KOMİSYON KONUŞMASI

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, değerli hazırun; herkesi saygıyla selamlıyorum.

Evet, ismimiz değişti, "HEDEP" oldu. Dün de burada, kalkınma planında, demokrasi ve kalkınma arasındaki ilişki biraz ayrıntılı konuşuldu, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı da bu konuda hassasiyetini dile getiren bir konuşma yaptı. Ama bizim ismimizin değişmesi aslında bu konuyla nasıl bir ters korelasyon oluşturduğunu bize gösteriyor çünkü ismimizi değiştirmemize neden olan gelişmeler kapatma davasıyla ilişkili bir şey ve sizin iktidarınız döneminde partimize kapatma davası açıldı. Dolayısıyla "demokrasi" dediğimiz meselenin ne kadar önemli...

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Bize de açıldı.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Efendim?

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Bize de açıldı efendim.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Evet, maalesef maalesef... Ders çıkarmamış olmanız da ayrı bir sorun. Dolayısıyla...

(Uğultular)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Temelli, bir müsaade eder misiniz.

Değerli arkadaşlar, bir uğultu var salonda, lütfen bu uğultuyu bitirelim. Herhangi bir görüş alışverişinde bulunacak olan arkadaşlarımızı salon dışında bu görüşmelerini yapmaya davet ediyorum. Sükûnetle müzakereleri dinleyeceğiz.

Teşekkür ediyorum ilgi, alakanız için.

Sayın Temelli, bu süre kaybını da ilave edeceğim.

Buyurun lütfen.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Teşekkür ederim Başkan.

Dolayısıyla, bu, çok çok önemli bir gösterge. İsmail Bey de belirtti yani sizinle ilgili de defalarca kapatma davası açılmış bir gelenekten geliyorsunuz. Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri aslında demokrasi sorunu. Türkiye demokrasisi maalesef kusurlu bir demokrasi, bu kusuru ortadan kaldırmanın yolu gerçek anlamda toplumsal mutabakata bağlı demokratik bir anayasa ve buna bağlı olarak Siyasi Partiler Yasası'ndaki değişiklikler, buna bağlı olarak Türkiye'deki ceza kanunlarında yapılması gereken değişiklikler. Yani "demokrasi" dediğiniz sadece ekonomik göstergelerle tarif edebileceğimiz bir şey değil, olamaz da zaten. Dolayısıyla parti kapatma davası gibi bir davanın yürürlükte olduğu bir ülkede ne kadar kalkınırsanız kalkının, aslında bunun bir karşılığının, toplumsal cenahta bir karşılığının olmayacağı bir gerçeklik, nitekim de olmuyor. Nede karşılığı oluyor? Oligarşik bir yapıda karşılığı oluyor. Dolayısıyla, Türkiye'yi bugün değerlendirdiğimizde nasıl bir oligark anlayışla yönetildiği konusunda neredeyse herkes hemfikir fakat burada demokrasi konusunda olumlu gelişmelerden bahsedebiliyor muyuz? Maalesef, bahsedemiyoruz. Kapatma davası belki de meselenin en uç noktası. Öyle davalar var ki Türkiye'de, bu davalar bile aslında yargının ne kadar siyasallaştığını gösteriyor. Oysa "demokrasi" dediğimiz meseledeki belki de en belirleyici unsurlardan biri o ülkenin ne kadar hukuk devleti olup olmadığıyla ölçülüyor. Mesela, Türkiye'de bu konuda, yargı reformu konusunu defalarca önümüze getirmenize rağmen gerçek anlamda yargıda bir değişim dönüşümü sağlayamamanın etkilerini de hep birlikte yaşıyoruz; bu ister istemez ekonomik kararlar üzerinde etkili oluyor, bu ister istemez ekonomideki sorunları aşamamamıza neden oluyor, bu ister istemez krizler içinde sıkışıp kalmamıza neden oluyor. Şimdi, burada, kalkınma planıyla ilgili konuşmaya başladığımızda "Neden sağlıklı, güçlü, önemli bir kalkınma planı yazamıyoruz ya da yapamıyoruz?"un karşılığını da tam da buralarda aramak gerekiyor.

Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız; şimdi, baktığımızda meseleye kalkınma planı genel anlamıyla hep temennilerden oluşmuş, hayalî rakamlar va, 2053 gibi bir projeksiyon var fakat biz üç aylık projeksiyonlar bile, üç aylık kestirimler bile üretemiyoruz. Sizin bu planı yazmaya başladığınızdaki ekonomik göstergeler ile şu planın burada görüşmeye başladığımız süre zarfındaki gelişmeler bile olabildiğince dramatik. Bunun nedeni her şeyden önce toplumsal mutabakat, toplumsal uzlaşma dediğimiz, belki de demokrasinin tabanını oluşturacak gelişmelerdeki çatışmalar. Türkiye, toplumsal barışını kaybetmiş durumda; Türkiye, toplumsal barışını yakalamadan bizim hiçbir iktisadi krizi çözme şansımız yok. Bunu deneyimledik, bunu sizden önce de deneyimledik, sizin döneminizde de deneyimledik. Toplumsal barışa hizmet ettiğimiz zamanlardaki ekonomik gelişmelere bakın, toplumsal barıştan uzaklaştığımızda çatışma ortamının yükseldiği, gerilimlerin yükseldiği dönemdeki ekonomik göstergelere bakın; bu tabloları karşılaştırdığınızda zaten ne demek istediğimiz çok net ortaya çıkacak.

Bakın, bugün, yargı bu denli siyasallaştığında... Dönüp baktığımızda -biz işte kapatma davasından bahsettik ama- şu anda, Sincanda bir Kobani davası sürüyor ve yine kamuoyunda ve uluslararası kamuoyunda çok tartışılan bir Gezi kararı var; yine, buna benzer onlarca dava söz konusu, demokrasiyle, hukuk devletiyle bağdaşmayan istisna hâlleri bizim önümüze çıkaran onlarca durumlar söz konusu.

Şimdi, bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, her şeyi ekonominin içine sıkıştırıp ama orada da amaçlanan hedeflerin bir türlü gerçekleşmemesine hayretle dönüp bakmak çok da anlamlı değil, nitekim de öyle oluyor. Kalkınma planı bizim önümüze hangi temennileri koyarsa koysun yaşadığımız gerçeklik bunun çok çok farklı olduğunu her gün, her sabah bize gösteriyor. Bugün, ekonomideki gelişmelerle ilgili dünkü sunumunuzda yine özellikle sizi çok dikkatli dinledim ve özellikle altını çizdiğiniz bir konu vardı, dediniz ki: "Hedeflerimize ulaşamadık." Çünkü bunun küresel boyuttaki gelişmelerden çok çok etkilendiğini dile getirdiniz, uluslararası ölçekteki olumsuz gelişmeleri dile getirdiniz. Evet, olumsuz birçok gelişme yaşandı. Örneğin, biz 2013-2014 yılları orta vadeli programlarına ve kalkınma planlarına baktığımızda, cumhuriyetin 100'üncü yılına dair -işte, 100'üncü yılını tamamlayacak 2023'te, yeni bir yüzyıl başlayacak- o güne dair hedefleri ortaya koyduğunuzda bu hedefler ile bugünkü arasındaki sapma acaba uluslararası gelişmelerle açıklanabilir mi? 25 bin dolar hedefiyle gerçekleşen 10 bin dolar meselesi...

Uluslararası alandaki gelişmeler... Evet, birçok mesele oldu, pandemi oldu, küresel kriz oldu; kapitalizme içkin şeyler zaten bunlar yani -pandemi değil ama- küresel kapitalizmin krizi; her sekiz yılda bir kendi döngüsü var zaten, sekiz-on yıllık periyotlarda bu krizlerle karşılaşırsınız. Kaldı ki siz antikapitalist bir parti değilsiniz; kapitalizmin içindeki, kapitalizme hizmet eden bir partisiniz. Dolayısıyla kapitalizmin krizleriyle mücadele etmeyi de öğrenmeniz gerekiyor; kapitalizmin krizlerinden yakınamazsınız. Ama biz antikapitalist bir parti olarak diyoruz ki bu krizler zaten sisteme içkin şeyler, karşınıza gelecek ve bu yüzden zaten siz de sürekli olarak "makroekonomik istikrar" diyorsunuz. Makroekonomik istikrar meselesi başka bir şey, kapitalizmin bu derin krizleri başka bir şey.

Şimdi, orada pandemi olsun, çatışma ortamı olsun, küresel kapitalizmin birçok sorunu olsun, son dönemde yaşanan işte Ukrayna savaşı olsun, hele hele bugünlerde yaşadığımız, büyük bir felaket olarak aslında görmemiz gereken Filistin meselesi olsun, Rojava ve Kuzey Irak'taki, Başur'daki gelişmeler olsun, bütün bunlar aslında ekonomideki olumsuzluklara neden olarak gösterilebileceği gibi, sizin yaratmış olduğunuz etkilerin de içinde olduğu bir durum. Dolayısıyla, siz iktidar olarak çatışmadan kaçan bir iktidar değilsiniz ki, savaştan kaçan bir iktidar değilsiniz ki, tam tersine bundan ekonomik büyüme tasarlayan bir iktidarsınız. Dolayısıyla, bugün silah sanayisi üzerinden bir büyüme hikâyesi, senaryosu bize anlatıyorsunuz ve kalkınma planında da bunu önceliyorsunuz. Askerî sınai konsept üzerinden bir gelişme anlayışınız var sizin. Dolayısıyla, demokrasi, barış, huzur bir tarafta; giderek askerî sınai konsepte bağlı olarak bir senaryonun karşımıza çıktığı durum öteki tarafta. Yani bahane olarak söylediğiniz, krizin nedeni olarak gösterdiğiniz şeyler bizzat beslediğiniz şeyler.

Toplumsal barış, barış, huzur ortamı hem Türkiye için hem Orta Doğu için bizzat Türkiye'nin yaratabileceği unsurlar, Türkiye'nin domine edebileceği, Türkiye'nin öncülük yapabileceği meseleler oysa biz bundan kaçıyoruz; tam tersine yangına benzin dökme hevesiyle hareket ediyoruz. Bugün Dışişleri Bakanının açıklamaları bunu fazlasıyla yansıtıyor. Dolayısıyla da dönüp baktığımızda bizim karşı karşıya olduğumuz sorun, evet, bir demokrasi sorunudur; evet, bir barış sorunudur ama bunların çözümü bu türden planlamalardan, bu türden ekonomik yaklaşımlardan geçmiyor. Tam tersine, ekonomideki bu içine sürüklendiğimiz meselelerin nedeni tam da bizim demokrasi ve barış konusundaki yaklaşımlarımızdan kaynaklanıyor. Bunların arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kuramazsak bizim küresel ekonomideki gelişmelerden ya da küresel dünyadaki gelişmelerden olumsuz etkilendiğimizi söylemek çok da anlamlı olmaz çünkü bu olumsuzluğu bir yerde biz -hani deyim yerindeyse- yaratıyoruz.

Kaldı ki -bu ayrışmalar yani- hedefler ve ayrışma arasındaki ilişki çok da sizin dile getirdiğiniz gibi değil. Baktığımızda... Kırılgan ekonomiler beşlisine bakın, gelişmekte olan ülke performanslarına bakın, bütün bunları değerlendirirken işsizlik, enflasyon, makroekonomik, bütün göstergeleri yan yana koyun hani "Bu kadar mı ayrışma olur?" meselesiyle karşı karşıya kalırsınız.

Kapitalizm, OECD ülkeleri ortalaması açısından da değerlendirildiğinde, Avrupa Birliği ülkeleri açısından da değerlendirildiğinde, G20 hesapları açısından da değerlendirildiğinde, bütün bu tablolar, bize, bu denli ayrışmayı ortaya çıkaracak bir gerçekliğin söz konusu olmadığını gösterir. Bunları aslında, bir yerde, işin saklanmasına yönelik, üstünün örtülmesine yönelik yaklaşımlar olarak değerlendiriyorum.

İkincisi, planlama. Gerçekten önemli bir planlama geleneğimiz var bizim. Devlet Planlama Teşkilatı geleneğini herkes çok iyi biliyor, çok çok önemli bir yapı bence. Bunun yaşatılmıyor olması ayrı bir sorun. O özerk karakteriyle Devlet Planlama Teşkilatının hayatta olmasını her zaman savunageldik. Zaten Türkiye'de belki de en netameli konulardan biri bu özerklik tartışması. Özerklik iyi bir şey. Siz özerkliği duyunca hep irkiliyorsunuz çünkü tekçi, vesayetçi anlayışla yaklaşıyorsunuz siyasete. Oysa Türkiye demokrasisinin gelişimi yapılarının özerkliğiyle çok çok bağlantılı. Örneğin, Sosyal Güvenlik Kurumu... Sosyal Güvenlik Kurumu meselesinde de aynı şeyi görürsünüz. Sosyal Güvenlik Kurumu özerkliğini yitirdiği ölçüde krizlere sürüklendi ve Türkiye krizine katkı sağlıyor şu anda, krizi derinleştiriyor çünkü çok ciddi bir sosyal güvenlik açığı var. Aynı şeyi başka kurumlarda da görmeniz mümkün. Örneğin, sizin döneminizde bağımsız denetleyici kurumlar oluşturdunuz, mesela bunların da işlevsel olmamasının nedeni belki de yeterince özerk olmamalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla, planlama gerçekten kıymetli bir şey fakat sizin atalarınızdan olan Anavatan Partisi bu planlama anlayışını biraz sulandırdı -çok affedersiniz ama- gerçekten sulandırdı. "Plan mı, pilav mı?"... Anavatan döneminde gündeme gelen tartışmalar... "Plan mı, pilav mı?" Dolayısıyla...

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Başka bir yerden geliyor.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Efendim?

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - "Anavatan Partisi atalarınız..." deyince...

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Yani, sağ gelenek anlamında söyledim.

CUMHURBAŞKANI YARDIMCISI CEVDET YILMAZ - Sayın Demirel'in sözüydü.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Evet.

Oradan gelen bir gelenek var ve o dönemden başlayarak... Hatta o dönemde kamuoyunda şöyle esprili tartışmalar da oldu: İşte "Demir yolu niye yapalım kardeşim? Demir yolu komünistlere ait bir şey, istediğiniz yerde inemezsiniz, o yüzden kara yolu yapalım." diye. Oysa sizin döneminizde de demir yolları epey yapılıyor. Önemli bir şey, demir yolu yapmak lazım, bunun sosyalist sistemle ya da kapitalist sistemle bir alakası yok ama bütün bunlar planlama anlayışına yönelik saldırılardı. Dolayısıyla ne oldu? Biz plan yapamamaya başladık. "Plan" diye önümüze koyduğunuz metinler aslında sağlıklı bir planlama çalışması değil, rakamlar da bunu gösteriyor. Ben ilk günkü konuşmada da, usul üzerine konuşmamda da söyledim; planlama çalışmalarını ciddiye almamız lazım bizim. Çünkü bu, iktidarlarla ya da o anki konjonktürel siyasi gelişmelerle alakalı bir şey değil ki, bir ülkenin sürekliliğine, gelişmesine bağlı konuştuğumuz bir mesele. Beş yıllık planları uç uca eklediğinizde genel bir trendden bahsediyoruz. Çok çok büyük dönüşümler olmadığı sürece de bu planlar, aslında, belki de en önemli yol göstericiler oluyor. Fakat baktığımızda hazırlamış olduğunuz planda bu ciddiyeti görmek mümkün değil. Bir kere öyle ilginç meseleler var ki... Bir tanesi, rakamların -belki de- uyumlu, sağlıklı okunabilmesi ve sonuçların çıkarılabilmesine yarayacak şekilde sunulması gerekirken çok keyfî bir anlayışla yapılmış olması. Mesela, planın bütününe baktığınızda, bütün alt başlıklarına baktığınızda, bunları bir masa üzerinde haritalandırdığınızda inanılmaz çelişkileri içinde barındırıyor. Bir yanıyla dijital teknolojik devrimden bahsediyorsunuz, bir yanıyla Endüstri 3.0 odaklı bir plan hazırlamışsınız. Şimdi, "sanayileşme" dediğiniz meselenin, yeni sanayi anlaşmasının, artık, Endüstri 4.0, hatta Endüstri 5.0'ın konuşulduğu bir dünyada biz imalat sektörüne öyle ağırlık vermişiz ki artık, o imalat sektörü, o imalat sektörü olmayacak. Hele önümüzdeki beş yılda yapay zekâdaki ve diğer alanlardaki gelişmeler sizin bu planınızı çok çok boşa düşürecek şeyler.

Bir başka unsur, mesela, yeşil dönüşüm meselesi. Şimdi, bu "yeşil dönüşüm" dediğimiz, bu anlamda yaklaşımların da dünyadaki gelişmelerine baktığımızda burada zikredildiği gibi değil. Yani şöyle olmuş: "Her şeyden bir şey koyalım fakat -bu koyduklarımız açısından- bir genel planlamanın alt programları olarak mı bunları koyuyoruz, yoksa biz, işte güzel bir tablo ortaya koyalım ama bunların birbiriyle ilişkisi yok -deyim yerindeyse- göz boyayalım gitsin." mi?

Bir başka mesele satın alma gücü paritesi. Şimdi, satın alma gücü paritesi 1958'lerde çalışılmaya başlandı ama popüler olması neoliberal dönemle birlikte oldu. Çünkü neoliberal kapitalizm özellikle gelişmekte olan ülkelere bunu çok güzel pazarladı. Satın alma gücü paritesi "Bakın, siz o kadar yoksul değilsiniz aslında; bakın, biz, sizi o kadar fazla sömürmüyoruz aslında." denen bir hikâyedir ve 1980'lerde, özellikle de 1980'lerin sonunda filan akademiye de girdi bu konu ve bu konuda da bir sürü araştırma yapıldı. Satın alma gücü paritesiyle ekonomik planlama yapılmaz, reel değerler üzerinden yapılır. Dolayısıyla siz planda satın alma gücü paritesi üzerinden bize bir sunum yaptınız ve Türkiye'ye şunu söylediniz: "Kişi başına gelir 41 bin dolar." Yok böyle bir şey, bu başka bir şey; bu, Amerika'da markete girdiğinizde sepeti doldurmakla, Türkiye'de markete girdiğinizde sepeti doldurmakla alakalı bir şey ve o sepet kimin kolunda, kim alışveriş yapıyor, o ülkenin sınıfsal yapısı, o ülkedeki gelir dağılımı ölçüleri, o ülkede servet dağılımı ölçüleri, bunun gibi birçok faktörü göz ardı eder; özellikle eder çünkü kapitalizm budur, sınıflı toplum diye bir anlayışı yoktur, burjuva anlayışını bütün topluma dayatan bir anlayıştır ve onun için insanların gelir düzeyi, onun için insanların öznel durumlarının hiçbir katkısı söz konusu değildir. Dolayısıyla ne yapar? Satın alma gücü paritesiyle "Bak, sen de bu sepeti alabilirsin." anlayışını bize sunar ama bu, tüketimle ilgili bir şey. Zaten buna baktığımızda çok dar bir alanı kapsar.

Aslolan ekonomide reel gelişmelerdir yani bir planlama satın alma gücü paritesiyle yapılamaz, bunun üzerinden konuşulamaz, reel değerleri konuşmamız lazım. Reel değerler olarak baktığımızda da bizim yerimiz belli. Biz, şu anda kimine göre 19'uncu ülke, kimine göre 21'inci ülkeyiz ve önümüzdeki beş yılda satın alma gücü paritesine göre neredeyse ilk 10'a gireceğiz. Ama bu planlamayla önümüzdeki beş yılda her şey yolunda giderse 18'inci ülke oluruz, her şey yolunda gitmezse 22'nci ülke oluruz dolayısıyla bu aralıkta salınıyoruz. Kaldı ki bu ülke sıralamalarında bizim 18'inci, 19'uncu ülke olmamızın çok çok bir önemi yok. Neden yok? Çünkü biz, Türkiye'deki yaşam standartlarına baktığımızda, sosyal hayata baktığımızda bizim önümüzdeki ülkelerin sosyal hayatı, yaşam standartları ile bizim sosyal hayatımız çok birbirine yakın değil, hatta arada önemli farklar var ama rakamlar başka bir şey ifade ediyor. Ne yapıyor? Gayrisafi yurt içi hasılayı nüfusa bölüyor. Peki, o nüfusa böldüğünüzde herkesi eşit mi almamız gerekiyor? Hayır. Türkiye'deki en önemli sorun -satın alma gücü paritesini filan bir kenara bırakarak- planlamanın belki de merkezine oturması gereken sorun gelir dağılımı meselesi olmalıydı; kalkınma, büyüme değil.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Buyurun.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Her büyüme iyi bir şey değildir. "İlla ki büyüyelim." demek önemli bir şey değildir. Öyle olsaydı en sağlıklı insanlar obez insanlar olurdu, obezite sağlık göstergesi olurdu. Hayır, nasıl büyüdüğünüz önemli. Toplumsal barışı sağlayan bir yerden mi, demokrasiyi güçlendiren bir yerden mi, sosyal yaşamda herkesin yaşam kalitesini yükselten bir yerden mi, yoksullukla mücadele eden bir yerden mi, hayat pahalılığını, zamları önleyen, insanların sağlıklı besleneceği bir yerden mi büyüyoruz biz? Hayır. Büyüyoruz... Geçmişte büyüme rakamları, büyüme performansı kötü değil -büyümüşsünüz, evet, bu bir gerçek- büyümüşsünüz ama insanlar aç, Türkiye'de açlık var, Türkiye'de gıda, beslenme sorunu var.

Türkiye tarımı önemli. İşte baktığınızda gerçekten Türkiye'de tarımsal gelişmeler istendiği gibi olsaydı, bugün Türkiye'de açlık olmayacağı gibi dünya açısından da bir belki de gıda sorununun çözülmesine katkı yapabilecek önemli bir ülke olacaktı. Oysa çok basit, bugün Türkiye'nin çok verimli ovalarını gezseniz tarımın ne kadar felaket bir tablo sergilediğini görürsünüz; işte Muş Ovası -gidip bakabilirsiniz, bu kadar mı verimsiz olur bir ova, oysa muhteşem bir ova- ya da diğer ovalarımız. Biz neden tarımda yeterince gelişmeyi sağlayamıyoruz? Çünkü bizim odağımıza koyduğumuz mesele ile toplumun beklentileri arasında çok ciddi bir fark var. Büyüme, kim için büyüme? Büyüme, ne için büyüme? Büyüme, karşılığında çıkardığı sonuçlar itibarıyla neye hizmet etmiş, neye yaramış? Türkiye'de ne büyüyor? Türkiye'de finansal sektörün kârları büyüyor. Finansal sektörün sürekli bunun...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Tamamlıyorum.

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Temelli, ilave bir kez daha süre veriyorum size, tamamlayın lütfen sözlerinizi.

Buyurun lütfen.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Finansal sektörün kârlarının istikrarlı büyümesi uğruna bir istikrar programı karşımıza çıkıyor. Şimdi kalkınma planına bağlı orta vadeli program, bütçede aynı şeyi konuşacağız, aynı şeyleri belki tekrar da edeceğiz ama tablo budur. Kârlar büyüyor, evet; müteahhitler büyüyor, rezidanslar büyüyor, lüks arabalar büyüyor bu ülkeye baktığınızda. Bütün bunlarda büyüme var çünkü büyüme bunlara hizmet ediyor. İHA, SİHA sayısı artıyor; savaş sanayisi büyüyor fakat sofralar büyümüyor. Açlık, gıda sorunu...

Çocuklarla ilgili bölüm var. Çocukların durumuna baktığımızda Türkiye'de gerçekten çocuk yoksulluğu şu anda çok dramatik bir boyutta. Kadınlarla ilgili yazdığımız meseleler var. Dönüp baktığımızda kadın yoksulluğu dramatik bir boyutta. Bütün bunları görmediğimiz zaman, salt büyüme üzerinden meseleye yaklaştığımızda aslında toplumsal gerçekliği inkâr ediyoruz.

Toparlarsak, demokrasi önemli, barış önemli ve toplumsal yaşamın niteliği, kalitesi önemli. Bunları odağa koyabilmemiz için bu anlamda bir kalkınma planı değil, toplumdan yana, emekten yana, insandan yana bir planlamayı hayata geçirmemiz gerekiyor.

Son olarak, dönüp 1960'larda yapılan planlara bakın, 1960 ile 1975 arasındaki Türkiye'deki sosyal hayattaki gelişmelere bakın. Bütün bunların ne anlama geldiğini, aslında burada ifade ettiğim şeylerle çok net açıklığa kavuşacağını izlemiş olacaksınız. Planlamadan gelen arkadaşlar zaten bunu çok iyi biliyorlardır. O dönemin planlamasının merkezine koyduğu şeyler...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Bitiriyorum.

...büyümeyi ihmal eden değil ama insan odaklı bir büyümeyi bir noktada yakalayan bir planlama anlayışıydı. Dolayısıyla bugün karşı karşıya olduğumuz durum bunun tam tersini bize ifade ediyor.

Teşekkür ederim.