KOMİSYON KONUŞMASI

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Sayın Başkanım, çok Değerli Komisyon üyesi milletvekili arkadaşlarım, siyasi partilerden katılım gösteren değerli arkadaşlarım, Bakanlıklardan gelen değerli çalışma arkadaşlarımız, sivil toplum üyeleri ve elbette ki değerli basın mensupları; sizleri saygıyla selamlıyorum, hayırlı sabahlar diliyorum grubumuz adına ve aynı zamanda teklif sahipleri adına.

Bugün doğrusu Türkiye için çok önemli olan bir konuyu konuşmak, müzakere etmek üzere buradayız. Yaklaşık altmış yılı aşan bir temel hak problemiyle ve özgürlüklerle alakalı bir meseleyle ilgili buradayız. Doğrusunu söylemek gerekirse bizler, ben ve benim gibi milyonlarca kadın Türkiye'de bu problemin içinde yaşayarak Türkiye Büyük Millet Meclisine geldik. Hatta bizi buraya getiren ve aynı zamanda, partimiz AK PARTİ'nin kurulmasında, bugünlere gelmesinde çok büyük bir pay sahibidir başörtüsü meselesi. Bu meseleyi anlamak bence Türkiye'yi anlamaktır. Eğer biz başörtüsü meselesini anlayabilirsek, hem serencamını, bu yasağın neden uygulandığını, bu yasağın uygulanma şeklini ve bu yasakla beraber Türkiye siyasetine olan etkilerini, toplumdaki etkilerini, kadınların hayatındaki etkilerini anlayabilirsek hem geçmişin yaralarını iyi etmek mümkün olacak -tamamen olmasa bile- çünkü anlaşılmak da bir iyi olma hâlidir ama devamında da Türkiye'nin geleceğine dair çok önemli bir şey yapmış olacağız, toplumsal barışla ilgili temel manada çok büyük bir adım atmış olacağız.

Sayın Başkanımızın ifade ettiği gibi -ki aynı ilin milletvekiliyiz, bu manada da gurur duyuyorum, bugün karşılıklı olmaktan- aslında Türkiye'de şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisinde, kamuda, eğitim hayatının içerisinde artık fiilen başörtüsü yasağının olmadığını hepimiz biliyoruz, yaşıyoruz. Ama bence bundan daha önemlisi, bugün bu masa etrafında "Hayır, başörtüsü yasak olsun." diyen birisinin olmadığını, oturmadığını düşünüyorum; yok. Evvelden vardı, biz azınlıktaydık yani sayı olarak özgürlükleri isteyen insanların sayısı çoktu ama bu masalarda oturan, karar verici masalarda oturan insanların sayısı azdı, büyük bir direnç vardı. Bu manada, AK PARTİ, Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye'de muazzam bir dönüşümün öncüsü oldu. Tabii şunu da görmemiz lazım: Eğer bugün bu masada oturuyorsak her şeye rağmen çözemediğimiz bir şey var demek ki, çözemediğimiz bir şey olduğu için bugün bu masada oturuyoruz. Ümit ediyorum, bu Anayasa değişikliğini yaptığımızda, Türkiye tarihinin altmış yıla sâri, en uzun, en ağır ihlali olan, toplumsal hayattaki en ağır izleri bırakan bu problemini tamamen ortadan kaldırma imkânını bulmuş olacağız.

Tabii, şunu da söylememiz lazım: Başörtüsü yasakları evet, kadınlara uygulandı ama sadece kadınlar etkilenmedi çünkü bu konuya bakanların enteresan bir şekilde sadece kendi perspektiflerinden meseleye baktıkları için, bir kadının hayatına, bir genç kızın hayatına zarar verdiklerinde aslında onun kendisinden farklı fikirlerde olan, annesine, babasına, onu sevenlerine, evladına, eşine, aslında geçmişe ve geleceğe sâri olan pek çok kişiye ve çok geniş bir alana zarar vermiş olduklarını, etkilemiş olduklarını görmediklerini düşünüyorum ve insanların hiç düşünmedikleri bir konuda düşünmeye çalıştıklarını, hayatlarını değiştirdiklerini ve buradan yola çıkarak da Türkiye'de bu konunun muazzam bir etki alanına ulaştığını ifade etmek isterim. Ben de bu insanlardan birisiyim yani ben Türkiye'de başörtüsü meselesiyle tanıştığımda kendim de başörtülü olmayan hukuk fakültesi öğrencisi bir insandım; hiç düşünmemiştim "Başörtüsü meselesi nedir? Neden insanlar başını örtüyor? Niçin bu yasaklar var?" diye. O yüzden yasakların çok muazzam, akla gelmeyecek farklı tesirleri vardır insanların hayatında ve toplumların hayatında. İşte buradan yola çıkarak biraz tarihî serencamını anlatarak, biraz da siyasi anlamda hangi sebeplerle bugün buradayız ondan bahsederek bir akış içerisinde sizlere konuşmak istiyorum.

Bugün biz burada 2 tane teklif için sizlerin karşısındayız. Bunlardan bir tanesi, Anayasa'nın 24'üncü maddesi, bir tanesi de Anayasa'mızın 41'nci maddesiyle alakalı. 41'inci maddedeki teklifimiz aslında çok sarih bir teklif, o yüzden konuşmamızın ana kısmını ben 24'üncü maddenin oluşturacağını düşünüyorum çünkü Anayasa'mızın 41'inci maddesinde, aslında hukuken zaten Nüfus Kanunu'nda, Medeni Kanun'da çok sarih olarak anlaşılabileceği gibi, Türkiye'de ancak bir kadın ve bir erkek evlilik birliği gerçekleştirebilir. 41'inci maddeye baktığımızda, bu hükmün altının çizildiğini görüyoruz. Ve burada kamuoyunda çokça söylenen bir şey var, sanki aile birliği yeniden tarif ediliyor gibi anlatılıyor; burada aslında evlilik birliğinin tanımı ifade edilmiş oluyor yani evliliğin kadın ve erkek arasında yapılan bir müessese olduğunun altı çizilmiş oluyor. Bunu tabii, detaylandıracağız, şu an sadece bir girizgâh olarak söylüyorum. Sayın Başkanımızın ifade ettiği gibi, bugün geneli üzerinde konuşacağız ve 24'üncü maddede de biz başörtüsüyle ilgili, sadece başörtüsüyle alakalı değil, Türkiye'de başını örten ya da örtmeyen bütün kadınlarla ilgili olarak -temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasında- kadınların başının örtülü ya da açık olmasının bir şarta bağlanmaksızın kadının haklarını ve hürriyetini kullanabileceğine dair bu çerçeve içerisinde bir teklifimiz oldu şu an için.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, 1960'larda yasaklar başlıyor. Ben biliyorum, değerli arkadaşlarımdan Sayın Ravza Hanım'ın da hazırlıkları içerisinde var, özellikle arkadaşlarımızın, ablalarımızın mihenk taşı olan hikâyelerinden bahsedecek başta kendi ablası Sayın Merve Kavakcı da olmak üzere. Onların hepsini burada yâd edeceğiz çünkü onların hayatı, çektikleri çileler yâd edilmekten öte büyük bir minnettarlığı aslında bizim için içinde barındırıyor. 1960'larda başlayan bir yasak var fakat o zamanlar bu yasak bu kadar gündemde değil. Neden? Çünkü sayı olarak görünür değil başörtülü kadınlar. Zaten ben iyi hatırlıyorum, bir baro başkanımız, İstanbul Baro Başkanı -ismini söylemeyeceğim- kendisi seçildikten sonra ziyarete gitmiştim onu ve demiştim ki: Size oy vermedik ama madem seçildiniz, Başkanımızsınız Sayın Başkan, hoş geldiniz, sizi tebrik ediyoruz, bizim Başkanımızsınız ama biliyorsunuz, biz başörtülü kadınlar duruşmalara giremiyoruz, o sebeple bu problemi de çözmenizi bekliyoruz." Bana demişti ki: "Tek tek olduğunuzda sorun yok, problem topluca olduğunuzda oluyor." Şimdi, 60'larda tek tek olunduğu için sorun olarak addedilmiyordu, bir taraftan da eğitim şartları Türkiye'de çok farklıydı. Bugün olduğu gibi Anadolu'nun en ücra köşesinde olan bir genç kızımızın da en iyi şartlarda eğitime ulaşma imkânı yoktu. Üniversiteye gelmek, liseye gelmek fevkalade zor bir işti fakat nihayetinde geçen zaman içerisinde ailelerin de teşvikiyle Türkiye'de eğitim hakkının eşit olarak herkese yayılmasıyla beraber daha çok kadın eğitim imkânına ulaşınca bu genç kızların sayısında bir artış oldu. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi başörtüsü yasakları için bir dönüm noktası oluşturdu ve dönemin önce Genelkurmay Başkanı, sonra darbenin başındaki kişi ve nihayetinde de daha sonrasında Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren, kendisi o dönemde bu yasaklarla ilgili olarak özel bir misyon üstlendi, bazı önemli toplantılara katıldı ve devamında da önce 1981 yılında kamuda kılık kıyafetle alakalı bir düzenleme yapıldı. Bu düzenlemeyi biraz evvel Yılmaz Bey arkadaşım gösterdi, kısa topuklu ayakkabı, hemen yanına başı açık olmak yani bunlar eş değer kavramlar; topuğunuzun kısa olması, başınızın açık olması, böyle yan yana konularak. 1982 yılında lise öğrencileri için -ki buna imam-hatip lisesi öğrencileri de dâhildir, onlar da dâhil olmak üzere- liselerde başı açık olma şartı getirilmiş oldu ve aslında yaklaşım olarak, bu manada kamunun -öyle diyelim- yönetme erkinin yaklaşımını görmek açısından, Danıştay bu kararı verdi ama genel bir yaklaşım olduğu için ifade etmek istiyorum, 1984'te çok vahim bir karar verdi ve bu kararın içerisinde yazan şeylerden birkaç notu çıkardım. Bu karar diyor ki: "Köylerde yaşayan bir kız için, bir kadın için, kırsalda olan bir kadın için başörtülü olmak normaldir, bazı mesleki kursları icra etmek için -örneğin müstahdemse- başörtülü olmak normaldir fakat eğer bir kadın eğitim almışsa, alıyorsa belli bir aşamasından sonra artık başını örtmesini normal karşılayamayız, anlayışla karşılayamayız." Buradan biz, çok sistemli bir şekilde, sistematik bir şekilde Türkiye'de kadınların başı örtülü olmaması için özel bir çalışma yapıldığını görüyoruz. Bir taraftan hukuk yoluyla, yargı yoluyla, bir taraftan da uygulanan eğitim modelleriyle, eğitim içeriğiyle ve tabii ki metoduyla aslında bizleri, kadınları, tabii ki kadınla beraber toplumu dinî değerlerden uzaklaştıran, bir seçim yaptığı zaman da eğer dinî değerleri seçecekse toplumsal hayatın, çalışma hayatının içinden çeken bir ortam görüyoruz. Fakat bu zorluklara rağmen başörtülü kadınlar toplumsal hayatın içerisinden çekilmek yerine direnmeye devam ettiler. Bu dirençle beraber özellikle 1988 senesi çok önemli bir dönüm noktasına geldi çünkü 1988'e geldiğimizde 2547 sayılı Kanun'a bir madde eklenerek çağdaş kıyafet -biz, tabii, çağdaş sayılmıyorduk o zamanlar ki ne demek olduğunu hâlâ anlayamadığım bir kavramdır- giyerek eğitim hayatının içerisinde olma zarureti getirildi. Ve bununla alakalı olarak o dönem -hatırlayacaksınız- buradan çıkmak için rahmetli Turgut Özal önemli bir düzenleme yaptı ve bu düzenleme içerisinde yine çağdaş kıyafetle eğitim görülmesini ama dinî inanç sebebiyle boyun ve saçın örtülmesine imkân veren bir düzenleme yaptı. Fakat bu düzenleme daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edildi. 1990'da tekrar bir düzenleme daha yapıldı, 1991'de yeniden bir düzenleme oldu ve 1989'u hatırlayacaksınız, yorumlu ret kararı verildi Anayasa Mahkemesi tarafından.

Bu serencamı daha da açabiliriz, uzatabiliriz ama nihayetinde bunları şunun için söylüyorum: Genelgeler, yönetmelikler, kanun yapıldı, kanun Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi, kanun iptal edilmedi ama Anayasa Mahkemesi yeri geldiğinde kanunu iptal etmedi fakat bunun başörtüsüne dair bir özgürlük getirmediğini söyledi yani yorumlayarak bir ret kararı verdi. Ve nihayetinde bu yıllara sâri şeyler, yasaklamalar hayatımızın içerisinde muazzam zorluklarla devam etti. Milyonlarca kadın ya okulunu bıraktı ya başını açtı ama ona rağmen bu yasaklar sürmeye devam etti. 1990'lara geldiğimizde, 1990'larda fiilî olarak bir rahatlama oldu, fiilen ve üniversitelere gidip gelmeyle alakalı sorun yaşamadı kızlarımız. Ne zamana kadar? Hepimizin bildiği kâbus 28 Şubata 1997'ye kadar. 28 Şubatla beraber yeniden eskisinden daha şedit bir dönüş oldu yasaklara, çok keskin bir dönüş oldu. Bu yasaklara dönüşle beraber yeni uygulamalar devreye girdi. Nedir bunlar? "İkna odaları" diye bir kavram çıktı yani biz kızlarımızı toplayalım, tek başına bir odaya koyalım, orada anlatalım, bu başörtüsünün ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlatalım, hayatı ne kadar zorlaştırdığını anlatalım, "Akıllı bir kızsın ama geleceğini yakıyorsun." diye anlatalım yani onları ikna edelim, başını açmaya ikna edelim, ruhu paramparça olsun, kendisi gibi olamasın ama her şeye rağmen başını açsın da içeri girsin.

O zamanlar ben bir avukat olmuş idim, o kadar çok çocuğumuzla alakalı böyle duruşmalar, onların dilekçeleri, sonuç alamayacağımızı bildiğimiz hâlde uğraştığımız şeyler... Liseli çocuklar -ben hatırlıyorum- başlarına peruk takan liseli kız çocukları, naylon peruk takan kız çocukları vardı. Onları gördüğümde çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Ufacık bir çocuk, başında naylon bir peruk çünkü hakiki saçı almak çok pahalı, o yüzden böyle tuhaf tuhaf naylon peruklarla gelen ufacık kız çocukları... Saçı çekiştirilen çocuklar, çekerdi müfettişler "Bunlar gerçek saç mı peruk mu acaba?" diye. Peruk da taksanız kurtulamıyorsunuz, o kadar böyle dramatik şeyler yaşandı.

Peki, bunların etkisi nedir? Sizce bunları gören, o sınıfta oturan başını örtmeyen kız çocukları bundan etkilenmediler mi? Erkek çocukları bundan etkilenmediler mi? Bence bugünkü çocuklarımız bizden şu manada daha şanslılar: Artık onlar bu ızdırapları gördükleri için bu tartışmaları çok anlamsız buluyorlar, saçma buluyorlar. "Ne anlamı var ki? Örttün, örtmedin; bu senin tercihin." Çünkü bunları da gördüler, acıları görmek onları çocuk yaşlarında büyüttü ve bunları anlamaya yönlendirdi.

Ve biliyor musunuz değerli arkadaşlarım, bu yasaklar çok muazzam, güçlü bir fikriyatın temellerini attı. Belki çok iddialı bir şeydir ama zaman zaman söylerim: Eğer bu yasaklar, eğer bu başörtüsü problemleri olmasaydı bu kadar büyük, güçlü bir AK PARTİ hareketi doğmazdı. Bununla beraber, Sayın Cumhurbaşkanımıza yapılan yasaklarla, Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a yapılan yasaklarla bunlar birleştiği zaman Türkiye'de bu yasaklardan artık bunalan insanlarda muazzam bir özgürlük ihtiyacıyla, muazzam bir "Biz yönetmeliyiz ve biz insanlara bu özgürlükleri, bu hürriyeti vermeliyiz." inancıyla AK PARTİ doğdu. Ve hep söylüyorum: Bazı dillerde kelimelerin dişisi, erkeği vardır, eğer Türkçede kelimelerin dişisi, erkeği olsaydı, AK PARTİ dişi bir kelime olurdu, her şeyiyle çünkü ruhuna sinmiştir kadınların bu mücadelesi, bu gayreti.

2002'yle beraber değerli arkadaşlarım, hemen bunlardan kurtulmak kolay değil, bu yasaklardan kurtulmak için önce AK PARTİ'nin temellenmesi, Türkiye'de kurumlarla alakalı yapılması gerekenlerle ilgili bir öngörü ortaya koyması gerekti ve nihayetinde de yavaş yavaş bu katı yasaklar... Mesela ben 2007 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde, hukuk fakültesinde yapamadığım için yüksek lisans yapmaya başladım; 2007'den bahsediyorum. İlahiyat fakültesine başörtülü giremiyordum değerli arkadaşlarım, başka bir fakülteden bahsetmiyorum, ilahiyat fakültesinden bahsediyorum. 2009 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine başörtülü giremiyordum, giremiyordu insanlar; yandaki camiye girebiliyorsunuz, üniversiteye giremiyorsunuz. Neden giremiyoruz? AK PARTİ, Milliyetçi Hareket Partisiyle beraber bugün burada oturuyoruz, bugün ittifak ortağıyız ama bizim fikrî temellerimiz var, biz fikren ortaklıklar yaşıyoruz. Biz 2008 yılında da bu konuya dair Anayasa değişikliğini beraber yaptık, birlikte yaptık fakat ne oldu? Siz de biliyorsunuz, bu Anayasa değişikliği -ki bence çok sevindirici bir şeydir- 411 milletvekiliyle, sonuçta referanduma gitme ihtiyacı da duymadan 411 milletvekilinin reyiyle Meclisten geçti. Ve o zaman biliyorsunuz, gazeteler manşet attılar "11 el kaosa kalktı" Allah Allah, barışa kalkan, özgürlüğe kalkan bir el nasıl kaosa kalkabilir, nasıl? Bu insanlar nasıl hâlâ sokakta yürüyebiliyor ben merak ediyorum. Ya, insanın fikriyatında bir bütünlük olur, geçmişte söylediği şeylerden utanır, bugünkü hâli ile geçmişi arasında bir paralellik, korelasyon kurar. O zaman malum parti -siz de biliyorsunuz hangi parti olduğunu- malum genel başkan -siz de biliyorsunuz hangi genel başkan olduğunu, çokça söyleyeceğiz, tartışmayı yolun başında başlatmayayım, o zaman grup başkan vekili- büyük bir hararetle, her zamanki telaşlarıyla, her zamanki koşturmalarıyla koşa koşa nereye gittiler? Anayasa Mahkemesine. Çünkü siyaseten yapamadıklarını Anayasa Mahkemesinden yaptırmak istediler ve tabii ki yaptırdılar, Anayasa Mahkemesinden yaptırdılar. Siyaset olmasın, sadece hukuk hâkim kılsın dediğimiz noktada Anayasa Mahkemesinden bunu başardılar. Onu başardıkları için 2009 yılında bile benim gibi milyonlarca kadın, ilahiyat fakültesine bile başörtülü giremiyordu değerli arkadaşlarım.

Şimdi, o günden bugüne ne oldu? 2012 yılında ve tabii bunları gördükçe... Hani diyorlar ya "Bu AK PARTİ nasıl yirmi yıldır iktidar?" Bence önce bu soruyu kendinize sormanız lazım: "Biz neyi yapmıyoruz da iktidar? Biz neyi daha farklı yapmalıyız?" Bugün bence o noktaya gelmeniz iyi oldu yani şu anda en azından neyi farklı yapmanız gerektiğini gördüğünüz kanaatindeyim.

Şimdi, 2012 yılına geldiğimizde yine fiilen bazı rahatlamalar oldu, özellikle eğitim öğretimle alakalı yönetmeliklerde kısmi düzenlemeler yapıldı ama bence en önemli dönüm noktası; başörtülü milletvekillerimiz, 5 kadın milletvekili arkadaşımız 2013 yılında başörtülü olarak -daha evvel başörtülü değillerdi seçildiklerinde- Meclise geldiler ve Meclise geldikleri gün bence önemli bir gündü ve bir dönüm noktası oldu. Onunla birlikte adım adım, adım adım Türkiye'de kamusal hayatın içerisinde -hiçbir düzenleme yapmaksızın aslında, asli bir düzenleme yapmaksızın- Türkiye Büyük Millet Meclisinin içerisinde bu konunun bir sorun olmadığını beraber gördük. Zaten nasıl olabilir ki yani? Yani bir insanın başı açık, başı kapalı hâli... Aynı insan için bahsediyorum, aynı kişi; başı örtülü ya da başı açık, siz aynı insansınız, bir şey değişmiyor. Hâlâ mesela çok yeni açıklamalar var, o açıklamaları görünce de diyorum ki: Allah'ım hâlâ mı, hâlâ mı? Oraya da geleceğim.

Nihayetinde 2015 yılına geldiğimizde değerli arkadaşlarım, içinde benim de olduğum, Ravza Hanım'ın da olduğu, Türkiye'de ilk defa kadınlar... Şimdi, bunları da tartışıyoruz, işte kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesini hep tartıştık. Evet, doğrudur, Türkiye İsviçre'den bile önce dünyada çok ama çok erken bir zamanda kadınlara seçme ve seçilme hakkını vermiş bir ülkedir ama şunu unutmayalım: Türkiye'de başörtülü kadınlar seçme hakkını kullanıyordu ama seçilme hakkını kullanamıyordu. Eğer kullanılabiliyor olsaydı neden Merve Kavakcı Hanımefendi seçildiği hâlde yemin edemedi bu ülkede? Edemedi, engel olundu yani bu, devlete meydan okuma olarak telakki edildi -hoş, ben de duydum, ayrı bir mesele ama- "Bu kadına haddini bildirin." denildi. Aradan geçen onca zamandan sonra, ilk defa, 2015 yılında, benim de içinde olduğum... Değerli arkadaşlarım, ki bu da bence şunu bana hayatta öğretti: Bir şeyi -ne diyelim- kendiniz için değil ama hakikaten insanlar için, bir topluluk için büyük bir iştiyakla kovalarsanız, onun için mücadele ederseniz Allah'ın size ve o insanlara bir lütfu oluyor. Bu kadar zamandan sonra, bizi aşağılayan, bizimle dalga geçen, mümkün mertebe bize böyle bir hiç muamelesi yapan insanlara... Ki bunları çok da işitmişimdir, "Benim karşıma milletvekili olarak gel." diyen bir insanla eş değer olarak, grup başkan vekili olarak benim oturma imkânım oldu; bunlar televizyon kayıtlarında vardır. O sebeple, değerli arkadaşlarım, 2015 çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bizler başörtülü olarak aday olduk, seçildik ve Allah'a hamdolsun, yemin ettik; bugün de buradayız hep beraber, mücadelemiz bu manada devam ediyor.

Şimdi, tabii, bu serencamı niçin anlatıyoruz? Bu serencamı anlatmamızın sebebi, nihayetinde aslında anlaşılmak istiyoruz, yoksa bu kadar geçen gençliği, geçen yılları, değişen hayat hikâyelerimizi kim, nerede, nasıl geri getirecek? Herkes bizim kadar şanslı değildi. Mesela, biliyor musunuz, bu kanun teklifini verdiğimiz günün ertesi günü beni İstanbul'da çok önemli bir mevkide bir beyefendi aradı, tanımıyordum kendisini. Dedi ki: "Dün evime gittiğimde eşim ağlıyordu. Benim eşim tıp fakültesini bitirdi ve tek bir gün çalışma imkânı olmadı. Dün sizin konuşmanızı dinlemiş, eve geldiğimde ağlıyordu, biz ikimiz sarılarak ağladık ve unuttuğumuz bir yarayı hatırladık." Bunlar öyle kolay geçmiyor, gerçekten geçmiyor çünkü bunların telafisi yok. Peki, bunları niçin anlatıyoruz? İşte bunları anlatmamızın sebebi, asıl sebebi, evet, bu değişiklikleri yapalım, toplumsal barış olsun ama en önemlisi, vicdanlarınızda bir anlaşılma, bir hüzün... "Biz ne yaptık?" Sizin şahsınızı kastetmiyorum, şahıslarınızdan öte bizi dinleyen insanlar, geçmişte bu yasakları savunan insanlar, bu ikna odalarında oturan insanlar, ikna odasında oturduktan sonra milletvekili olan o kadınlar, onlar anlasınlar; "Biz ne yapmıştık? Hangi insanlara hangi zararı vermiştik?" bunları anlasınlar diye aslında biz bunları anlatmaya çalışıyoruz.

Özellikle milletvekillerinin gelmesinden sonra, 2015'ten sonra Türkiye'de artık ister liselerde öğrenci ister üniversitelerde öğrenci olmak ister kamuda çalışmak ister hâkim olmak ister savcı olmak ister polis olmak isterseniz asker olmak, bunlarla alakalı hiçbir problem kalmamıştı. Biz de zaten uzun yıllar kendi aramızda hep tartıştık -konuşulurdu çünkü- dedik ki: "Ya, AK PARTİ'den sonra acaba bu yasaklar tekrar geri gelebilir mi?" Bir korkudur çünkü "A, nasıl olacak, geri gelebilir mi?" Biz kendi aramızda şunu söylerdik, derdik ki: Bununla alakalı bir kanun düzenlemesi mümkün müdür? Asla mümkün değildir. Neden? İşte, biraz evvel niye anlattım bu maddeleri? Kaç tane kanun yapılmış? Kanun yapılmış, Anayasa Mahkemesi iptal; kanun yapılmış, iptal. Bir insan, bir milletvekili kanun teklifi veriyor, bir başka milletvekili tam tersine bir kanun teklifi verebilir. Hak ve özgürlükler ne zamandan beri kanunla verilip kanunla alınıyor, bu kadar temel bir mesele! "Anayasa yapalım mı?" diye biz vaktizamanında düşünmüştük. İşte, daha evvel denemişiz, değil mi? Nereden başlamışız? Anayasa'dan başlamışız; 2008 yılında biz bir Anayasa değişikliği teklifi vererek ve bunu geçirerek başlamışız. Ne olmuş? O da Anayasa Mahkemesinden dönmüş. O sebeple, biz zaten tüm bunlara da baktığımız zaman gördük ki bu, hepsinin üstünde tabii bir haktır ve kanun zaten imkânsız ama anayasaya dahi ihtiyaç duymayan temel hak ve hürriyetlerden bir tanesidir. Hepimiz biliyoruz ki temel hak ve hürriyetlerin tamamını Anayasa'ya yazmak mümkün müdür? Değildir yani bazı ülkeler var, hiç anayasası yok; yazmıyor hiçbir temel hak ve hürriyet, İngiliz anayasası diye bir şey yok fakat nihayetinde, bunların tabii hukukta var olduğuna inanıyoruz. O yüzden, biz bunu o kadar anayasa ötesi bir hak olarak görüyoruz ki bir Anayasa değişikliğine hiçbir zaman bu manada tekrar tevessül etmedik, yine yapabilirdik bugüne kadar.

Bu konuya gelindiğinde ne oldu? Hatırlayacağınız gibi, Sayın Kılıçdaroğlu bir konuşma yaptı, özünde helalleşme olan bir konuşma. "Helalleşme" kavramı kıymetli bir kavramdır. Ben kıymetli kavramların -kim söylerse söylesin- değersizleştirilmesini problemli görüyorum, bu kavram kıymetlidir. Bir insan "Ben helalleşmek istiyorum." diyorsa ben şahsen buna kıymet atfedenlerdenim ama tabii, helalleşmenin şartları var. Helalleşmenin şartlarından en önemlisi, biraz evvel ifade ettiğim gibi anlamak, muhatabını anlamak ve anladıktan sonra da kiminle helalleşecekseniz onun arzu ettiği şekilde helalleşmek. "Seninle helalleşeceğim ama benim istediğim gibi helalleşeceksin." Böyle pazarlık olmaz çünkü helalleşmede siz alttan alıyorsunuz, alttan alan tarafsınız. Helalleşen tarafın, karşı tarafın nasıl helalleşmek istediğini anlaması lazım, böyle dayatmayla helalleşme olmaz. Helalleşmenin en önemli mekanizması rızadır, karşılıklı rıza; helalleşme böyle bir şeydir, gönülden helal etmektir. "Hakkını helal etmek" özellikle cenaze namazlarından sonra beni en çarpan ifadedir, "hakkını helal etmek."

Şimdi, o yüzden, bu kıymetli kavramdan yola çıkarak dedi ki: "Biz bir kanun teklifi vereceğiz." Bu kanun teklifinin içeriği üzerine arkadaşlarım ayrıca konuşacaklardır diye düşünüyorum, burada o içeriği madde madde tartışmayacağım ama o içeriğin bile meselenin hiç anlaşılmadığını görmek için önemli olduğunu düşünüyorum. Yani bu teklifi kanunla yapıyor olmak zaten meselenin anlaşılmadığını gösteriyor ama içerik daha da anlaşılmadığını bizlere gösteriyor.

O yüzden, değerli arkadaşlarım, bizim buraya gelme sebebimiz; biz siyaseten zaten hayatımızı vermişiz yani bizim siyaseten bunlara ihtiyacımız yok, yok. Bizim gibi insanlar bir şey almak için uğraşmadılar; hiçbir şey almamak, her şeyi vermeyi göze alarak, her şeyi arkada bırakmayı göze alarak tercihlerde bulundular. O yüzden, başörtüsü meselesi bizim için hayati bir meseledir, hayati; bizim için temelleri imanidir. Siyaset nedir ki iman karşısında! Biz imani bir şeyden bahsediyoruz. Biz imani değerlerimizi kovalarken siyasete geldik, siyaset için imani değerleri kovalamadık. Bizi buraya getiren inancımızdır. Siyaset bunun yanında esamesi okunamayacak bir şeydir, bunun için de böyledir. Eğer bunu her kim yapıyorsa -ameller de niyete göredir- siyaseten yapan çakılır, kalır. Biz daha evvel bunu yapabilirdik ama yapmamayı tercih ettik. Biz buraya gelirken siz bir teklifle geldiğiniz için geldik, dediniz ki: "Kanun yapalım, kanun yapalım." "Kanun yapalım." ne demek? Yani artık, "Türkiye'de irade olarak ben böyle bir problemin olmasını istemiyorum." iradesini ortaya koymaktır. Konuşmamın başında da ifade ettim, bugün artık, Türkiye'de, içinden geçiyorsa da diliyle "Türkiye'de başörtüsü yasak olsun." diyen birini bayağıdır görmedim yani bayağıdır görmedim.

Şimdi, buradan sonrasıyla ilgili olarak nasıl yapacağımız meselesi için biz buradayız. Madem irade beyanlarımız ortak, peki, nasıl yapacağız? Nasıl yapacağımız meselesinde de biraz evvel anlattığım sebeplerle, bunu kanunla zinhar yapamayız ama Anayasa'yla hep beraber yapabiliriz. O yüzden, biz, hiçbir siyasi parti ayrımı yapmadan, Mecliste bunu partilerüstü bir mesele olarak gördüğümüz için, siyasetüstü bir mesele olarak gördüğümüz için -kendim, bizler, hepimiz- arkadaşlarımız, bu konuda bütün siyasi partilere giderek bu konuya dair yaklaşımlarımızı ve nasıl bir teklif içerisinde olacağımızı ifade ettiler. Çünkü eğer bu konuyu, başörtüsü meselesini bir kanunla düzenlenebilir bir düzeye indirgersek bu konuyu yerle yeksan etmiş oluruz. Bunu buraya indirgediğiniz zaman, artık bu konu kanunla düzenlenebilir, kanunla oradan alınıp oraya konulabilir bir hâle gelmiş oluyor. Bugün burada yapacağımız şey, madem iradeniz var... Bu samimiyete de irade beyanı olarak ben, şahsen inanıyorum, arkadaşlarımın da inandığı kanaatindeyim. Bizim Mecliste genel olarak çalışma usullerimizde, esaslarımızda takip ettiğimiz ilkeler var ama bu konuyu partilerüstü bir mesele, siyasetüstü bir mesele olarak telakki ettiğimiz için bu masada her şeyi tartışalım. Bir tek temel çizgimiz var. Bu çizgi; bu masadan bu başörütüsüyle alakalı meseleyi kapatarak kalkalım. Tartışalım, konuşalım...

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Yeter!

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Devam edeceğim.

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Yeter ya, yeter!

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Yetmez, yetmez!

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Peki, konuş.

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Bitecek. İnsaf, altmış sene beklemişiz; yaşım yetmiyor yani yaşım yetmiyor.

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Sayemizde bak, sayemizde oluyor.

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Bak, hâlâ, hâlâ, hâlâ...

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Siz çözemediniz, bizim sayemizde bak, bugün hep beraber buradayız. Altmış sene beklediniz, cesaret edemediniz, bizim sayemizde gene hep beraber buradayız.

MUHAMMED LEVENT BÜLBÜL (Sakarya) - O zaman 400'den fazla katılımla geçeceğini anlıyoruz.

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Evet, Sayın Altay, buradan anlıyoruz ki siz bizim teklifimize "Evet." diyeceksiniz.

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Belki siz bizimkine dersiniz.

ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Ama sizin daha bir Anayasa teklifiniz yok, kanuna "Hayır." diyoruz.

Şimdi, şöyle bağlayayım izninizle, tamamlıyorum, çok uzun kalmadı. Nihayetinde, değerli arkadaşlarım, biz sonuç olarak sizin karşınıza böyle bir teklifle geldik. Bu manada zaten kanuna "Evet." diyen insanların Anayasa'ya "Hayır." demesinin mantığını anlamak mümkün değil. Eğer buna "Hayır." denecekse, Anayasa değişikliği yapmaya "Hayır." denecekse, o zaman samimiyet testinden daha yolun başında kalıyorsunuz demektir.

Şimdi, şu notlarıma hafifçe bakacağım, bir şeyi atlamak istemiyorum nihayetinde. Şimdi, değerli arkadaşlarım, biz bu işleri yaparken nihayetinde, şu siyaseten meselesini biraz daha ifade etmek istiyorum çünkü bazı konuşmalarda, özellikle dünkü grup konuşmalarında da çok ağır ithamlar vardı. Bu konuya dair bizim yaşadığımız şeyler, öyle, bir suflörün bize söylemesiyle şekillenmiyor yani izleyerek değil, arada çok büyük bir fark olduğunu düşünüyorum. Yani böyle toplumu izleyerek, anket yaptırarak, danışmanları dinleyerek bir yaklaşım sergilemek değil, hayatın bizatihi içinde olarak...

Şimdi, Sayın Cumhurbaşkanımız, kendisi... Çok öncesi de var da 2002'dekileri artık saymıyorum, 2008 yılında sadece ve sadece bir Anayasa değişikliğiyle alakalı şey olmadı, iptal olmadı, aynı zamanda AK PARTİ'ye başörtüsüyle alakalı bir değişiklik yapması hasebiyle kapatma davası açıldı. Aslında kapatma davasında da suçlu bulundu ama malum, sayılarla ilgili olarak kapatma değil, başka bir cezayla oradan geçmiş oldu. Sayın Cumhurbaşkanımızın eşi Emine Erdoğan Hanımefendi; düşününüz bir Başbakan eşi bazı yerlere yasaklı. Nereye? Hasta ziyareti yapacak, askerî hastanede; giremiyorsunuz, bir Başbakan eşi hastane ziyareti yapamıyor; olacak iş değil yani. Sayın Cumhurbaşkanımızın çok değerli kızları, 2'si de liseye devam edemiyor, başka bir yere gidiyor, Türkiye'de bir üniversiteye devam etme imkânı olmuyor. Bu partinin içerisinde, senelerce -değil milletvekili olmak, daha öncesini sayalım- bu teşkilatta çalışan milyonlarca kadın, bu kadınların her birinin, kendi hayatında, çocuklarının hayatında, öylesine temel ki bu olan bitenler.

Peki, sonuçta bunlarla ne oluyor? Biz, burada kendi hayatımızın içindeki bir meseleden bahsediyoruz ya, bize anlatılan böyle bir şey, bir fotoğraf değil bizimki; bizatihi içinde olduğumuz bir film, biz içindeyiz, biz onun aktörleriyiz ve hüzünlü, çok çok hüzünlü bir hikâye. O gün, mesela bu teklifi verdiğimiz gün, bütün arkadaşlarımızın ortak bir kelimesi vardı, hatırlayacaktır arkadaşlarım, herkes "Çok ağladım." dedi. Kadın-erkek bütün arkadaşlarda böyle inanılmaz bir hüzün vardı. Ya, iyileştiğimizi sanıyorduk ama hâlâ da iyileşememişiz, ben o gün onu fark ettim, hâlâ içimizde böyle kanayan bir şey var yani ne kadar acıdığımızı böyle zamanlarda görüyoruz.

İşte, bu, bugün, eğer bu süreç, bu şey, bu sağaltma meselesi... Hatta bilirsiniz bu çatışma çözümlerinde bu bir çatışmadır aslında nihayetinde bütün dünyada çatışma çözümlerinde çatışma bittikten sonra bile sağaltmalar olur, toplumlarda karşılıklı otururlar taraflar, anlatırlar birbirlerine yani o yaralarını anlatarak kâh film olur, kâh kitaplar yazılır, bunlar yapılarak kendi yaralarını iyi etmeye çalışırlar. Şu an yaptığımız şey aslında klasik manada bir Anayasa yapmaktan öte, biz karşılıklı toplumsal yaralarımızı iyi etmeye çalışıyoruz. O yüzden, bu konuya yaklaşırken bu siyaseten atıp tutmalar... Efendim, "Siz siyaseten bunu yapıyorsunuz." Kim yapıyor? Biz mi getirdik, biz mi başlattık? Biz zaten meseleyi bitirmişiz, biz zaten bunun içindeyiz, biz zaten bununla beraber inşa olmuşuz, bizim dahasına ihtiyacımız yok, biz zaten içindeyiz. Dahasına ihtiyacı olan sizlersiniz çünkü siz, bence şunu fark ettiniz: İşte, gidip geldikçe, biraz da sağdan soldan kaçıp yer bulamayan danışmanlar... "Efendim,, bu muhafazakârlar falan size oy verecek ama kaygıları var. Bu kaygıları izale etmek gerekiyor, onlara bir şey göstermemiz lazım. En azından bir kanun teklifi verirsek yani bir belge olsun elimizde, bizim iyi niyet beyanımız olarak bu kanun teklifini gösterebiliriz." dendiği için buradasınız. Bir de şu var tabii, gene bazı isimler çıkıyor -bazı lider hanımefendiler de olabilir, beyler de olabilir- çıkıyorlar, diyorlar ki: "Efendim, işte, biz o gün oradaydık, yardım etmiştik." falan yani böyle geçerken merhaba demek, geçerken "Ah vah! Vah vah!" falan demek başka bir şey, o ızdırabın merkezinde olmak başka bir şey.

Nihayetinde geldiğimiz noktada, biz bugün arkadaşlarımla, Milliyetçi Hareket Partisi, AK PARTİ Grubu, Büyük Birlik Partisi, ayrıca 2 milletvekili ve 337 imzayla sizlerin karşısındayız. Bütün samimiyetimizle -daha evvel grubumuz adına söyledik, Sayın Cumhurbaşkanımızdan en az 5 defa ben işittim, dahası da olabilir- bu Anayasa değişikliğinin Türkiye Büyük Millet Meclisinden geçmesi gerektiğine inanıyoruz; bu, Meclisin onurudur. Toplumda hiçbir zaman siyasette olduğu gibi problem olmamıştır başörtüsü meselesi, toplumsal hayatın içerisinde her zaman bir uzlaşma içerisinde olmuştur ama siyasete geldiğimizde, bu çatışma alanı toplumda olandan çok farklı bir yerde tezahür etmiştir. İşte, bu sebeple, bize düşen, toplumsal hayatta çözülmüş olan, kamusal hayatın içerisinde çözülmüş olan bu problemi 400'den fazla, mümkün olduğunca en çok oyla Türkiye Büyük Millet Meclisinden geçirmektir; bu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onurudur. Bu manada, ben her bir milletvekili arkadaşımı, bütün siyasi parti gruplarını bu konuda samimiyetle davranmaya ve nihayetinde de buradan bu teklifimize "evet" oyu vermeye davet ediyorum ve biraz evvel ifade ettiğim gibi, burada yazdığımız her bir cümleyi müzakere de edebiliriz, tartışabiliriz de. Son olarak şunu söyleyerek bağlayayım: Mesela, geçtiğimiz hafta sizleri ziyaret etmek istedik, aradım ben siyasi parti gruplarımızı ve her birisinden önce "Bakalım, soralım." falan ama arkasından, iki parti aynı gerekçeyle, bir siyasi parti de farklı bir gerekçeyle bizlere "Görüşmek istemiyoruz." dediler. Doğrusu, bunu da biraz hüzünlü karşıladığımı söyleyeyim. Bunu, Türkiye'nin en temel meselesini anlamamak olarak görüyorum. Bugün kalktığımızda da başka bir problem olabilir, Türkiye'de her an yeni problem var siyasette, toplumsal hayatın içerisinde. Altmış yıla sâri bir problem, milyonlarca kadını, onlara değen milyonlarca çocuğu, eşi, kocayı, aileyi, anayı babayı, herkesi etkileyen bu kadar önemli bir meseleye dair nedir yani mesele; bir pazarlık konusu mudur, bir teraziye mi koyacağız, "O varsa bu yok, bu varsa şu yok." diye? Bu, şarta bağlı bir iş değildir. Bu konu, özellikle başörtüsü meselesi hiçbir şarta bağlı olmaksızın -kendimizi de içine koyarak söylüyorum- bu masadan, Türkiye Büyük Millet Meclisinden şartsız "ama"sız ama kesinlikle hak ve özgürlüklerden yana olarak geçmesi gereken bir Anayasa değişikliğidir ve ben bugün burada tüm teklif sahibi arkadaşlarım adına sizleri bu konu üzerinde uzlaşmaya ve bu teklife "evet" oyu vermeye davet ederek selamlıyorum.

Teşekkür ediyorum.