| Komisyon Adı | : | ÇEVRE KOMİSYONU |
| Konu | : | İstanbul Milletvekili Mustafa Demir ve 127 Milletvekilinin; Çevre Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/4895) (Tali Komisyon) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 6 |
| Tarih | : | 31 .01.2023 |
MURAT ÇEPNİ (İzmir) - Teşekkürler Başkan.
Ben de bütün katılımcı arkadaşları selamlıyorum.
Maalesef, Çevre Komisyonu toplantılarında tekrara düşüyoruz sık sık ama bundan başka yolumuz, şansımız da yok çünkü Çevre Komisyonu, daha öncesinde de defalarca ifade ettiğimiz üzere, belki de ülkenin en önemli komisyonlarından bir tanesi çünkü sadece Türkiye'yi değil, tüm dünyayı aslında bir biçimde doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren konuları tartışmış oluyoruz, böylesine önemli, böylesine kritik ve belki telafisi çok zor olacak kararlar alıyoruz ya da almıyoruz. Ve esasen, geleceği tartışıyoruz komisyonlarda fakat bizim Komisyonumuz belki de neredeyse haftada bir toplanması gereken bir komisyon çünkü Türkiye'nin hemen hemen her tarafı ekolojik ihtilaflarla dolu ve maalesef, iktidar sonuçlarla ilgilenmekle meşgul; maalesef böyle. Ve biz esaslı olarak diyelim ki: Küresel iklim krizine dair, çölleşmeye dair, ormansızlaşmaya dair, susuzlaşmaya dair esaslı kararlar alabilmiş değiliz; bu, bizim en büyük handikaplarımızdan bir tanesi. Tabii, buna karşı çok şey söylenebilir yani bunun tersini savunanlar olabilir ama ortada gün gibi gerçek olan bir tablo var. Ekolojik olarak Türkiye'deki yaşanan yıkımın belki de tarifi bile neredeyse imkânsız dolayısıyla Komisyonumuzun bu anlamdaki karnesini elbette, belki başka bir toplantıda daha da kapsamlı değerlendiririz ama hepimizin bunda çok özel bir rolü olduğunu herkes mutlaka kabul etmelidir.
Şimdi, ben bizi doğrudan ilgilendiren birkaç madde üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Şimdi, biz burada bugüne kadar ormanlar lehine, sular lehine, insanlar lehine yani köylü, genç, yaşlı bütün insanlar lehine henüz bir karar almış değiliz, bir tek karar almış değiliz bu konuda. Buraya gelen bütün yasalar, istisnasız bütün yasalar şirketlerin, sermayenin şu veya bu talebinin bir biçimde yeşile ambalajlanması üzerine kurulu idi, bütün tartışmalarımız böyle oldu. Şimdi, burada da bu 1'inci maddede gemilerle ilgili 100 bin groston üzerindeki gemilerin artan ceza maliyetlerinin dengesizlik, eşitsizlik yarattığı ve dolayısıyla bunun giderilmesine dönük bir düzenleme var. Mesela, şimdi, bu, baktığınızda bir adaletsizlik gibi görülüyor ve bunun düzeltilmesine dair bir yasa teklifi bu. Şimdi, doğal olarak soruyoruz: Mesela burada bu gemiler niye ceza alırlar, niye ceza alıyor bu gemiler? Suları zehirledikleri için ceza alıyorlar yani "suları zehirlemek" dediğimiz şey çok kapsamlı bir mesele yani kıyıların zehirlenmesi, suların zehirlenmesi, oranın insanlarının zehirlenmesi, deniz ekosisteminin bozulması, deniz canlılarının zehirlenmesi, deniz canlılarının zehirlenmesiyle insanların zehirlenmesi falan böyle çok komplike, çok daha kapsamlı bir zehirleme faaliyetinden bahsediyoruz. Şimdi, bu gemiler mesela zehirlemeseler olmaz mı? Yani zehirlemesinler. Ya, mesela biz bunu niye burada tartışamıyoruz? Yani bu gemilerin zehirlemesine, bırakalım cezalandırmayı yani "Kirlet, öde.", "Zehirle, öde." politikasından çıkıp da bunu sıfıra indirme konusunda niye bir düzenleme yapamıyoruz mesela burada? Kaldı ki yani insan ve doğa sağlığı açısından yüzde 5'i, yüzde 10'u, yüzde 20'si tartışması yapılamaz, bunu sıfıra indirme imkânlarımız varsa bunu tartışmamız lazım çünkü dünya yok olma riskiyle karşı karşıya. Şimdi, burada bu gemiler belki de -ne diyelim- iktisadi açıdan sektörel bazda en çok kâr eden şirketlerdir, en çok kâr eden şirketlerdir. Şimdi, burada biz oturmuşuz, düşünmüşüz, burada muazzam bir adaletsizlik var, "Bunu 100 bin grostona bağlayalım, onun üstü de bundan muaf olsun." diye bir düzenleme getirmişiz. Yani buna gerçekten... Bu Komisyonumuzda bunun buraya gelmiş olması bile başlı başına büyük bir handikap, büyük bir hatadır; Çevre Komisyonu olması açısından bile gerçekten ne diyelim yani trajik bir durum yani bunu böyle söylemiş olayım. Dolayısıyla burada birkaç gemi patronunun değil de yani o yediğimiz balıkların -belki bazıları yemiyordur- deniz ekosisteminin geleceği ve sağlığı açısından bir bakış açısıyla bakarsak bence onu tartışmak çok daha yerinde olur diye düşünüyorum.
Şimdi bir diğeri de arkadaşlar bu otopark meselesi, 2'nci madde. Ya, bu da gerçekten akıllara zarar bir madde yani gerçekten bazen bunun şaka olabileceğini düşünüyor insan, yani bu olsa olsa şaka olabilir yani. Ya, şimdi, kentler büyüyor, o ayrı bir tartışma konusu, kentler niye büyüyor, o ayrı bir tartışma konusu, onu geçiyorum. Böyle bir ihtiyaç olduğu tarif ediliyor ve kıyıların doldurulması çok olağan bir şeymiş gibi "Hadi doldurmuşken bir de buralara otopark yapalım, bu otoparkı da bunun altında yani yer altında bir otopark yapalım." diye gerçekten herhâlde çok özel -ne diyelim yani yanlış bir şey de söylemek istemiyorum- büyük bir fikir jimnastiği fırtınası yapılarak buraya varılmış olabilir herhâlde diye düşünüyor insan. Ya, şimdi Türkiye'de bakın, evet, bazı illerde arazinin çok ciddi sıkıntıları var, örneğin Karadeniz'de öyledir mesela yani kentlerin arkaya doğru genişleme imkânı yoktur ve orada doldurmalar oldu, oluyor. Fakat Türkiye bir deprem sahası, deprem alanı; bu deprem alanında yapılan dolgular başlı başına bir cinayete teşebbüs niteliğinde. Dolayısıyla bu dolguların hem kentin silüetini bozması, orayı betonlaştırması, kıyının yapısını tümüyle değiştirmiş olması ve bir de bu dolguların çoğunlukla da inşaatlardan kalan molozlarla yapılmış olması ya da diğer taraftan diyelim taş ocaklarıyla yapılmış olması, her boyutuyla yani taş ocaklarının kurulması, oradan taşların alınması, doğanın tahrip edilmesi, her boyutuyla yapılması aşaması da sonrası aşaması da hem doğaya hem de deniz ekosistemine, kıyı ekosistemine çok büyük zararlar veriyor; bir de buna dediğimiz gibi deprem bölgesi eklendiğinde zaten burası halka karşı kurulmuş bir tuzak gibi duruyor. Ya, buna benzer mesela -Yusuf Ziya Başkanım da burada- Samsun'dan da örnek verilebilir yani Samsun da neredeyse bir dolgu kentidir; dolgular vasıtasıyla, dolgular marifetiyle Samsun bir deniz kenti değil de... Atakum'u hariç tutarak söylüyorum, Atakum sonradan denizle buluştu, Samsun kent merkezi açısından söylüyorum. Yani Samsun kentinde yaşayanlar, merkezinde yaşayanlar neredeyse denizi bilmezler. Şimdi de orada bir liman yapıldı, Samsun Limanı yapıldı, dolgularla yapıldı; o da kentin denizle bağını tamamen kopardı. Şimdi, tabii, buradan şu söylenecek bize: "Dolgu yapmayalım da ne yapalım?" Bu aynı zamanda bir kentleşme politikası, bir tarım politikası, bir kır politikası, bir köy politikası yani bütün bunları kapsayan elbette ki komplike bir durum. İnsanlar köylerinden göç etmemeliler, illerinden göç etmemeliler, kentlere yığılmamalılar. Bu etraflı bir tartışma konusu ama oraya girmiyoruz tabii ki. Dolayısıyla bu politika, burada bütün tablo bu iken bu doldurma kıyılara bir de yer altına otopark yaparak gerçekten bir mezar yapılıyor aynı zamanda. Nerede yapılacak bunlar? Deprem bölgelerinde yapılmış olacaklar sonuç olarak. Dolayısıyla bu hiçbir biçimde savunulabilecek bir politika değil. Bu kime yarar? Çok zor durumda olan, az para kazanan, açlıkla karşı karşıya kalan müteahhitlere herhâlde çok yarayabilir! Yani müteahhitleri bizim kurtarmamız lazım, durumları hakikaten çok kötü yani çok kötü gerçekten çünkü müteahhitler bütün bu süreçte, bu pandemi sürecinde bile açlıkla karşı karşıya kaldılar, kâr edemediler, onları bizim kurtarmamız lazım herhâlde! O yüzden bu müteahhitlere bu lazım, başka kimseye lazım olabileceğini zannetmiyorum yani.
Şimdi, bir diğeri 3'üncü madde. 3'üncü madde tarıma dayalı ihtisas organize sanayi bölgelerinde yeni düzenlemeler getiriyor. Evet, şimdi bu organize sanayi bölgeleri tabii yeni değil yani çok eski, 60'lara dayanan bir politika. Organize sanayi bölgeleri niye kurulmuş? Tarım bölgelerinde, meralarda, kırsal alanda öyle gelişigüzel sanayileşme olmasın diye OSB'ler kurulmuş, esas mantığı bu fakat sonrasında ne olmuş, bu OSB'ler ne hâle gelmişler? En çarpıcı örneği de geçtiğimiz günlerde biliyorsunuz, Amasya Taşova'da mera alanlarında tarım alanında bir OSB kurulması politikası gündeme geldi hatta köylüler çok ciddi bir direniş ortaya koydular ve OSB'ler bu amaçtan çıktılar, başlı başına amacına ters bir uygulamaya dönüştüler. Şimdi, burada bir boyutu da şu: Şimdi, bu OSB'ler, tarıma dayalı bu OSB'ler ne üzerine yapılıyor? Sera üzerine bunlar planlanacaklar. Seralar esasen bu jeotermal ısıtmalarla da çok bağlantılı -özellikle ısıtma konusunda- çok temel bir parçası da ısıtma yani ısıtma giderleri en fazla olan giderlerden bir tanesi bunların ama örneğin, bunlar yapılırken, hâlihazırda yapılırken yeni kurulacak OSB'ler jeotermal kaynaklar, varlıklar açısından bir analiz yapılacak da mı bunlar devreye konulacak; mesela buralar yine belirsiz. Yani o konuda bir örnek vereyim mesela. Örneğin, İzmir Dikili en çok seranın olduğu bölgelerden bir tanesidir; jeotermal ısıtmalarla yapılıyor. Şimdi, burada mesela bölgenin bu konudaki kaynaklarının rezervi konusunda bir bilgi var mı, bilim insanlarından bu konuda bir bilgi alınmış mı toplamda? Sanmıyoruz, böyle bir tartışmaya denk gelmiş değiliz. Yani bir de buralar aynı zamanda bir kapitalist işletme yani büyük işletmelere dönüştürülecek buralar. Peki, bunlar yapılırken, bu büyük OSB'ler, tarımsal OSB'ler kurulurken neye alternatif olarak kurulmuş olacaklar? Küçük çiftçi tarımına alternatif olarak kurulmuş olacaklar. Peki, bizim tarımdaki durumumuz ne? Yani tarımdaki durumumuz bize bunu yapmayı mı söylüyor? Hayır, bunu söylemiyor. Yani bizim tarımdaki toplam durumumuz bize şunu söylüyor, başta da söylediğim o göç meselesiyle de bağlantılı bu: Yani bizim köylünün, küçük çiftçinin köyünde üretip yaşayabileceği koşulları sağlamakla karşı karşıyayız biz, bizim esasen görevimiz bu.
Şimdi, burada bakıyorsunuz, 2002 yılında kayıtlı çiftçi sayısı 2 milyon 588 bin iken 2021 yılında 416.918 çiftçinin üretimi terk etmesiyle kayıtlı çiftçi sayısı 2 milyon 171 bine düşmüş yani hızla çiftçi sayısı azalıyor. Tabii, bunlar TÜİK rakamları aynı zamanda, TÜİK'in yani devletin rakamlarından bahsediyorum. SGK verilerine göre sigortalı çiftçi sayısı 2008 yılında 1 milyon 127 bin iken bu sayı 2021 yılında 511.923'e düşüyor yani çiftçi sayısı hızla azalıyor. İnsanlar tarım yapamaz hâle gelmişler, yapanlar karnını doyuramaz hâle gelmişler ama biliyorsunuz ki dünya tarımının neredeyse yüzde 80'i küçük çiftçi tarımından ibarettir yani insanlığın tarımsal ihtiyaçlarını karşılayan o büyük tarımsal işletmeler değil, yüzde 80'i küçük çiftçi tarımından besleniyor ama biz tam tersine kimi destekliyoruz, desteklemeye çalışıyoruz? Küçük çiftçiyi zayıflatan, onları tümden tarımdan kopartan büyük OSB politikasını destekliyoruz. Dolayısıyla bunun da esas olarak derde derman bir düzenleme olmadığını düşünüyoruz, burada bir dikkat çekiyoruz. Yani hepimiz burada el kaldıracağız, bunları onaylayacağız. Yaptığımız şeyin farkına varalım yani yaptığımız şeyin halkla, doğayla, çevreyle değil, yine sermayeyle, şirketlerle ilgili bir durum olduğunu çok net olarak bilelim. Bu çağrıyı, bu uyarıyı burada bir kez daha yapmış olalım diye söylüyorum.
Dolayısıyla bu maddelerin tabii ki bizim Çevre Komisyonumuzun üzerinde çok özel tartışması gereken maddeler olduğunu düşünüyorum ve sonlandırıyorum.
Teşekkür ederim.