmaya yön vermiş. Bakın, Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Hizmetleri Başkanlığından Mehmet Burak Ünal'ın "Yalan Haber (Fake News) Kavramı: -dezenformasyonla ilişkisi- Seçili Ülkelerde Parlamento Çalışmaları ve Yasal Düzenlemeler" başlıklı araştırmasında bu 3 kavrama ilişkin şu tespitler yapılmış; bunu da tüm milletvekili arkadaşlarımın okumasını tavsiye ederim, oldukça önemli bilgiler olduğunu görüyorum burada: "Kavramsal ayrımları netleştirerek yalan haberin özüne inmek gerekirse, yalan yanlış içerikli bilgilerin kapsamına alınabilecek ve kendi içlerinde farklılıklar barındıran 3 kavramdan söz etmek gerekir: Dezenformasyon, malenformasyon ve mezenformasyon. Bunlardan birincisi, dezenformasyon: 'Kasıtlı olarak zarar vermek amacıyla yayılan yanlış bilgi.' mezenformasyonunda kasıt yok, ötekinde de yanıltma kastıyla paylaşılan doğru bilgi tıpkı yanlış bilgi gibi yanıltan içeriklerin kapsamına dâhil edilebilir." diyor. Şimdi, burada, "Kargaşa ve belirsizlik yaratmak için olgusal olarak doğru olan mahrem bilgilerin kamusal alana taşınması, duygusal tepkileri harekete geçirmek için bağlamından çıkarılmış doğru bilgiler verebilir." şeklinde izah da ediyor ve bu türden bilgiye de "kötü bilgi" deniyor yani malenformasyon.

Şimdi, değerli arkadaşlar, internet dünyasının geldiği durum itibarıyla, evet, Avrupa'daki birçok ülkeyi de gözlüyoruz -2017, 2018, 2020, 2021- çeşitli düzenlemeler yapılmakta; bu alanda hemen hemen bütün ülkelerde bir düzenleme yapma arayışı var. Şimdi, burada mesele nerede düğümleniyor? Esas etmen, bir güvensizlik tespiti yapılmakla birlikte dünyada bir "güven eksikliği bozukluğu" sendromu muzdaripliği vurgulanıyor. "Sosyal medyanın gelişmesiyle birlikte, ana akım medyada görülemeyecek haberlere erişim artmış ve ana akım medya tarafından muhtelif nedenlerden ötürü yer yer gizlenen ya da sunulmayan haberler sebebiyle bu tür kuruluşlara duyulan güven azalmıştır. Medya kuruluşlarının çeşitli politik angajmanlar çerçevesinde değerlendirilip objektifliğinin sorgulanması daha yaygın hâle gelmiştir. Bir haber kaynağına duyulan güvensizlik, o kaynaktan gelen haber doğru olsa dahi otomatikman inkârı beraberinde getirebilmekte ve kutuplaşmayı körükleyebilmektedir. Yalan söyleyen güvenilir kaynak, doğru söyleyen güvenilmez kaynağa tercih edilmektedir."

Şimdi, açıkçası, buralardaki izahatlar falan oldukça doyurucudur. Bu bilgileri paylaştıktan sonra, şimdi, burada, önlem ya da tedbir, yasal düzenleme yapılan ülkelerdeki... Hangi ülkelerde yapılan düzenlemelerin nasıl nüanslar, nasıl farklar verdiğini, şurada bazı ayrımlarla işaret etmek istiyorum: Bakın, otoriter rejimlerde kullanıcılara ve medya platformlarına ağır cezai yaptırımlar veriliyor. Yargı kararı olmaksızın içerik kaldırma uygulamaları var. Şeffaf olmayan ve önceden bilgi gerektirmeyen yaptırım uygulamaları var. Ulusal güvenlik, dezenformasyon gibi oldukça geniş ve yoruma açık içeriklere yönelik yaptırımlar var. İçerik kaldırma ve para cezası dışında, erişim engelleme ve site kapatma yaptırımları var. Demokratik rejimlerde ise, sosyal medya platformlarının içerik moderasyonuna ilişkin raporları şeffaf şekilde kamuoyuyla paylaşma zorunlulukları, içerik moderasyonuyla ilgili kararların sosyal medya platformlarıda bırakılması, içerik kaldırmayla ilgili kararlara adli itiraz mekanizmaları, yaptırıma tabi olan içerik türlerinin nefret suçu, cinsel istismar, kendine zarar vermeyi teşvik etme gibi içerikle sınırlandırılması, para cezası dışında sosyal medya platformlarına herhangi bir yaptırım bulunmaması.

Değerli milletvekili arkadaşlarım, bakın, burada, internet medyası ve sosyal medya ağlarının büyük bir iletişim köprüsüne dönüştüğü gerçek. Şimdi, son dönemde yapılan bazı araştırmalar var. Bakın, Denge ve Denetleme Ağı'nın çalışmasında -aktardığı bilgilere göre- "Türkiye'de özellikle 2010 yılından itibaren internet ve sosyal medya alanı hükûmet tarafından giderek daha fazla kontrol altına alındığını göstermekte." Demokrasinin Çeşitleri Endeksi'ne göre "2012-2020 yılları arasında tüm ülkelerden Twitter'a iletilen toplam engelleme çıkarma talebi -bakın bu somut veridir, yoruma açık değildir- 181.689 iken 49.525'i Türkiye'dendir; dünyada 2'nci sıradadır bu alanda. Benzer şekilde yani şöyle düşünmeyelim: Twitter'ı sadece Türkiye'ye özgü komplo kurmak üzere kurulmuş bir yapı olarak görmemek lazım. Benzer şekilde Twitter'a iletilen toplam 500 bin kapatma bazında görünmez kılma talebinden 107.211'i Türkiye'den iletilen talepler olmuş ve bu kategoride de Türkiye dünya ülkeleri arasında Twitter'a kapatma ve ülke bazında görünmez kılma kategorisinde yine 2'nci sırada yer almıştır. Hatırlanacağı üzere, iki yıl önce bu Komisyonda sosyal medya platformlarına ilişkin bir düzenlemeyi görüşmüş ve iktidarın oylarıyla teklif Genel Kurula sevk edilmişti. O düzenlemede sosyal medya platformlarının yasalarımız kapsamında suç sayılan konulara ilişkin paylaşımlarını, belli zaman dilimleri şart koşularak kaldırmaları ve Türkiye'de temsilcilik açarak birinci düzeyde muhataplık kanallarının oluşturulması öngörülmüştü. Bugün görüştüğümüz teklifte, aynı yönde çeşitli düzenlemeler öngörülmekle birlikte Türkiye'de erişim engeli konusunda Anayasa Mahkemesine alınan önemli bir karar da göz ardı edilmiştir. Özellikle, internet haber sitelerinde yayınlanan haberlere Türkiye'de erişim engeli getirme yetkisine sahip kurumların siyasi misyonu ile temel ve kronik sorunumuza dönüşen yargının bağımsızlığını yitirmesinden kaynaklı getirilen keyfî erişim engellerine karşı Anayasa Mahkemesi pilot karar almak zorunda kalmıştır. İçerik sağlayıcı, yer sağlayıcı, erişim sağlayıcı ve toplu kullanım sağlayıcılarının yükümlülük ve sorumlulukları ile internet ortamında işlenen belirli suçlarla içerik, yer ve erişim sağlayıcıları üzerinden mücadeleye ilişkin esas ve usulleri düzenleyen 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun'un 9'uncu maddesinin kişilik haklarına yapılan saldırılara karşı internet içeriğinin sınırlandırılmasına yönelik kademeli bir müdahale yöntemi sunmak yerine, saldırının niteliğinden, boyutundan bağımsız olarak her türlü saldırının önlenmesinde erişimin engellenmesi usulünün tek müdahale aracı olarak belirlenmesinin, ifade özgürlüğüne yönelik müdahalelerin keyfî ve orantısız olmasına yol açtığını kaydeden Anayasa Mahkemesi "Dolayısıyla, mevcut hâliyle 9'uncu madde kamusal makamların takdir yetkisini daraltarak, keyfî davranışların önüne geçebilmek için yargılama hukukunun usulüne ilişkin güvencelerinin yanında, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve orantılı karar verilmesini sağlayacak güvenceleri de içermemektedir." tespitini yapmıştır. Şimdi, son sayfa, bitiriyorum arkadaşlar. Geçen yılın ekim ayında alınan bu karar kapsamında bir düzenleme yapma sorumluluğuyla hareket etmeyen iktidar, önümüze yeni yasaklar ve Türkiye'de sosyal siyasal ve ekonomik hayatta olumsuz sonuçlar yaratacak bir düzenlemeyi önümüze getirmiştir. Şimdi, sıklıkla Almanya'daki uygulama gündeme getirilip örnek alındığı yönündeki yaklaşım da bizce gerçeği yansıtmamaktadır. Almanya'da sosyal medya ağlarına sıkı tedbirler getirilmektedir ancak oradaki uygulama da bizdekinin aksine, suç tanımlarında belirlilik ve öngörülebilirlik temel kriterdir. Nefret suçu, internet üzerinden fiziki ve cinsel saldırı tehdidi gibi net suçlamalar ve eşitlik ilkesi esas alınmaktadır. Oysa, bizde yakın zamanda yaşanan olayları hafızalar hatırlamaktadır. İktidara muhalif kimliğiyle bilinen siyasetçi, sanatçı ve gazeteci kadınların sosyal medyada hedef alınmasına ses çıkarmayan iktidar temsilcileri, benzeri çirkin saldırıların birkaç ay sonra kendi yakınlarına, siyasi görüşleriyle ortaklaşan kişilere yönelmesinin ardından nasıl ki 2020 yılında hızla bir sosyal medya düzenlemesi getirdiyse bugün de hiç kuşkumuz yok ki seçim sürecinde muhalif görüşler susturmak için bu düzenleme önümüzdedir. Özellikle, internet haber sitelerinin basın hukuku kapsamına alınarak statü kazandırılması bu işin makyajıdır. Burada, kötü teklif, kötü maddeler, mayınlar kötü niyetli bir durumun olduğunu, kötü kararların alınacağını görüyoruz biz. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu ve BİK gibi kurumlarda doruk noktasına ulaşan, kamunun eşitlik temelinde hizmet sunmadığı, kararları almadığı bir ortamda uygulamaya geçirilen bu düzenlemeler tarihe, otoriter rejim özleminin net göstergesi olarak geçecektir.

Değerli milletvekilleri, maddelere ilişkin tabii, bu kanun bütünüyle, Türkiye'de son dönemde gelen en önemli kanunlardan, önemli tekliflerden biri. Türkiye'de hızlı bir antidemokratik sürecin içerisindeyiz; buradan da en fazla nasibini basın ve basın mensupları alıyor. Dolayısıyla, getireceğimiz düzenlemelerle yangına daha fazla körükle gitmiş olabiliriz. Bu teklifin bütününde birçok sakınca görüyoruz, maddelere ilişkin düşüncelerimizi de ayrıca ifade edeceğiz, Anayasa'ya aykırılık ve birleştirme taleplerimizi de bu vesileyle ifade etmiş olalım.

Saygılarımla.