KOMİSYON KONUŞMASI

MUAZZEZ ORHAN IŞIK (Van) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Evet, -söz alan arkadaşlar da ifade etti- gerçekten çevre, içinde olduğumuz süreç açısından çok önemli bir konu ve ele alınması gereken ciddi bir konu ve aslında bu konularda acil de tedbir alınması gerekiyor. Dünya genelinde iklim krizi, kuraklık, aşırı iklim olayları bütün ülkelerin acil gündemlerinden biridir. Suyun, toprağın, havanın, denizlerin ve ormanların kirliliğe karşı korunması, tüm insanlığın ve hatta gelecek kuşakların yaşam hakkını ilgilendirdiği için bu sorumluluk da bizim üzerimizdedir. Küresel ısınma ve insan faaliyetleri ile ekolojik kırımın hızlanması sadece insanları değil, tüm canlı yaşamını da tehdit etmektedir. Bu nedenle, çevrenin korunmasına ilişkin alınması gereken tedbirlerin acilen artırılması dışındaki tüm seçenekler yaşamı yok etme girişimidir. Bugün yaşanan gıda krizini, temiz suya erişim sorununu, hava kirliliği nedeniyle ortaya çıkan sorunları ekolojik kırım politikalarından bağımsız göremeyiz; bu politikaların sonucudur bu yaşadıklarımız.

Bu kanun teklifinde de özetle, 1'inci maddesinde denizlerin kirletilmesi teşvik edilmekte bize göre; 2'nci maddesinde kıyı, kenar alanlarındaki doğa tahribatı yasallaştırılmakta; 3'üncü maddesinde tarım ilaçlarıyla doğal olmayan tarımsal faaliyet alanlarına yenisi eklenmektedir yani bir sonrakilere de yol açılmaktadır. Bu teklifte de doğayı korumak, mevcut ekolojik tahribatı yavaşlatmak ve gelecek kuşakların sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını korumak öncelik olmamıştır. İktidarın birçok yasasında her zaman gördüğümüz gibi, öncelik yine burada da açığa çıkıyor; iktidarın birinci önceliği her zaman rant ve sermaye yandaşlığı; bütün görüştüğümüz yasalara da yansımıştır. Teklifin 1'inci maddesinde daha büyük gemilere daha büyük yaptırım uygulandığı ve bu durumun orantısız olduğu ifade edilmektedir; bu ifade kendi içinde zaten bir çelişkidir, yapılması gereken, yaptırımların azaltılması ya da üst limit getirilmesi değildir, yaptırımların caydırıcı olması için gerekirse ilgili firmaların tüm faaliyetlerinin yasaklanmasına kadar varan tedbirler alınmalıdır ama iktidar AKP çevre sorununa da yine rant gözüyle baktığı için "Kirleten ödesin, çok abartmayın." mantığıyla yaklaşıyor.

Erzincan'da yaşanan siyanür sızıntısındaki tutum denizlerin kirletilmesinde de sergileniyor. Suyu ve toprağı siyanürle zehirleyen firma şimdi yeniden faaliyetlerine devam ediyor yani para cezaları gibi cezalar da sorunu çok çözmüyor. Sayın Bakan Yardımcım, kirletiyor olanlara nasıl bir haksızlık oluyor anlamadık açıkçası yani içindeki insan sayısı az diye haksızlık mı oluyor? Sonuçta kirletiyor; denizleri kirletiyorsa kirletiyordur, içinde mürettebat sayısının ne kadar olduğu, kirliliği açısından bir sorunu çözmüyor.

Kanun teklifinde olduğu gibi, birçok kanunda çevre ve ekoloji verileri kamuoyunun bilgisine sunulmuş değil. Neden böyle bir teklife gerek görülmüştür, 1'inci madde kapsamında kaç tane gemi mevcuttur, bu gemiler hangi tür kirliliklere yol açmış, kaç canlı türünün yaşamını tehdit etmiştir, bugüne kadar kaç defa ve ne kadar yaptırım uygulanmıştır, yaptırımlar neden orantısızdır? Bunlara dair bir bilgi de yok. Bu sorulara yanıt verilmeden söz konusu teklife dair olumlu anlamda bir söz kurmak da çok anlamlı değil açıkçası. İşlenmiş ya da işlenecek çevre katliamlarına davetiye çıkarmak anlamına gelen bu teklif yasadan çıkarılmalıdır. Yaptırımlar güncellenecekse kirletme durumunda büyük gemilerin lehine değil, aleyhine bir düzenleme yapılmalıdır. Denizler gemi veya gemicik sahibi rantiyelerin değil, tüm canlılarındır ve yaşam kaynaklarımızdır. Deniz kirliliğinin en önemli sebepleri, deniz kıyıları boyunca kurulmuş bulunan yerleşim merkezleri ve sanayi tesislerinden, hava yolu araçlarından, denizlerde kurulmuş bulunan platform, boru hatlarından ve bu teklifin yaptırımlarını azaltmayı teklif ettiği gemi ve deniz araçlarından meydana gelmektedir. Gemilerden kaynaklanan kirlenmeler her zaman kasıtlı veya bilgisizce yapılan kirletmeler değil, kazalar ve sabotajlar sonucu da gemilerden kaynaklı kirlenmeler yaşanmaktadır. Sebebi ne olursa olsun kirletmelere ve sorumlulara yönelik yaptırımlar azaltılamaz, tersine artırılmalıdır.

Teklifin 2'nci maddesinde ise bir ekolojik suç olan kıyıların doldurulmasının ötesine geçip bu alanların otopark yapılması teklif edilmektedir. Küresel iklim krizini araba kullanımını daha çok teşvik ederek ve otopark yaparak mı önleyeceğiz? Bunu anlamadık. Bu durum hem denizler hem iç sular ve göller etrafındaki kıyılarda yasa dışı yapılaşmayı teşvik etmektedir. Türkiye'nin tüm denizleri ve kıyıları zaten ekolojik kırım tehdidi altındadır. İktidar tedbir alması gerekirken yine rant uygulamalarının önünü açıyor.

Ege Denizi'ne Türkiye sahillerinden 7'si akarsu ağzı, 6'sı irili ufaklı evsel ve turistik yerleşim bölgesi, biri de endüstriyel yerleşim bölgesi olmak üzere toplam 15 noktadan atık su boşaltımı yapılıyor. İstanbul civarında bulunan 4.500-5.000 kadar endüstri kuruluşundan 350 bin metreküp civarında atık su deşarj ediliyor. Bu atık suların yüzde 50'si ise arıtılmadan Marmara Denizi'ne bırakılıyor. Marmara Denizi'nde yaşanan müsilaj sorunu iktidar için yeterince uyarıcı olmamış anlaşılan. Kentleşme, turizm, sanayi ve benzeri aktiviteler sonucu oluşan atıkların miktarı, bu faaliyetler sonucu doğal bitki örtüsünün değişmesi ve erozyonun ortaya çıkması, ayrıca tarımsal faaliyetler sonucu ortaya çıkan kirlilik Akdeniz'in de genel sorunudur. Akdeniz Bölgesi'nde ayrıca endüstriyel tarımın neden olduğu kirlilik bölgedeki suların ve Akdeniz'in kirlenmesinde temel bir etken hâline gelmiştir. Bu kanun teklifiyle öngörülen Adana Karataş ilçesindeki tarıma dayalı ihtisas bölgesi de söz konusu kirliliği artıracaktır. İktidarlar soruna ekolojik bir perspektifle yaklaşmadığı sürece bu sorunlar da çözülemez. Sorunları çözmenin tek yolu, ekolojik bir anlayışla yasal düzenlemeler yapmaktır. Bu durum sadece Türkiye için de değil, dünya genelindeki tüm iktidarlar için de geçerlidir. Kapitalizm doğayı, toplumu, insanı tehdit ediyor. Kapitalist iktidarlar da kapitalizme hizmet ediyor. Mevcut AKP-MHP iktidarının da bugün yaptığı budur, sadece kapitalizme hizmet eden uygulamalar, politikalar ortaya çıkıyor.

Yine, bu kanun teklifinin 4'üncü maddesinde getirilen teklifle büyükşehirlerin gelirlerinin artırılması teklif ediliyor. Ancak yasa yapmakla bazı şeylerin değişmediği de açığa çıkıyor bu düzenlemeyle. Doğal olarak köy olan kırsal ekonominin yaygın olduğu bu yerlere "mahalle" veya "kırsal mahalle" demiş olmamız bir şeyi değiştirmemiştir. Üzerinden on yıl geçmesine rağmen buralarda hâlâ altyapı yetersizlikleri devam ediyor. Büyükşehir sınırları içerisinde olup yolu, suyu, doğal gazı, kanalizasyonu, imarı, aydınlatması, çevre düzenlemesi sorunlu olan bu yerlere kapsamlı bir belediyecilik hizmeti sunulmalıdır ancak bunlar maalesef, iktidarın siyasi yaklaşımlarıyla birçok yerde yapılmadığı gibi, özellikle HDP belediyeleri, HDP seçmenlerinin olduğu yerlerde hiç yapılmamaktadır. Defalarca bunları her yerde söylememize rağmen, maalesef, yani bırakın hizmet götürmeyi dinleme zahmetinde bile bulunulmuyor. Bu teklifte belediye gelirlerini artırmaya yönelik öncelik verildiğini görüyoruz, hâlbuki önce hizmet götürülmelidir dedik, hizmet götürülmeden buradaki yurttaşlara yük olacak. Zaten tarımda, hayvancılıkta dışa bağımlı hâle geldiğimiz böylesi bir süreçte, tarımı bitirdiğiniz bu süreçte bu alanların yine insansızlaştırılması, boşalması anlamına da gelecektir bu uygulama.

Öte yandan, bir yasa teklifi sunulurken ilgili verilerle sunulmalıdır. Örneğin, kaç büyükşehir belediyesinde kaç kırsal mahalle var, bunların kaçında hangi indirim ve istisnalar uygulanmış ve bunun maddi karşılığı yıllar itibarıyla ne olmuştur, belediyeler bunlara hangi hizmetleri sunmuş, hangilerinin hangi takvimde sunulması hedeflenmektedir? Bu veriler olmadan ezbere düzenlemelerle bu çalışmaları yürütmemiz mümkün değildir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı zaten 15 Nisan 2021'de 31455 sayılı Yönetmelik'le bu alanlara ilişkin düzenleme yapmıştır. Bu kanunla teklif edilen durumdan farkı nedir? Yoksa önce yönetmelik çıkarıp sonra mı kanuni düzenleme yapıyorsunuz?

Kanun teklifinin 5'inci maddesinde il özel idareleri, 6'ncı maddesinde ise belediyelerin ilave borçlandırılmaları için borçlanma limitleri artırılıyor. Yapılması gereken, zaten borç yükü altında hareket edemez hâle gelen yerel yönetimlere yeni borçlanma imkânları sunmak değildir. Yerel yönetim bütçeleri için hem merkezî bütçeden ayrılan pay artırılabilir hem de merkezî bütçelere gelen bazı vergilerden yerel yönetimlere pay verilebilir. AKP iktidarı yerel seçimlere bir yıl kalmışken yangından mal kaçırma girişimlerini artıracak gibi görünüyor. Özellikle kayyum yönetimlerinin belediyeleri borçlandırdığını, belediyelere ait taşınmazları sattığını, başka kurum ve kuruluşlara devrettiğini, yandaş dernek ve vakıflara kaynak aktardığını, belediye bütçesiyle AKP mitinglerini ve seçim çalışmalarını finanse ettiğini biliyoruz. Daha geçen hafta Van kayyumunun marifetlerini Meclis kürsüsünden de dile getirdik; vurgunlarını, yolsuzluklarını, talanını, belediyeye ait bütün taşınmazların nasıl satıldığını ya da yandaş dernek ve vakıflara aktarıldığını anlattık. Dolayısıyla, bu borç yükü altında seçimler yaklaşıyorken özellikle kayyum belediyelerinin daha da belediyelerin borçlanmasını artırarak bir enkazı devretme... Biliyorsunuz, çünkü yerel seçimleri yine kazanamayacaksınız; bir enkaz bırakarak tekrar işlemez hâle getirme hedefleniyor çünkü belediyelerin çoğunu kaybettiniz, özellikle büyükşehir belediyelerini. Dolayısıyla, mantık, bu mantık. Yerel yönetimlere ilişkin ilave borçlanma, taşınmaz devri ve satımı işlemleri aslında derhâl durdurulmalıdır.

Son olarak, teklifin 8'inci maddesi "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" denilen rejimin nasıl hukuk dışı uygulandığını gösteren bir durumu da açığa çıkarıyor. Her şeyi Cumhurbaşkanı kararnamesiyle düzenlemeye kalkan bu rejimin yerel yönetimlerle ilgili bir hususu da düzenlediğini ve bunun Anayasa'ya aykırı bulunup yasayla düzenlenmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bu durum, sadece bu teklifte belirtilen idari vesayet düzenlemesi için de geçerli değildir. Yerel yönetimlere ilişkin kayyum atama işlemleri ve tüm kayyum uygulamaları Anayasa'nın 127'inci maddesine aykırıdır. Seçimle gelmeyip kanunen atanmaması gereken bu kayyumlar ülkede pamuk ipliğine bağlı yerel demokrasiye yönelik bir darbe girişimi olmuştur. Madem ki Anayasa madde 127'nin uygulanması gerekiyor, madde çok açık, şunu düzenliyor: Milletvekili genel veya ara seçimlerinden önceki veya sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahalli idarelere, organlarına veya bu organların üyelerine ilişkin genel veya ara seçimler milletvekili genel veya ara seçimleriyle birlikte yapılır. Madde "yapılır" diyor "yapılabilir" demiyor. Dolayısıyla, Anayasa gayet açık belirtiyor yani önümüzde 14 Mayısta yapılacağı söylenen seçimde kurulacak sandıkta yerel yönetimler sandığı da kurulmalı. Bu kayyum gaspı ve talanına da böylece son vermiş oluruz.

"Hukuksuzluğunuza kararname ve yönetmeliklerle kılıf uyduracağınıza Anayasa'yı uygulayın." diye tekrar buradan çağrı yapıyoruz. Siz Anayasa'yı uygulamasanız da önümüzdeki gelecek seçimde emin olun halk ihlal ettiğiniz tüm hukuk ve Anayasa maddelerinin uygulamasını size uygulayacaktır.

Teşekkür ediyorum.