KOMİSYON KONUŞMASI

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, Sayın Meclis Başkanımız, Değerli Komisyon üyeleri, değerli katılımcılar; herkesi saygıyla selamlıyorum.

Sayın Başkan, konuşmanızı çok dikkatle dinledim, çok önemli noktalara değindiniz; konuşmanıza cumhuriyetin 100'üncü yılıyla başladınız, ben de oradan başlamak istiyorum.

Evet, cumhuriyetin 100'üncü yılını tamamladık, yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz ama anladığımız kadarıyla yeni yüzyıla gerçek anlamda hazır değiliz çünkü cumhuriyetin 2'nci yüzyılını çok farklı karşılayabilirdik; en azından bugüne kadar yaşanmış olanları değerlendirirken "Neleri yapamadık, neleri eksik bıraktık, hangi hakikatlerimiz aslında bizim için çok çok önemli?" diye bunlarla yüzleşmek, bu hakikatler ışığında gelecek yüzyıla hazırlanmak hepimizin önemli bir kaygısı olmalıydı ama maalesef, bugün âdeta bu hakikatlerden kaçan, hatta bu 2'nci yüzyıl meselesini çok önemli başlıklar altında ele almayan bir gündemle karşı karşıyayız, maalesef böyle.

"Türkiye Yüzyılı" gibi bir kavram kullanıyorsunuz, bizce arkada bıraktığımız yüzyıl da Türkiye yüzyılıydı. Dolayısıyla, önümüzdeki yüzyıl ile arkada bıraktığımız yüzyıl arasındaki o bütünlüğü mutlaka ele alıp değerlendirmeliyiz. Cumhuriyetin yüzyılı 1923 öncesinden de başlıyor, aslında 1920'ye kadar gitmemiz gerekiyor. 29 Ekimde ilk Mecliste bir kutlama yapacağınızı söylediniz, gerçekten bu çok önemli. 1920 Meclisi çoğulcu karakteriyle, bileşenleriyle aslında belki de cumhuriyetin 2'nci yüzyılı için yol gösterici olmaya devam ediyor. Hele hele sizin de dile getirmiş olduğunuz bir demokratik anayasa ihtiyacı, bir anayasa ihtiyacı belki de izlerini 1920'de, 1921'de yakalayabilir; toplumun çoğulculuğuna uygun, bir arada yaşama iradesine uygun bir anayasayı bugün hayata geçireceksek bu tarihe de çok ciddi anlamda sahip çıkmamız gerekiyor. 1920 Meclisinin tutanakları, 1920 Meclisindeki ortaya konulmuş olan iradenin öğretici, bugüne dair yol gösterici niteliğinin olduğuna inanıyoruz. Evet, maalesef 1924 Anayasası bunu sağlayamadı bize. 1924 Anayasası'yla beraber o çoğulculuktan hızla bir kopuşun yaşandığını... Şark Islahat Planlarıyla, umumi müfettişliklerle, Takrir-i Sükûn Yasalarıyla; tekçi, şefçi bir otoriter rejimin aslında cumhuriyetin demokratikleşmesinin önünde ne kadar önemli engeller oluşturduğunu belki de bir yüzyıl boyunca yaşadık. Bugün geldiğimiz noktada hâlâ bu sancılarla boğuştuğumuzu söyleyebiliriz. Bu hakikatlerden bahsetmeyi önemli bir sorumluluk olarak görüyoruz. Evet, yaptıklarımız da var ama yapamadıklarımız da var. Yapamadıklarımızın ne denli önemli sorunlar olarak önümüzde biriktiğini hep beraber yaşıyoruz. Evet, Şark Islahat Planı'ndan başlayan, Zilanlar, Dersimler, 6-7 Eylül olaylarından, Maraş, Çorum katliamlarından Madımak'a, Roboski'ye kadar gelen bir tarihimiz var; bununla yüzleşmek zorundayız.

Darbeden bahsettiniz, 12 Eylülden bahsettiniz Sayın Başkan. 1960 darbesi de var, asılan Başbakan var bu ülkede. 1972 var, 1971 var, 1972'de asılan Denizler var, 12 Eylül var, 28 Şubat var ve 15 Temmuz var. Bir darbe mekaniğinin içinde yaşadığımızı inkâr edemeyiz, görmezden gelemeyiz. Bu darbe mekaniği her zaman kendisini böyle açık cuntalarla ortaya koymuyor, bazen vesayetçi sistemiyle bizi vesayet altına alarak o darbe mekaniğinin gereklerine uygun bir rejime sıkıştırmaya devam ediyor. Bu rejimin bu vesayetçi hâlinden, bu şefçi anlayıştan, bu tekçi otoriter anlayıştan çoğulcu anlayışa evirilmesi bence en önemli sorumluluğumuz diye düşünüyorum; tüm toplum olarak en önemli sorumluluğumuz.

Tabii, burada en önemli meseleler bütün bu süreci değerlendirirken "Neden cumhuriyet demokratikleşemedi?" meselesini çok ayrıntılı tartışmak zorundayız. Bugün baktığımızda özellikle iktidar yaptıklarını anlatırken "İşte şunları yaptık, bunları yaptık, her şeyi yaptık." gibi bir duygu hâliyle anlatıyor. Evet, evin içinde badanayı boyayı yaptık, koltuk takımını değiştirdik, bayağı önemli işler yapıldı. Fakat "Binanın temeline dair yani yapısal sorunlara dair ne yaptık?" sorusu boşlukta kalmaya devam ediyor. Bu yapısal sorunların başında tartışmasız Kürt sorunu geliyor. Bu yapısal sorunları çözmediğimiz sürece her an bir afetle karşılaşacağımız duygusuyla, kaygısıyla yaşamanın aslında büyük ızdırabına hep birlikte katlanıyoruz. Oysa, bu sorunu çözebiliriz. Başta Kürt sorunu olmak üzere bu ülkenin temel sorunlarını, yapısal sorunlarını çözebilecek bir güce sahip olduğu hâlde bu ülke, bunu çözmekten kaçınması aslında o vesayetçi sistemin bir dayatmasından başka bir şey değildir. Çoğulcu, toplumcu bir anlayışla, bir müzakere aklıyla, demokratik teamüllerle birçok meseleyi çözebilecek güce sahipken bugün yaşadığımız mesele vesayetçi bir dayatmanın aslında göz boyamasından başka bir şey değildir. Ayrıca, evin içinde huzur da yok. Huzuru sağlamak da demokratik bir sistemden geçiyor. Çatışmaya, kavgaya, savaşa, silaha son vermek mümkün. Bu bizi kemiren, bu bizi tüketen bir süreç. Onlarca yıldır süren bir meselenin hâlâ silahla, bu yöntemle çözümü peşinde koşmak bence akıl tutulmasından başka bir şey ifade etmez. Demokratik bir çözümün mümkün olabileceği üzerinde artık konuşmalıyız.

Sayın Başkan, yine çok önemli bir meseleden bahsettiniz: Misak meselesi. Evet, bir misaka ihtiyacımız var. Eğer bir demokratik anayasa konusunda hemfikirsek, bugün bu ülkenin cumhuriyetinin demokratikleşmesi konusunda hemfikirsek bir misaka ihtiyaç var, bir toplumsal mutabakata ihtiyaç var, bir müzakereci akla ihtiyaç var. Bu misakı uzay boşluğunda, sanal ortamda, denizin altında bulamazsınız; bu misakı ete kemiğe bürünmüş bedenlerde, fikirlerde bulursunuz. O yüzden de toplumsal barışı inşa edecek bir misakı ancak hep birlikte yaratabiliriz; Türkler, Kürtler, bu coğrafyada yaşayan bütün halklar, bütün inançlar. Bu ülkenin en önemli zenginliklerini gören bir yerden, bu buluşmayı sağlayan bir yerden bir misaka ihtiyacımız var. Belki de 2'nci yüzyıl bu misakı bekliyor başlamak için. Bunu sağlayabilecek iradeyi biz burada sergilemeliyiz.

Sayın Başkan, değerli üyeler; demokratik cumhuriyet her şeyden önce bir hukuk devletine ihtiyaç duyar. Bir hukuk devleti dediğimiz süreci hayata geçirebilmek, bunu var edebilmek bizim açımızdan en önemli adres olarak Meclisi işaret eder. Bu ancak ve ancak Meclisle mümkündür ama biz bu anlamıyla Meclisi de her şeyin üstünde yeni bir vesayet adresi olarak göstermiyoruz; toplumsal mutabakatın, en geniş müzakere zeminlerinin var edildiği bir yer olarak tarif ediyoruz. Bu buluşmaların, bu bir araya gelmelerin önemli olduğunu nitelendiriyoruz. Temsiliyetin ne kadar önemli olduğunu bugün burada bir nebze anlıyoruz. Bakın, yer sorunundan bahsettiniz, evet ama temsiliyetin genişlemesi anlamında sevinebileceğimiz bir şey var, keşke 6 değil de 7-8 grup olsa, keşke bugün Parlamentoya giremeyen bütün partiler Parlamentoda temsil edilebilse. Temsiliyet ne kadar genişlerse demokratik zeminin de o denli genişleyeceğini biliyoruz. Bu anlamıyla Meclisin çok çok önemli bir işlevinin olduğunun farkındayız.

Bütçe de bu anlamıyla önemli bir başlık, bütçe hakkı önemli bir konu. Meclis her şeyden önce bütçe hakkını savunmak zorunda. Tarihi siz de çok iyi bilirsiniz, meclisler yokken bütçe vardı, her şey bütçeyle başladı, toplumları toplum yapan bütçeydi. Bütçelerin demokratikleşebilmesi için meclisler inşa edildi, bunun mücadeleleri verildi, saltanatlar böyle yıkıldı. Şimdi, halkın iradesini tesis edecek yer Meclisse Meclis bütçe hakkına olabildiğince sahip çıkmalıdır ve yine, Meclis denetim hakkına sahip çıkmalıdır çünkü denetim olmadığı sürece bir yerden vesayetçi sistem yükselirken bir yandan da toplumsal çürüme kendisini gösterir. O yüzden denetim önemlidir ama bugün bakıyoruz, denetimden kaçan bir anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz, oysa Sayıştay çok çok önemli bir üst mahkemedir, çok çok önemli bir yargı adresidir ve demokratikleşmenin belki de en önemli konumlarından, adreslerinden biridir. Bugün Sayıştay bile işlevini yitiriyorsa, yeterince denetim mekanizmaları çalışamıyorsa işte bu, önemli bir uyarıcı unsurdur. Biz "Meclisin rolü" derken bütçe hakkıyla, denetim hakkıyla bir anayasa yapma, demokratik, sivil bir anayasa yapma zorunluluğuyla, bunların hepsini bir arada düşünerek dile getiriyoruz. Meclisi savunmak gerek, Meclisi tüm vesayetçi yapılara karşı savunmak gerek. Meclisin hele hele böyle bir süreçte öncü olması gerek, aslında bu kuşatmaya karşı bir iradeyi temsil etmesi gerekiyor. Demokratik anayasa dedik, müzakere dedik, toplumsallaşma dedik; bütün bunların hayata geçirilebilmesi her şeyden önce bir hukuk devletinin, demokratik cumhuriyetin olmazsa olmaz koşullarını bize ifade ediyor.

Kuvvetler ayrılığı... Bugün Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi kuvvetler ayrılığı dediğimiz çok çok önemli bir meseleyi tasfiye etmeye yönelik bir sistem olarak karşımıza çıkıyor; oysa kuvvetler ayrılığı olmadan bu bahsettiğimiz mevzularda, o toplumsallıkta, o misak anlayışında, demokratik anayasa anlayışında, bütçe hakkında ya da bahsettiğimiz hiçbir konuda yol alamayacağımızın da farkında olmamız gerekiyor. Ben burada Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin karşısına başka bir şey koyarak tartışmak istemiyorum ama başkanlık sistemi de olsa, parlamenter sistem de olsa kuvvetler ayrılığını içermelidir. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine dair iktidar tarafından, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından bile eleştiriler geliyorsa o zaman bunu sağlıklı bir şekilde artık düşünmek gerekiyor. Çok affedersiniz ama "kuş mu, deve mi" örneğinde olduğu gibi hiçbir şeyle bir şekilde tarif edilemeyen, nitelendirilemeyen bir sistem kuvvetler ayrılığını tıkayan bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Bunun birçok yansımasını görüyoruz. "Meclisi savunmak gerekir." derken aslında toplumun iradesini savunmak gerekiyor ama kuvvetler ayrılığının çalışmadığı durumda ne tür bir vesayet mekanizmasıyla karşı karşıya kaldığımızı ve onun bizleri nasıl tükettiğini hep birlikte yaşıyoruz.

Sayın Başkan, eğer bu ülkede kayyumlar varsa bu Meclis özgür değildir çünkü bu Meclisin yereldeki ayakları yerel meclislerdir. Yerel meclislere kayyum atamış bir idare aslında bu Meclise de bir vesayet sistemini dayatıyor anlamına gelir. Bizler kayyumlarla yönetilen bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Bakın, Kamu Denetçiliği Kurumu burada, Sayıştay burada, raporları burada. Sayıştay bütün belediyeleri incelemiş, yüzde 100 performansla incelemiş hem de -kutluyoruz- ve belediyelerimizle ilgili bir tane bulgu yok, belediyelerimizle ilgili bir tane mahkeme kararı yok ama kayyum var. Bu, vesayettir; bu, bir Meclisin, demokratik hasletleri olan insanların kabul edebileceği bir durum değildir.

Sadece bu mu Sayın Başkan? Savcılar âdeta bir fezleke zinciri yaratıyor. Kürsü dokunulmazlığı var, siyaset yapıyoruz, sözümüzü özgürce söyleyeceğiz. Siz de çok güzel betimlediniz, tarif ettiniz -tabii, biraz eski, Osmanlı Türkçesiyle tarif ettiniz, genç arkadaşlar ne kadar anladı, bilmiyorum ama- çoğulculuğa atıfta bulundunuz, bu çok kıymetli bir şey fakat savcılar aslında sözün üzerinde bir vesayet yaratmak anlamında sürekli olarak fezleke yarışına giriyor ve sizin de raporunuzda bu fezleke sayıları karşımıza çıkıyor. Şimdi, bu kabul edilebilir bir şey değil. Eğer bir suç varsa maddi olur -bu yasada belirlenmiş zaten- ama söze bu anlamda yaklaşmak aslında bir vesayet sisteminin dokusundan başka bir şey bize tarif etmiyor.

Daha da ilginci var Sayın Başkan, bildiğiniz gibi, bazı üyelerimiz, arkadaşlarımız, milletvekillerimiz yurt dışına gidemiyor, tahdit var. Bir mahkeme kararı mı var? Yok. Böyle başka bir soruşturma mı var? Yok. Keyfî bir uygulama. Hatta Meclis Başkan Vekiliniz Sayın Sırrı Süreyya Önder'in bile var. Bunun her şeyden öte hepimiz adına yaralayıcı, hepimizi mahcup eden bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu tahdidin nereden kaynaklandığına dair bir şey de yok; keyfî, herhangi bir kamu kolluk gücünün kendince bir kararıyla oluşmuş. İnanıyorum ki bunu en kısa sürede kaldıracaksınız çünkü sizin demokrasiye olan, vesayete karşı olan tutumunuzu geçmişten bugüne kadar izleyen birisiyim. Geçmişte çok çok önemli açıklamalarınız vardı. Özellikle Türkiye demokrasisinin gelişmesi adına, Kürt sorununun çözümü adına olan yaklaşımlarınızı biliyorum. Dolayısıyla, bu konuda hafızanın ne kadar önemli olduğuna da inanıyorum. Geçmişe dönüp baktığımızda, yakın tarihe baktığımızda bu meselelerin çözümü konusunda atılmış kıymetli adımların asla hafızalardan çıkarılmaması, unutulmaması gerektiğine inanıyoruz. Bugün 2013-2015 yılları arasında yaşanmış olan çözüm sürecinin aslında bir anda ortaya çıkmış bir süreç olmadığının hepimiz farkındayız.

Bakın, rahmetli Erbakan'ın kendisine sunulan Kürt raporu aslında hepimizin aklında, hafızalarında; dönemin İstanbul İl Başkanı tarafından hazırlanmış kapsamlı bir rapordan bahsediyorum. Sonrasında, aslında bu konuda toplumda önemli oydaşmaların, önemli ortaklaşmaların, mutabakatların yaratıldığı bir süreci de hep beraber yaşadık. Bazen farklı sözcüklerle, farklı kelimelerle de ifade ediyoruz, bazen tepkiler çekiyoruz ama aslolan, soruna işaret etmemizdir. Biz neden ısrarla Kürt sorununa işaret ediyoruz? Çünkü bakın, dün Zeren Ertaş isimli bir öğrenci asansörden düşerek vefat etti bir ihmalden dolayı, ondan bir süre önce Resul Alan isimli bir öğrencimiz intihar etti. İhmal, intihar, yoksulluk... Yaşadığımız bütün acılarda aslında dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, bizi tıkayan bir mesele olduğunda, adını koymasak da hemfikiriz, bu mesele Kürt sorunudur; bunu çözmek zorundayız. Bunu çözmek aslında barışı inşa etmektir, bizim toplumsal barışa ihtiyacımız var. Türkiye'nin tesis edeceği, inşa edeceği bir toplumsal barış Orta Doğu'ya barış getirecektir, Filistin halkına barış getirecektir. Bugün İsrail devletinin yaratmış olduğu katliamlar, soykırımlar katlanılabilir acılar değildir. Evet, hep birlikte kınadık ama yetersiz olduğunu biliyoruz, bir şey yapmak istiyoruz, elimizden bir şey gelmiyor -yapmalıyız ama- iktidar adım atmalı, bu konuda çok ciddi refleksler üretmeli ama yapamıyoruz. Neden yapamıyoruz biliyor musunuz? Çünkü bir Kürt sorunumuz var. Eğer biz bu sorunumuzu çözmüş olsaydık, bölgedeki gücümüz, "sözümüzün gücü" diye tarif ettiğiniz şey o zaman gerçek anlamına kavuşabilecekti. İşte, biz o zaman Orta Doğu'daki bu emperyalist güçlerin, bu sömürü düzeninin petrol uğruna, enerji hatları uğruna yaratmış olduğu bu kan deryasını sonlandırabilecektik ama biz sonlandırmak yerine âdeta bu sorunlar yaşanmıyormuş gibi inanılmaz bir şekilde silahlanmaya, savunma bütçelerine savaşa dair bir söylem üzerinden yol almaya çalışıyoruz ama alamıyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Temelli, ilave iki dakika veriyorum.

Toparlayalım lütfen.

SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Bir yüz yıllık yol aldık, dere tepe gittik; arpa boyu yol aldığımızı ben 2'nci yüzyılın eşiğinde anlıyorum. Evet, yollar yaptık; evet, binalar yaptık ama bütçeye dönüp baktığımızda, bunların toplumsal maliyetinin ne kadar yıkıcı olduğunu gördüğümüzde demek ki bunların nasıl yapıldığı, yapıldığı kadar önemli. Sorunlarımızı, bu yapısal sorunlarımızı çözmeden -zaten yirmi yıldır yapılan bütçelerden- iktisadi bir başarının da yakalanamayacağının izini de sürmek mümkün.

Ben bütçeyle bitireyim Sayın Başkan. Belki de bu bütçelerdeki en önemli meselelerden biri tabii ki kamu kurumlarının bütçeleri. Bu konuda mümkünse Türkiye Büyük Millet Meclisi bütçesinin artırılmasını istiyoruz. İstiyoruz çünkü sizin bütçenize ayrılan payın yetersiz olduğunu görüyoruz, yetersiz çünkü burada özellikle bazı önemli sorunların, sizin yer olarak belirttiğiniz sorunların ötesinde, danışman arkadaşlarımızın özlük haklarına dair sorunlarının çözümü, burada çalışan emekçilerin sorunlarının çözümü, buradaki sosyal hayatın bazı sorunlarının çözümü açısından da bütçenizin artırılmasını da şifahen burada teklif ediyoruz.

Teşekkür ediyorum.