| Komisyon Adı | : | ADALET KOMİSYONU |
| Konu | : | Afyonkarahisar Milletvekili İbrahim Yurdunuseven ve Tokat Milletvekili Mustafa Arslan ile 119 Milletvekilinin; İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/4997) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 6 |
| Tarih | : | 15 .03.2023 |
ZEYNEL EMRE (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, kıymetli baro başkanları, değerli hazırun; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
5'inci yıl oldu Adalet Komisyonunda, biz oldukça yoğun mesai harcadık hep birlikte, anlaşamadığımız birçok konu oldu. Tabii, burada bugün söyleyeceklerimi de bireysel almamanızı, kurumsal olarak bu eleştirileri almanızı isterim. Özellikle 6 Şubatta yaşadığımız depremden sonra şunu net olarak görmekte fayda var: Türkiye'de bundan sonra uzunca bir müddet ana gündem hep deprem olacak, depremden dolayı yaşanan acılar olacak, depremzedelerin problemleri olacak, hukuki soruşturmalar olacak, o güne giderken ki ihmaller olacak; o gün zamanında müdahale edilememesi nedeniyle insanların hayatını kaybetmesinden, yaralanmasından ötürü kusurlar konuşulacak ve bütün bunlar da en nihayetinde dönüp dolaşacak, hukukun konusu olacak. Dolayısıyla şunu, şu tespiti net olarak yapmakta fayda var: Adalet Komisyonu Türkiye Büyük Millet Meclisinin en önemli Komisyonlarından biridir. Şayet bu Komisyon yıllar içerisinde yapması gerekenleri yapsaydı belki bugün yaşanan acının bu büyüklükte olmasının önüne geçecek bazı düzenlemelerin altına imza atabilirdik. Nasıl mı? Şöyle: Şayet 2011 Van depreminden sonra gerekli yasal düzenlemeler yapılsa, gerekli denetim mekanizmaları çalıştırılsa Türkiye'de insanlara, müteahhitlere, yapı denetimcilere, belediye başkanlarına, bakanlara, Cumhurbaşkanına olası bir depremden ötürü can kaybı olduğunda, zarar meydana geldiğinde çok büyük zarar göreceğini, yaptırımla karşılaşacağını, siyaseten ve hukuken bunu gösterebilseydik belki başka bir boyutta bu depremi yaşardık. Belki Soma maden faciasından sonra yargı düzeni normal işleyişinde ilerleyebilseydi, öyle gelip de Yargıtayda 3 üyenin tekrardan değiştirilip itirazla cezaların kaldırılmasını yaşamasaydık, eğer biz Çorlu tren kazası sonrasında yaşanan hukuki sürece özen gösterseydik, biz Adalet Komisyonu olarak kıyamet koparsaydık, orada hayatını kaybeden insanların acılarına, feryatlarına, basın toplantılarına, Anayasa Mahkemesi önündeki o görüntülere belki bir caydırıcılık getirebilecektik.
Yine 2020 Elâzığ depremi... Bakın, peş peşe aslında bugüne geldiğimiz süreçte... Ben size şimdi bazı rakamlar, bazı açıklamalar vererek... "Depremin ne zaman olacağını bilmiyoruz." diyoruz ya, aslında biliyoruz, aslında bunu bilim insanları söylemiş, siyasetçiler uyarmış.
Bakın, bir tarihimize baktığımızda, tarihten bir örnek vererek bugüne gelmek istiyorum. Bizim tarihimizde yaşadığımız en büyük deprem 1939 Erzincan depremi 7,9 şiddetinde olmuş, o günkü resmî kayıtlara göre 32.962 kişi hayatını kaybetmiş, 100 binden fazla kişi yaralanmış. Merak ettik danışmanımla birlikte, acaba o günün Türkiye'sinde ne konuşulmuş, gazeteler ne yazmış o olaydan sonra ve Allah rahmet eylesin, bir bilim insanının o gün söylediği bir şey var; Profesör Hamit Nafiz Pamir 6 Ocak 1940 yılında Tan gazetesinde "Zelzeleye Karşı Ne Gibi Tedbirler Almalıyız" başlığıyla bir yazı yayınlıyor, özetle diyor ki: "Şehirler ve köyler tesis edilirken binaların kurulacakları yerlerin temel zeminlerinin mutlaka sağlam mahaller olarak intihap olunması -yani seçilmesi- lazımdır. Şimdi Erzincan'ı yine aynı yerde kurarken burada da sağlam olan ve olmayan toprakları seçmemiz lazımdır. Mademki bugün Türkiye'nin bir zelzele memleketi olduğunu biliyoruz, biz de diğer zelzele memleketlerinde olduğu gibi bir inşaat tipi seçmeliyiz çünkü zelzeleye mukavim inşaat tipleri vardır." Seksen üç yıl önce söylediği. Şimdi, bugüne gelelim: Bakın, sene 2020, üç yıl önce Profesör Doktor Naci Görür aynen şöyle diyor: "Kahramanmaraş'ın Türkoğlu yöresinde en son deprem 1513, sene 2020 yılı, anormal bir zaman geçmiş. Burada 1513'te 7,4 büyüklüğünde bir deprem olmuş. O zaman burası depreme gebe bir yer." Jeoloji Mühendisleri Odası 2 Mart 2021 tarihli "Fay Üzerinde Yaşayan Kentlerimiz: Kahramanmaraş Raporu-9" ne diyor özetle? Diyor ki: "Kahramanmaraş il merkezinin 10-11 kilometre kadar güneyinden geçen Doğu Anadolu Fay Hattı'nın Pazarcık ya da Türkoğlu segmenti -yer de veriyor; bakın, yer veriyor direkt- 1513 yılından bu yana yıkıcı deprem üretmemiş, 7,4 büyüklüğüne varacak bir deprem üretme kapasitesine sahip bir faydır. Türkiye'nin üzerinde deprem beklentisi olan önemli sismik boşluklarından biridir. Yine Türkoğlu ve Nurhak ilçe merkezleri -bakın, zararın bulunduğu yerleri işaret ediyor direkt- ile 40'a yakın eski köy statüsünde bulunan mahallesi ile bazı baraj ve gölet gibi tesisler doğrudan diri fay hatları veya zonları üzerine oturmaktadır." Daha da gelelim, yakın tarihe, bir siyasetçi depremden yüz seksen dört gün önce, İYİ Parti Kahramanmaraş İl Başkanı Ahmet Çabukel, 3 Ağustos 2022 tarihinde diyor ki: "Her gün daha da korkmaya başladık, Kahramanmaraşlılar olarak daha da paniklemeye başladık. Nasıl bir yol izleyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Yöneticilerimize sesleniyoruz. Deprem tam ayaklarımızın altında. 2011 yılından beri konuşulan, keşfedilen 2 fay hattı üzerinde 2 büyük deprem bekleniyor -sayısını da vermiş- uzmanlar bunu her platformda söylüyor. Beş yüz, altı yüz yıldır bu fay hattında deprem olmadı, çok fazla enerji birikti, 7 şiddetin üstünde deprem bekliyoruz, bilim insanları bunu söylüyor. Sayın valiye, büyükşehir belediye başkanına, AFAD bölge müdürümüze, her bir STK'ye sesleniyoruz: Kahramanmaraş depreme hazır değil, depreme hazır değiliz." Yani daha ne kadar söylenebilir ki bu? Yani ortada bir gerçek var, bu deprem gelecek.
Peki, ne yapmışız? Şimdi, Parlamentoda Hükûmetinizin, iktidarınızın bir geleneği var: Anayasa gereği milletvekillerine verilen bir hak var, on beş gün içerisinde bizim sorduğumuz soruları cevap vermekle yükümlü ama sorular zor olursa cevap vermiyor. Şimdi, ben diyorum ki: Biz ne yapmışız? Bunları bilmemize rağmen nasıl hazırlıklar yapmışız? Yasa gereği biz Cumhurbaşkanı Yardımcısına hitaben, Fuat Oktay'a hitaben yazabiliyoruz. Arkadaşlarımızla, danışmanlarla birlikte yine çalıştık, diyorum ki: Bakın, 99 depreminden sonra bir kanun kapsamında Türkiye'de "özel iletişim vergisi" başlığı adı altında depreme hazırlık amacıyla vergi toplanıyor; 99'da başlıyor, bugüne kadar. Bugüne kadar toplanan vergi 86 milyar TL; bunu Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının yıllık döviz kuru üzerinden çevirdik, 38 milyar dolar civarında bir para yapıyor; bunu da 50 bin dolardan hesaplarsak bina başına, 764 bin depreme dayanıklı binayı yapabilirmişiz. Şimdi, ne diyor Sayın Erdoğan: "Biz 11 ilde, bölgede 750 bin depreme dayanıklı bina yapacağız, artık sağlam evlerde oturacağız." Hâlbuki vatandaş parasını vermiş, vergisini vermiş, bu amaçla vermiş, yapmamışsınız. Ya, tarih itibarıyla ortada; bakın, süre de geçti, zaten cevap da vereceklerini düşünmüyorum ama bütün zor sorularda gördüğümüz şeyi burada da yaşıyoruz.
Şimdi, değerli arkadaşlar, burada, tabii, bu işin hukuki soruşturma kısmına ve yaşananlara gelince deprem sonrasında biz hepimiz bölgelere en yakın vasıtalarla nasıl gidebileceksek gittik, ulaştık. Ben depremin ertesi günü Hatay'da gördüğüm manzarayı şöyle ifade edebilirim: Kendimi bir bilim kurgu filminin içerisinde -yani bunun gerçek olabileceğine ihtimal vermiyor insan görünce- bütün binaların yıkıldığı, her yerden çığlık seslerinin yükseldiği, her yerde yardım feryatlarının bulunduğu, yardımın yok denecek kadar az olduğu bir ortam düşünün ve yollarda halıya serilmiş cesetler; öyle bir ortam. Dolayısıyla, şimdi, o güne gelinceye kadar, bu kadar uyarıya rağmen, yeterli önlem almadıktan sonra o gün orada müdahale etme kapasitesi bulunan bizim Türkiye'deki tek kurumumuz Türk Silahlı Kuvvetleri. Sayın Bakan açıkladı: "Depremde görev yapan askerî personel 7.000 civarında, 7.300 civarında." diye. Şimdi, biz araştırıyoruz. Biz gözümüzle gördüğümüz az sayıda asker arasında şunu da söyleyelim: Müdahale etmeye en elverişli yapı. Niye? Genç, eğitimli, bunun eğitimini almış; kurumsal olarak baktığınızda hızlıca sahra hastaneleri kurabilecek kapasitesi var, aşevleri kuracak kapasitesi var, güvenlik önlemi alacak kapasitesi var, değil mi? Yani akıl mantık almıyor. Bizim 2'nci Ordunun kapasitesi 120 bin, Diyarbakır Kolordunun 40 bin, Adana Kolordunun 40 bin; toplam 200 bin sadece o bölgede, hazır. Şimdi ben diyorum ki yine, yasayla konuşuyorum, siz de not alın, bilgi verin, millet dinlesin: 2013'te 5442 sayılı Yasa kapsamında, afetler durumunda askerin müdahale edebilmesini valinin yazılı emrine bağladınız. Hangi valinin yazılı emri oldu bu konuda? Varsa bunu kamuoyuna gösterebilir misiniz. Niye, niye yani? Bunun "niye"sinin bir izahatının yapılması lazım.
Şimdi, sürece giderken çok kere söyledik: Bazen kötü politika kazandırabilir ama büyük hasarlar bırakır diye. İmar barışı, imar affı ve onun sunuşuna da bakıyorsunuz.; işte çok katlı, kolon kesilmiş -ne bileyim- fazla imar olmuş; aslında işini düzgün yapmış müteahhit ile 4 katlı yapması gereken yere, 4 katlı yapmış müteahhit ile 6 kat, 7 kat yapmış müteahhit arasında haksız rekabet oluşturup o müteahhide kâr sağlayacak bir düzenleme getirerek... Orada, bakın, ne diyor? 2018'de çıkarılan imar affıyla ki 10 ilde toplam 294 bin kaçak yapı affedilmiş bu imar affıyla. Sayın Erdoğan diyor ki: "Devletten vatandaşa uzanan şefkat eli, çözüm yarışı, imar barışı. Devlet vatandaşıyla helalleşiyor. Binlerce vatandaşın sıkıntısını çözdük." Yani gelinen nokta açıkçası göz göre göre içler acısı bir durum.
Şimdi, değerli arkadaşlar, burada üzerinde durulması gereken bir başka durum da gerek AFAD'ın yapısı, gerek Kızılayın ortaya çıkan o skandalları; burada yetkililerin, hâlâ tek bir kişinin bile hesabını vermemesi, istifa etmemesi... Düşünün, tarihe baktığımızda, Osmanlı döneminde, 1867'de Hilali Ahmer Cemiyeti olarak kurulmuş Kızılayın, o zamanki kuruluş amacına baktığımızda ayrım yapmadan, tüm dünyada ihtiyacı olan herkese yardım etmek, gönüllülük esası; cumhuriyet kurulduktan sonra "Kızılay" adını alıyor ve uzunca bir süre gönüllülük esası... Bu kurumlar siz geldikten sonra âdeta sizin arpalığınız hâline geldi. Yüksek maaşlar, "huzur hakkı" adı altında birkaç yerden maaşlar, liyakatsiz kadroların gelişi... Toplamda 7 bin küsur görevli, AFAD görevlisi görev yapıyor; onun da bu ortamda, böyle bir olayda yardım edebilmesine, organize edebilmesine de imkân olmadığı görülüyor yani 3'üncü güne kadar o soğuk havada müdahale edilmezse sonuç bu.
Bakın, biz 2'nci ziyaretlerimizi Cumhuriyet Halk Partisi olarak kurduğumuz hukuk komisyonundaki 7 milletvekili arkadaşımızla birlikte o bölgelerdeki tüm başsavcılarımızla, baro başkanlarımızla, ildeki hukukçu arkadaşlarımızla toplantı yaparak soruşturmaların en azından adil, adaletli bir şekilde yürümesine müşahit etmek, gözlemek maksadıyla gittik, bir dizi görüşmeler yaptık. Bakın, tamamen objektif söyleyeceğim. Önce bir tespiti yapayım: Tabii, başsavcılar başta olmak üzere, tüm yargı personeli de depremzede yani yakınlarını, çalışma arkadaşlarını kaybetmişler yani birçoğu ölümün kıyısından dönmüş, dolayısıyla büyük travma yaşıyorlar; büyük bir hızla da reaksiyon göstermişler dışarıdan gelen savcılarla birlikte yani çok hızlı hareket etmeye gayret gösterdiklerini ben objektif bir şekilde söyleyeyim. Gördüğüm kadarıyla şayet müdahale edilmez ise -bunu da böyle not düşeyim- ben bu seferki soruşturmaların öncekilerden daha iyi olacağını düşünüyorum -yani seçim dönemi ve sonrasındaki muhtemel sonuçlarla birlikte bunu da biz sürekli gözleyeceğiz- şu ana kadar bütün binalardan karot örneği alınması, soruşturmaların hızlılığı açısından bilirkişiye gönderilmesi, bir gayret olduğunu görüyorum; umarım böyle gider. Barolar da aynı şekilde orada büyük bir mücadele ediyorlar yani amaç, yargının objektif bir şekilde işlemesi, en azından bu kısmının doğru bir şekilde yürümesi lazım. Aynı şekilde, bakın, parlamentoların temel görevlerinden biri de denetimdir; sadece yasa yapma değildir, anayasa gereği yasa yapım ve denetimdir. Bunun denetimini yapmamız lazım. Japonya'da 9,1 şiddetinde daha yeni deprem oldu mesela, görüntüsüne sosyal medyadan bakıyorum; apartmanlarında o yüksek katlarda oturup gülerek izliyorlar bir uçtan bir uca giderken. "Türkiye olarak bizim itibarımızı ne yükseltir?" dersek "İtibar, bir ülkenin vatandaşına vereceği değer ne?" dediğimizde öyle 1.150 odalı saraylar, yazlık kışlık saraylar, 13 uçaklı, 3 helikopterli filolar, büyük konvoylar falan değildir ya da Kızılayın 8 milyon dolar Amerika'daki bir vakfa gönderip de orada koca binalar yapması değildir. Burada böyle bir şiddette tek bir vatandaşımızın burnu kanamasa ve o vatandaşlarımıza en hızlı şekilde müdahale edebilirsek biz asıl o zaman dünyada muazzam itibar görürüz arkadaşlar, muazzam saygı görürüz. "İtibardan tasarruf edilmez." diyorsunuz ya, asıl burada harcanacak paradan tasarruf edilmemesi lazım. Bu konuyla ilgili arkadaşlarımız da çok değerlendirmede bulundu. Ben birkaç şey daha söyleyip kanun içeriğiyle ilgili maddelerden önce bir genel çerçeve çizip konuşmamı tamamlayacağım.
Hep birlikte takip edelim, kırk sekiz saat boyunca enkazlara müdahale edilememesinin hesabını soralım; o kurtarmada ses olan "tweet"lerin engellenmesinin çıkardığı sonuçların hesabını soralım; yıkılan binalarda imzası olanların hesabını soralım; liyakatsiz kadroların verdiği zararın hesabını soralım; borsada depremzedelerin soyulmasının hesabını soralım; çadırların bulunamamasının, donarak ölmelerin, bunların hepsinin hesabını soralım.
Bugün bir sel felaketi daha yaşadık. Ya, o kadar artık acı ve çarpıcı bir şey ki ev yapıyorsunuz, evlere imar çıkıyor; yapılmaması gereken yerlerde çadır kuruluyor, çadır kurulmaması gereken yerlerde çadırları su basıyor. Bugün Şanlıurfa'da Devlet Hastanesi su altında yani bunun nasıl planlaması yapılmaz? Bugünün dünyasında bunlar hesaplanamaz mı arkadaşlar? Yağmur yağıyor değil mi, yağmur yağıyor; yağmur yağdığında ne yapılacağı hesaplanamaz mı? Gece gündüz her türlü eleştiriye biz uğruyoruz; siyasal olarak onun ötesinde şeyler oluyor. Ben bir yıl boyunca çalışmaların bir kısmına katıldım. O mutabakat metninde de yer verdiğimiz bir şeyden bahsedeceğim size. Bakın, ne demişiz biliyor musunuz? Şu bizim 30 Ocak 2023'te, depremden altı gün önce açıkladığımız Ortak Politikalar Mutabakat Metni'mizin "Kentleşme ve Afet Yönetimi" bölümünde demişiz ki: "Şehircilik ve afet yönetimi bakanlığı kuracağız. Şehirlerimizi kısa vadeli kişisel rant ve menfaat odaklı değil, uzun vadeli planlayacağız. 'Kente karşı işlenen suçlar' kavramını hukuk sistemimize yerleştirmek üzere çalışma başlatacağız. Kentsel dönüşümü rant değil; çevre ve insan odaklı, afet risklerine karşı dayanıklılığı arttıran, kent kimliğini yok etmeyen, doğaya ve tarihe karşı saygılı, dezavantajlı ve engelli vatandaşlarımızı önceleyen bir anlayışla yürüteceğiz." Birçok madde yani işte AFAD'ın kuruluş statüsüne ilişkin, depreme hazırlığa ilişkin, DASK'ın afet türlerini kapsayacağına ilişkin yani ortak akılla, aslında kulak verildiğinde, politika geliştirildiğinde sorunlar tespit edilebiliyor böyle bir niyet olduğunda.
Şimdi, teklifin içeriğine baktığımızda da şunu görüyorum ben: Bu, yedinci yargı reformu olarak geliyor; avukatlarla ilgili de sık sık düzenlemeler geliyor. İşte, bir bakıyorsunuz, yeşil pasaportla başlıyor; baroların yapısı, onlarla ilgili düzenleme... Yalnız bir ortak nokta var, orada çok istikrarlısınız: Sizin bir kanun getirip böyle baroların desteklediği bir şeyi de ben daha hatırlamıyorum. Ya, bu baro başkanları, bu memleketin insanları, arkadaşlarımız; sizin de öyle, tanıdığınız kişiler, mesleği temsil ediyorlar; meslek kuruluşunun, üyelerin, avukatların taleplerini dile getiriyorlar. Her getirdiğinizde baro başkanları, Barolar Birliği karşı çıkıyorsa üzerinde bir durup düşünmeniz gerekmez mi? Binlerce avukatı temsil eden kurumlardan niye bu kadar biz ayrı bir şey yürütüyoruz? Burada da gelen teklifte de bakıyorum avukatlarla ilgili olan düzenlemelerde yine benzeri bir durum var; işte hacizlerle alakalı yapılan bir düzenleme var. Şimdi, faydalı olup olmamasından ziyade, aslında genel bir politik yaklaşım burada önemli. Niye Türkiye'de icra dosyalarında biz rekorlar kırıyoruz? Bakın, en son 2.500 TL'lik borçlara af gelmesinin etkisiyle -elektrik faturası borçlarına- baktım ne kadar azalmış diye, 24 milyondan 23 milyon 190 bin olmuş. Yani orada da böyle milyonlarca insanı kapsar gibi düşünüyorsunuz ama yeni dosya yağdığı için bunun çok bir tesiri olmuyor. Bireysel kredi kartı borçlarına bakıyorsunuz, 24 Şubat-3 Mart haftasında sadece 29 milyar daha artmış. Bütün rakamlara yani sizin itiraz edemeyeceğiniz kurumların açıkladığı rakamlara baktığınızda vatandaşın borcunun 1 trilyon 240 milyarı bireysel borç, borca boğulmuş durumda; takipteki borçlara bakıyorsunuz, öyle; TOKİ taksitli konut alımlarına bakıyorsunuz, öyle. Bireysel kredi kartına bakıyorsunuz... Risk Merkezinin verilerine göre Ocak 2023 itibarıyla 2 milyon 433 bin 791 kişi bankalara ve diğer finansal kuruluşlara... Ve bir o kadar da kredi kartı borcunu ödeyemediği için icraya verildikten sonra bu kuruluşların takibinde.
Değerli milletvekilleri, bakın, bizim amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek. Hep söyledik, burası teknik bir Komisyon yani siz de kulislerde sohbet ederken "Haklısınız." dediğiniz şeylere her neyse bir şekilde müdahale edemiyorsunuz.
Şimdi, Türkiye'de bir başka gerçeklik var, plansız üniversite açmanın... Türkiye, dünyanın en genç nüfuslarından biri, bu nüfusun etkin kullanımı Türkiye'nin kalkınmasına büyük katkı sağlar. Ama şimdi, hukuk fakültesi sayısı, hoca sayısı, ihtiyaca göre yetiştirme sayısı... Hani yılda 20 bin yeni stajyer mesleğe ilk adımını atıyor yani 174.533 olmuş kapasite. Buralardaki bu sayı, bu kadar hukuk fakültesi açılması yani bu yönetilebilir bir şey değil. Biz genç meslektaşlarımızın problemlerinin farkındayız, doğru, asgari ücretin altında dahi çalışmaya hazır pırıl pırıl birçok genç kardeşimiz var, çok büyük problem. Ama yani bu sorun böyle mi çözülür yoksa doğru bir planlamayla, mesleğe göre, ihtiyaca göre fakülte, ara eleman yetiştirme, bunun üzerine kafa patlamaya göre mi çözülür? Her ilde üniversite, tamam, olsun, kim buna itiraz eder ama ihtiyaç varsa, ihtiyaca göre, branşa göre.
Gelelim uyuşturucuyla ilgili kısımlara, Türkiye'de uyuşturucu kullanımına ilişkin sayısal verilere dikkat çekmek istiyorum. Bakın, "dogrulukpayi.com" internet sitesinden aldığımız veri, Emniyet Genel Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Dairesinin Ağustos 2022 tarihli "Metamfetamin Türkiye'de ve Dünyada Kullanımı" başlıklı raporu, Genel Başkanımız Sayın Kılıçdaroğlu da buna dikkat çekmişti. Muazzam bir artış var Türkiye'de yani rakamlara boğmak istemiyorum ama emsal olamayacak kadar, özellikle 15-24 yaş grubu arasında -ortalama kullanım 21 yaş- inanılmaz bir artış var ve 45 bin kişi üzerinde hani aile yaşantısına kadar anket yapılıp incelenmiş yani yüzde 80'i de ailesiyle yaşıyor -hani deseniz ki: "Aileyle yaşamıyor, acaba başka problemleri var vesaire falan."- belki büyük bir kısmının ailesi bilmiyor. Burada metamfetamin üretilen laboratuvarların varlığı da tabii, ilginç, bunu da not düşmek istiyorum; yüzde 84'ü Amerika'da bulunuyor, yüzde 6'sı Avrupa ve Asya'da, yüzde 3 oranında Okyanusya, binde 2 oranında Afrika takip ediyor. Yani burada tabii, birçok kez uluslararası kuruluşlar da ziyaret ediyor. Ama meselenin özünde, uyuşturucunun ham hâli bu denli zarar vermiyor, uyuşturucunun bildiğimiz anlamıyla işlenmiş hâli ve ortaya çıkan bu zararı veriyor. Bu uyuşturucunun üretilip dağıtılması, gönderilmesi bir tarafa, onun işlenmesine yönelik de muhakkak uluslararası politikalara katkı sağlamak lazım. Özetleyerek gidiyorum, velhasıl, bu tabloda bizim karnemiz çok kötü.
Maddelere ilişkin çok değerlendirme olacak, ben genel çerçeveyle söylüyorum ama geçen bütçe görüşmelerinde de hatırlarsınız, bir konunun altını çizmiştim. Şimdi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını eleştiriyorsunuz. Tamam, yargı kararları eleştirilebilir, yüksek mahkeme kararları da eleştirilir, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da eleştirilir ama uyulması lazım, Anayasa'nın 95'inci maddesi açık; uymuyorsunuz da. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yanlı olduğunu söylüyorsunuz ama ben şimdi çarpıcı bir şey söyleyeyim, başvuru sayısında biz 1'inciyiz, hani daha karar vermeden adamlar; kararı bir tarafa bırakın, başvuruda 1'inciyiz. AİHM'de sonuçlandırılmayı bekleyen başvuru sayısı 74 bin, bunların 45.500'ü Türkiye'den yapılmış yani bu sürekli de artıyor. Ve bu başvurunun bir de sonuçları var, tazminatlara hükmediliyor, tazminatlar ödüyoruz. Orada da mesela, 2021'den örnek vereyim, İnsan Hakları Dairesi Başkanlığında 49 milyon liralık ödenek ayrılmış "Tazminat ödeyeceğiz." diye. Toplam 1 milyar 52 milyon 817 bin ödemişiz, bunu başka kalemlerden aktarmışlar bütçede direkt şey olmasın diye. Bu yıl da bu kadar daha fazla artarak gideceğiz. Düşünün paramız nerelere gidiyor ülkede, hani her yıl milyarın üzerinde parayı mahkemelerin verdiği yanlış kararlar sonrasında AİHM'den tazminat olarak... Hem millet orada mağdur oluyor hem milletin vergisiyle bunları ödüyoruz, rakama bakın. Şimdi de buna bulduğunuz çözüm yama bence. "Biz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önünde ara bir komisyon kuralım, oradaki şeyi düşürelim, kendi içimizde biraz daha zaman geçirelim." Ee, sonuç? Yani sonuç bu mudur? Tazminat Komisyonu, Anayasa Mahkemesi bünyesinde kurulan.
Çocuk korumayla alakalı hükümler... Mesela, bunu da daha önce tartıştık, dedik ki: "Orada düzenleme gelirken çocuğa bir nesne muamelesi yapmadan bir bütüncül çalışalım, öyle kanun çıkaralım. Her seferinde ortaya çıkan duruma göre yeni ilaveler yapmayalım yani insanlar artık kanunları takip ederken zorlanıyor." Ama şu bir gerçek yani hâlâ bugünün Türkiyesinde biz 6 yaşında bir kız çocuğuna -yani insanın dili söylemeye varmıyor- 29 yaşında bir adam tarafından organize bir şekilde tecavüz edilmesine sebebiyet veren bir sistemin yaşanması, hâlâ bu varsa zaten sözün bittiği yerdir.
Dolayısıyla, maddelere ilişkin de söyleyecek çok şey var, sonra söyleriz, bunu konuşuruz. Konuşmamı ben böyle tamamlayacağım.
Ben son toplantımızı yaptığımız düşüncesindeyim, Adalet Komisyonuna başka da şey gelmez. 14 Mayısta gerçekleşecek seçimlerin ülkemiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum. Bugüne kadar hepinizle de ayrı ayrı ciddi mesai harcadık. Bütün bu eleştirilerimizi -dediğim gibi, hani beş yıl geçti, belki bundan sonra toplanmayacak ama- hem tarihe not düşmek hem yol gösterici olması bakımından yapıyoruz. Elbette ki mayıstan sonra biz bunu gerçekleştireceğiz, bu inancımız yüksek.
Hepinize teşekkür ediyorum.