| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/529) ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/297) a) İçişleri Bakanlığı b) Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı c) Emniyet Genel Müdürlüğü ç) Jandarma Genel Komutanlığı d) Sahil Güvenlik Komutanlığı e) Göç İdaresi Genel Müdürlüğü f) Millî Savunma Bakanlığı g) Savunma Sanayii Müsteşarlığı |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 1 |
| Tarih | : | 14 .02.2016 |
AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, Sayın Bakan, değerli bürokratlar; hepinize iyi bir gece diliyorum artık, çünkü günü devirdik.
Sayın Bakan, açıkçası konuşma akışım farklıydı ama Sayın Çam'ın sorusu dolayısıyla verdiğiniz bilgi üzerine biraz daha farklı bir akışta konuşma yapacağım.
Bakın, uluslararası ajanslardan Reuters, Türkiye'de ise -okumuştum gün içinde ama tekrar teyit ettim İnternet'ten- Bianet, T24 ve birçok yerel ajans şu açıklamayı yapıyor: "YPG'liler tarafından bir tek mermi sıkılmamıştır." Artı, bugün yurt içi, yurt dışından birkaç köşe yazısında sizin sıkıldığını iddia ettiğiniz, atıldığını iddia ettiğiniz havan toplarıyla mukabelede bulunulduğunu iddia ettiğiniz yerler arasındaki mesafeyi karşılayacak bir mesafe olmadığını -ben bilmem, çok anlamam da- buradaki komutanlar herhâlde daha iyi bilir. Yani bilgilerinizin bu konuda daha teyitli olmasını ve ben özenle açıklanması gerektiğini düşünürüm.
Buradan açılmışken, Sayın Bakan, bakın, şöyle bir cümle kullandınız: "PYD alan kazanınca göçmen dalgasının büyüyeceği" söylemi. Bunun yaşamda, Suriye'de yaşanan dört yıllık iç savaş ve krizde hiçbir karşılığı yok Sayın Bakan. Bakın, bunu doğrulayan tek bir deneyim de yok.
Özellikle şunu söyleyeyim ben size Sayın Bakan, bakın, birinci husus şu: Bir defa ben, Suriye politikası üzerinden siyasi iktidarın dile getirdiği hususların ülkenin kahir ekseriyetinin duygu ve düşüncelerini yansıtan değil, sadece iktidar partisinin, hatta partinin tamamının bile düşüncesini, Suriye politikasını ve yaklaşımını temsil etmediğini düşünüyorum. Şöyle ki bakın, şu defalarca, mütemadiyen dile getirilmiş bir husus: "Biz orada Kürtlerin bir statüye, bir oluşuma gitmesini kabul etmiyoruz." Bu birinci özellik, anlaşıldı.
İkincisi: "Mevcut rejimi de kabul etmiyoruz, Baas rejimi ve Esed de gitmelidir." Ortada ne kaldı? Müslüman, Sünni selefi radikal İslam örgütleri kaldı. Peki, biz ne istiyoruz Suriye'den? Açık söyleyeyim, bakın ben, etnisite, din, mezhep üzerinden bunları tartışmayı sevmem ama sizin, siyasi iktidarın bu düşüncesi ülkedeki 8 ile 10 milyon arasında nüfusu değişen Alevi'nin düşüncesi değildir, 20 milyona yaklaşan Kürt'ün düşüncesi de değildir. Şimdi, buradan topa girmek yerine, işte belli bir selefi anlayış üzerinden bir Suriye taahhüdü oluşturmak yerine biraz daha Orta Doğu'nun yakın veya uzak geçmiş tarihselliğiyle birlikte ele alınması Suriye'ye dönük daha doğru politikaları geliştireceğimiz sonucunu doğurur diye düşünüyorum. Bir defa Suriye'nin kuzeyinde, Rojava bölgesinde yaşayan Kürtlerin ülkemizle olan tarihsel bağlarını doğru oturtabilirsek oraya dönük yaklaşımları belki daha sağlıklı oturtabiliriz.
Bakın Sayın Bakan, ilk Meclisin ilanı, daha sonra Kurtuluş Savaşı'nın başlaması, Birinci, İkinci İnönü Savaşları, Kütahya, Eskişehir Savaşı, Sakarya Meydan Muharebesi, bunların hepsi bizim Suriye'yle Ankara Antlaşması neticesinde çizilmiş sınırlarımızdan önce gerçekleşmiştir. 23 Nisan 1920'de ilk Meclis açıldı. Hemen birkaç kilometre ötedeki ilk Meclisin binasına bakın bugün Rojava Kürtlerinin yaşadığı bölgelerden 3 isim geldi; girin, Meclis arşivlerinden bakın: Bozan Bey, Şevki Bey, Hacı Mustafa Efendi. Direkt o bölgeden gelip kurucu iradeye katılıyorlar. Birinci Mecliste mebusturlar bunlar çünkü o zaman Rojava toprakları Osmanlı bakiyesi topraklardır, ortak vatandır. Aynı şekilde, ortak düşmana karşı ortak vatanın savunması için direnişe katılıyorlar. Bütün savaşın önemli bir bölümü, Kurtuluş Savaşı'nın önemli bir bölümü kazanıldıktan sonra -bakın, resmî tarih teziyle konuşuyorum Sayın Bakan- bittikten sonra ne oldu? Ondan sonra inanıyorum ki Atatürk'ün de içine sinmeyen bir Türkiye-Suriye sınırı çizildi. O zamanki Meclis ile Fransızlar arasında imzalan bir antlaşma. O gün bugündür Kürtlerin, gerek o sınırın kuzeyinde kalan gerekse güneyinde kalan Kürtlerin vicdanında mahkûm olmuş bir sınırdır çünkü sadece iki ülkeyi ayıran bir sınır değildir, hatta illeri, ilçeleri değil, köyleri, aileleri, aşiretleri ayıran bir sınırdır. O gün bugündür Rojava Kürtlerinin yüzü hiçbir zaman Şam'a, Lazkiye'ye dönük olmadı, hep Urfa'ya, Diyarbakır'a, Ankara'ya dönük oldu. Böyle bir tarihsel bağdan geliyoruz. Peki, o zaman Kürt fobisi üzerinden böyle bir Suriye politikasını güncellemenin, getirip Türkiye'nin gündemine sokmanın Orta Doğu'nun kaynayan bir kazan olduğu dönemde kime, ne faydası var? Bakın, bugün bizim statü sahibi olmasını istemediğimiz oradaki Kürtlerin dedeleri sadece alın terleriyle değil kanlarıyla, canlarıyla şu kurulmuş ortak vatanın temeline harç koydular. Peki, bizim bu düşmanlığımız niye? Açık söyleyeyim, bakın orada ilan edilen 3 kantondan, Cizire kantonundan hiçbir zaman saldırı olmadı, alan hâkimiyeti Kürtlerdeydi, hiçbir şekilde göç olmadı buraya. Kobani'den göçler ne zaman oldu? Ancak onların şehirleri işgal edilmeye çalışıldığı zaman göçler oldu, Kobani kurtulduktan sonra kahir ekseriyetinin geri gittiğini siz daha iyi bilirsiniz Sayın Bakan. Önemli bir kısmı geri gitti. Neymiş? PYD alan hâkimiyeti kazanınca göç dalgası... Bugün Türkiye'de bulunanların il, ilçe, köy dağılımını ve nerelerin, hangi alan hâkimiyeti tesirinde kaldığını gözetip buraya göç edenleri kıyaslarsak bu söylemin realitede karşılığının, yaşamda karşılığının olmadığını anlamış oluruz.
Bir diğer husus Sayın Bakan, bakın, özellikle şunu ifade edelim: Son sokağa çıkma yasakları üzerinden ordunun şehirlere girmiş olmasının ne Anayasa'da ne de yasalarda bir karşılığı yoktur. Bir defa 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu'na göre, bir kaymakamın veya bir valinin kendi ilçesinde veya ilinde sokağa çıkma yetkisi yasalarda tanımlanmamıştır. Sokağa çıkma yasakları düzeyinde idari tedbirlerin geliştirileceğine dair, bırakın bir cümleyi, bir kelime bile bulamazsınız. Bizatihi sokağa çıkma yasaklarının iki buçuk, üç ay sürmesi kanun dışıyken, ordunun şehre tanklarla, toplarla inmiş olmasının hiçbir yasal, anayasal boyutu yoktur. Bakın yasalar üzerinden, 5442'nin 11/A maddesi valilere, 32/B maddesi ise sadece belli güvenlik tedbirleriyle ilgili sınırlı yetkiler vermektedir. Bugün geliştirilen tedbirlerin darbe dönemlerinde bile görülmediğini... Örneğin Diyarbakır, Mardin, Urfa, Antep veya 81 ilimizin tamamında 12 Eylül darbesinde bu kadar uzun süreli sokağa çıkma yasağı ilan edilmemiş, ordu da şehir merkezlerinde bu kadar kalmamıştır. Bakın bunların hepsi uluslararası hukuka konu olabilecek, yasada ve Anayasa'da karşılığı olmayan uygulamalardır.
Bir diğer husus Sayın Bakan: Bakın, size rakamlarla ifade etmeye çalışayım. Buradaki belki ilgili birimlerde çalışan komutanlar daha iyi bilir; 7 Haziran 2005-7 Haziran 2015 arasındaki on yıllık süre içerisinde doğu ve güneydoğudaki çatışmalarda yaşamını yitiren asker sayısı 818'dir. Eğer veriler yanlışsa, daha süremiz uzun, buradaki arkadaşlar sizi enforme edebilirler. Aynı dönemde kışlada, şüpheli bir şekilde, intihar ederek hayatını kaybeden asker sayısı 934'tür. On yılda çatışmalarda yaşamını yitiren asker sayısı...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Yıldırım, sözlerinizi tamamlamanız için ilave süre veriyorum.
Buyurun lütfen.
AHMET YILDIRIM (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
...818 ama buna karşılık 934 asker aynı süre içerisinde -Genelkurmay verilerine göre- intihar etmiş. Şimdi soruyorum: Nüfusa kayıtlı olduğu iller bazında intiharların dağılımı nedir? Bunlarla ilgili sağlıklı otopsi yürütülmüş müdür? Bunlarla ilgili yargı süreci işletilmiş midir? Çünkü, bakın, Mamak'ta askerliğini yaparken intihar ettiği söylenen Zeki Uğur Erkan'ın annesi oğlunun cenazesini aldığında biri karnında, biri alnında iki kurşun olduğunu söylüyor. Bu, anne beyanıdır. Şimdi, bir kişi nasıl hem karnına hem alnına sıkarak intihar edebilir. Ve Sayın Bakan, 934 sizce on yılda normal bir rakam mıdır?
Aynı şekilde, 1992 yılından 2015'e kadar intihar eden sayısı 2.220. Sizce arkadaşlar, değerli arkadaşlar, bu kadarı normal midir? Askerlik gençlerimizi bu kadar bunalıma sokacak bir şey midir? Değildir, vatan görevi olarak belliyoruz biz bunu.
Bir diğer husus: Özellikle 2015'in ilk on bir ayında yine 29 kişi intihar etmiş. Bunlar gerçekten tartışılmaya, irdelenmeye, araştırılmaya, izah edilmeye muhtaç konulardır diye düşünüyorum Sayın Bakan. Çünkü, küçümsenmemesi gereken bu durum, askerlik mesleğinin üzerine de şaibe düşürür eğer sağlıklı bir şekilde bunlarla ilgili etkin araştırma ve soruşturma yürütülmez ve ailelerin de tatmin olacağı şekilde açıklamalar yapılmazsa.
Son olarak şunu söyleyerek tamamlayayım, süreyi gecenin bu saatinde çok daha fazla almak istemiyorum: Sayın Paylan değindiği için söylemiyorum. AKP iktidarının özellikle orduya yaklaşımında şöyle bir projeksiyonu var: "Mümkün olduğunca profesyonel orduya geçiş" gibi belli dönemlerde yapılmış beyanlar var. Özellikle de çatışmalı bölgelerde bu konuda daha fazla eğitilmiş askerlerden müteşekkil bir ordu profili öngörülüyor. Bu, bakın, uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınmış bir vicdani ret hakkını da beraberinde getirir. O zaman ordunun tümüyle profesyonelleşmesi... Çünkü, artık fiziki güç ve kafa sayısına göre mücadelelerin yürütüldüğü savaşların geçmiş yüzyılda kaldığı, 21'inci yüzyılda buna ihtiyaç duyulmadığı, sunumunuzda da belirttiğiniz üzere savunma sanayisinin ve teknolojinin bu süreçlerde kullanıldığı ve öne çıktığı bir süreci yaşıyoruz.
Bu temelde, Paylan sormuştu, ben de bir kez daha sormuş olayım. Özellikle vicdani ret hakkıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Avrupa Birliği üyesi ülkelerin -ki biz de tam üyeliğe aday ülkeyiz- birçoğunda vicdani ret hakkı tanınmıştır.
Bu anlamda, teşekkür ediyorum. Bütün herkesi tekrar saygıyla selamlıyorum.