| Komisyon Adı | : | DIŞİŞLERİ KOMİSYONU |
| Konu | : | Kuzey Atlantik Antlaşmasına Finlandiya Cumhuriyetinin Katılımına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi (2/5005) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 6 |
| Tarih | : | 23 .03.2023 |
KAMİL AYDIN (Erzurum) - Teşekkür ederim sevgili Başkanım.
Ben de sözlerime başlarken Sayın Bakan Yardımcımıza yeni görevinde üstün başarılar diliyorum ve bugün konuyla ilgili burada varlıklarıyla burayı şereflendiren bütün Bakanlıklardan gelen arkadaşlara da aynı şekilde. Yüce heyetinizin de ramazanını kutlayarak sözlerime başlamak istiyorum.
Evet, belki son toplantı olması hasebiyle hakikaten böylesine ağırlıklı olarak uluslararası ilişkiler bağlamlı meseleleri burada gündeme getirip tartışıyoruz. Aslında, tabii, bunu yaparken biraz siyasetüstü bakabilmeyi her zaman amaç ediniyoruz, çoğunlukla da yapıyoruz aslında ama inşallah bu böyle daha seviyeli bir şekilde devam eder.
Şimdi, görüşmekte olduğumuz gündemimizin 3 maddesinin kahir ekseriyetle ana merkezini Finlandiya'nın NATO'ya üyeliği kapsamaktadır. Şimdi, tabii, bunu söylerken herkes bir uluslararası ilişkiler ya da Türk diplomasisi sörfü yaptı kendince, bir retrospektif yöntemle şöyle geriye baktılar; "İyi." denildi, "Bazı şeyler eksik." denildi. Tabii, artık sadece diplomaside değil, bütün alanlarda sürekli bir değişkenlik, sürekli bir gelişim söz konusu. Yani fizik kurallarını konuşmak gerekirse sabit Dünya düşüncesinden kısmi dolaşan bir Dünya düşüncesine daha sonra Güneş'in devreye girmesi falan gibi. Yani Batlamyus'tan ta Einstein'a gelen bir süreç var. Sayın Ünal Bey bana baktı, anladı ne diyeceğimi; eski klasik kitaplardaki öyle ikili ve çoklu yöntem değil, diplomasinin de alanı artık o kadar çok genişledi ki inanın yani diplomasi sınır tanımıyor. Artık, biz takip etmekte zorlanıyoruz. Ya da ikili görüşmeler, toplu görüşmeler... Hayır, efendim yani bunların hepsini elbette ki dünden bugüne çok kıymetli diplomatlarımız yaptılar, görüştüler ettiler. Antalya Forumu'nda birkaç defa da bunu ifade ettik. Biz dedik ki: "İkili meseleleri öncelikle muhatapları çözmeye çalışsın." Elbette ki bu herkesin öncelikli olarak odaklanıp düşündüğü bir çözüm. Mesela, o zaman da söz konusu mesele Ermenistan-Azerbaycan meselesiydi. Ya, ikili çözülmeye çalışılsın, ta işte Birleşmiş Milletlere bağlı Güvenlik Konseyinin atadığı bir Minsk Grubuna havale edip ötelendirip otuz sene çözümsüzlüğü sürekli kılmanın bir amacı yok. 2 kişi bir araya gelsin. Olmadı mı? Bölgedeki diğer aktörleri... Çünkü daha yakın, daha vâkıf meseleye; Güney Kafkasya işin içine girsin, Türkiye'yi sokalım, Gürcistan'ı sokalım, Rusya işin içinde. Nitekim, dikkat ederseniz, zaten barış görüşmeleri de bir anda üçlü yapıldı ve eyleme dönüştürüldü. Birileri bundan rahatsız oldu. Kim? Yani bazen arkadaşların böyle kutsiyet kazandırmalarına, kutsamalarına da üzülüyorum yani bu kurumlar öyle çok kutsanacak, çok öyle bağımsız, ilkesel davranan kurumlar da değil, örnekler çok açık ve net. Yani NATO tipik bir örnek. Allah aşkına, ben bu AGİTPA'nın aynı zamanda Terörle Mücadele Alt Komisyonu Başkan Vekiliyim, bu soruları o alanlarda çok açık sorduğum için burada da hani hamaset olsun diye değil reel bir şey olarak, ayaklarımızı yere basarak konuşma anlamında söylüyorum. Mesela, bir imaj oluşturma açısından, bir İslami motifli bir terör organizasyonu ya da bir eylem anında şematik olarak, şap diye "İslami terör" diye yaftalanmıyor ama Christchurch'teki olayda adam süzme bir Hristiyan ve amacının da Müslümanları yok etmek olduğunu söylemesine rağmen ya da bugün Kudüs'te, İsrail'de yapılan şeylere baktığımızda, oradaki yeni atanan Bakanın çok açıkça ifadelerine rağmen biz dedik ki: Türk milleti olarak hiçbir zaman "Hristiyan terörü" demeye dilimiz varmadı çünkü bütün bir inanç sistemini suçlamaya götürüyorsunuz ya da bir "Yahudi terörü" böyle bir şey olmaz dedik. 11 Eylül olaylarını iyi hatırlıyoruz yani Allah aşkına, El Kaide'ye biz çıkıp da NATO üyesi olarak ya da Avrupa Karma Parlamenter Meclisi üyesi olarak ya da Birleşmiş Milletler de üye ülke olarak yani aklıma gelen bir sürü uluslararası yapıların üyesi olarak "Biz bir düşünelim, El Kaide Türkiye'de bir eylem yapmadı, Orta Doğu'da şuna buna şey yapmadı, Amerika'da bir saldırı düzenledi, Afganistan'da etkili bir yapısı var, biz 'terör örgütü' diyemeyiz." diyebildik mi; demeye cesaret dahi edemedik. Çünkü "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz" mantığıyla gerçekten biz ilkesel duruşumuzu hep sergiledik ama bunun karşılığında gerçekten fazla iyi niyet gösterisinde bulunulmadı bize. Hâlâ biz şunu tartışıyoruz: Efendim "İkili görüşülüp bunların talepleri edilebilirdi." Ben inanıyorum ki -burada İstihbaratımızı, Dışişlerimizi, İçişlerimizi temsilen arkadaşlar var, yanlış bir bilgi olursa lütfen düzeltsinler- defalarca bunlar talep edilmiştir, ilkeler arası anlaşmalar gereği de edilmiştir, topluca, güvenlik konsepti içerisindeki ilkeler bağlamında da iadesi talep edilmiştir. Benim bildiğim bir sürü örnek var ama hiçbir zaman olumlu cevap alınmamıştır, iadesi sağlanmamıştır. Ha, diyeceğiz ki: "Şimdi, efendim, sağlanılmadı, bunun yaptırımı ne?" Açık konuşayım, bu çok diplomatik bir şey değil ama yaptırımı da yok çünkü güç her şeyi manipüle ediyor. Eğer gücünüz Birleşmiş Milletlerdeki o 5 daimî üye kadar değilse çok da fazla uluslararası bir yaptırım... Hele hele Türkiye gibi farklılıkları daha ağırlıklı olan bir ülkenin ne Avrupa Birliği üyesi ülkelere ne NATO nezdindeki yapılara nüfuz edip bir kararı kendi lehine çıkarma ihtimali o kadar zayıf ki. Bunları bire bir yaşadık. Şimdi, efendim, YPG'ye, FETÖ'ye "terörist" dememiş bu ülkeler. Doğru. Peki, benim zoruma giden şu: Mesela bir anda şeytanın avukatlığını yapıyorum onlar da, İsveçli de bana diyor ki: "Ya, sizin ülkenizde siyaset de bunlara 'terör örgütü' demiyor. Diyorlar ki: 'Onlar öz savunma sağlıyorlar, YPG terörist mi, bize mi saldıracak?' Ben nasıl 'terörist' diyeyim? Ya da 'Eli kanlı terör örgütü.' diyorsunuz ona, bütün yapılar af istiyor, onun bir an önce özgürleşmesini istiyor. Bu nasıl çelişki, bu ne yaman çelişki? Bunu önce kendi aranızda halledin de öyle gelin." Şimdi, önce iğneyi kendimize batıracağız. Bizim bir kere bu tür meselelerde siyasetüstü duruş sergilememizde yarar var. Finlandiya'nın üyeliği... Ya, Allah aşkına, bugüne kadar böyle bir yetki kullanamadık, ikili müzakere yaptık, üçlü yaptık, bölgesel yaptık, işte, NATO'daki üyeliğimizin süresi belli, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisindeki üyeliğimizin süresi belli, kapının eşiğinde beklediğimiz süre belli; peki, başaramadık. Şimdi, bir NATO üyeliği kabul etme konusunda Türkiye -şöyle geriye doğru ben de bir okuma yaptım, hafızam sadece 1980 Kenan Evren'e kadar gitti, ondan öncesini çok hatırlamıyoruz- kayıtsız şartsız, "ama"sız, "fakat"sız ya da bizim o seçkin Dışişlerinin diplomatlarına hiçbir şey sorulmadan, NATO'nun emrettiği şekilde sorgusuz sualsiz "evet" dedik. Ya, ilk defa bir fırsat geçmiş elimize, ikilide kabul ettiremiyoruz, uluslararası formatta kabul ettiremiyoruz, Allah'tan, NATO'nun öyle bir yönetimde bir şartı var yani topluca, bir üye dahi itiraz ederse -aynen Avrupa Birliği üyeliğindeki kabul gibi- bu ne oluyor; tökezliyor. O zaman, ben bunu diplomatik kazanım adına niye kullanmayayım, bunu niye fırsata dönüştürmeyeyim? Çünkü elime bir fırsat geçmiş. Ben de diyorum ki: "Ey Finlandiya, Ey İsveç..." Efendim, bu böyle hoyrat ya da üslupsuz bir tavır değil. "Ey" demeyi de bilmek lazım, "nerede?" demeyi de bilmek lazım, zamanlamayı da iyi yapmak lazım. Ne oldu peki görüşmelerde? Biz de oradaydık, Madrid'deki şeyde, tıpış tıpış geldiler, görüşüldü, hiç dikkate alınmayan bir ülke olan Türkiye dinlenmeye başlandı. Ve yani özellikle silah ambargosu bağlamında hemen hızlı bir karar, Anayasal değişikliğe de hızlı bir adım atılması, efendim, kanunların değişiminde; ha, demek ki zor işi bozuyor. Şimdi, bunu bir fırsata dönüştürmek çok yerinde bir hareketti. Bunu yapmakta yarar vardı ve yaptık. Ha, eksik yaptık, fazla yaptık ama burada, bunu olmaması gereken bir şeymiş gibi, büyük bir diplomatik kusur, hata, U dönüşü... Ben şunu merak ediyorum: Bu U dönüşüne çok taktım kafayı yani U dönüşünün -aynı zamanda kavramsal, analitik düşünen de bir insanım, öğrettim de bunu yıllarca- karşıtı bence fikrî sabitlik ya; ne yapalım biz yani? Şimdi, o zaman Vestfalya Anlaşması'nı yok sayacağız yani birbiriyle mezhep savaşlarında kan döken bir Avrupa'nın bir araya gelmesini biz diplomatik olarak nasıl izah edeceğiz?
MUSTAFA CANBEY (Balıkesir) - "U dönüşü" olarak izah edeceğiz.
KAMİL AYDIN (Erzurum) - "U" da değil, "U+U+U" çünkü ya da Birinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletlerin oluşması, İkinci Dünya Savaşı sonrası, efendim, bir kömür çelik muhabbetiyle başlayıp bugünkü Avrupa Birliğine dönüşen sürece ne diyeceğiz? Yani 29 harfi koysak dönüş olur yani.
Şimdi, arkadaşlar, diplomaside "hayır"lar zaman zaman "belki"ye, "belki"ler "evet"e dönüşür ya da tam tersi seyreder. Yani ebet müddet bir düşmanlık mı? O zaman, Lord Palmerston'ı da rahmetle değil de lanetleyelim; sen nasıl dersin ya? "Uluslararası ilişkilerde, efendim, ebedi dostluklar, düşmanlıklar değil de çıkarlar söz konusu olur." Yani hakikaten böyle siyaset yapalım, tamam ama şurada bizim dış politikamızı, uluslararası menfaatimizi ilgilendiren bir meseleyi birazcık apolitik düşünelim, biraz dışarıda bırakalım. Tamam, bağcıyı döveceğiz, dövmeye niyetimiz var ama yanlış yerden vurmayalım yani. Yani grekoromen yapıyorsak öyle belden aşağı inmeyelim bu işe; bu çok önemli bir mesele.
Ben, Ünal Bey'e katılıyorum. "Evet" diyeceğiz, bunu destekleyeceğiz; ülke adına büyük bir kazanım. Ha, İsveç de haddini bilir, gerçekten taleplerimizi yerine getirirse; hayhay. Yani biz bu kozu kullanacağız, NATO "untouchable" bir makam değil. NATO'nun bize hangi çoraplar ördüğünü de çok iyi biliyoruz. Şimdi, "15 Temmuzu niye kabul etmedi?" E, hâlâ "tiyatro" diyen... Maalesef, içeride kabul ettiremedik ki dışarıda kabul ettirelim. Dolayısıyla, bizim terörle ilgili mücadelede, özellikle uluslararası meseleler söz konusu olduğunda gerçekten tek vücut, topyekûn bir düşünce tarzıyla hareket etmemiz lazım.
Ben de biraz üslupsuz ve hoyrat konuştuysam özür dilerim.
BAŞKAN AKİF ÇAĞATAY KILIÇ - Estağfurullah.
KAMİL AYDIN (Erzurum) - Bu vesileyle, -bu bir veda konuşması olarak da algılanabilir; beni Ünal Bey çünkü provoke etti, biraz da onun gazına geldim- ben herkesi saygıyla, hürmetle selamlıyorum. Güzel hizmetlerde, güzel yıllarda inşallah yeniden bir araya gelir, görüşürüz.
Size de çok büyük başarılar diliyorum.
Teşekkür ediyorum.