Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/276) ve 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/274) ile Sayıştay tezkereleri a) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı b) Mesleki Yeterlilik Kurumu c) Sosyal Güvenlik Kurumu d) Türkiye İş Kurumu |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 02 .11.2023 |
SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Bakan, Komisyonun değerli üyeleri, değerli hazırun; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Hüda Kaya'yı tanır mısınız? Eminim ki herkes tanıyor. "Hüda Kaya" dediğinizde aklınıza 28 Şubat gelir, postmodern darbe gelir. O zamanlar kendisini tanımıyordum ama aynı anda Beyazıt Meydanı'nda yan yana, omuz omuza 28 Şubat darbecilerine karşı mücadele ediyorduk. Hâlâ ediyoruz, hâlâ darbecilere karşı bu ülkede mücadele etmeye devam ediyoruz çünkü biliyoruz ki bu ülkedeki darbe mekaniği vesayetçi sistemi beslemeye devam ediyor. Dün Hüda Kaya tutuklandı. Neden tutuklandı? Hem de 1 Kasımda tutuklandı, dünya kobani gününde. Kobani kumpas davası nedeniyle tutuklandı. Oysa Kobani'de DAİŞ'e karşı çok önemli bir direniş olmuştu. Bu direnişi savunduk, savunmaya da devam ediyoruz. Onu tutuklayan savcı, iddianamesinde DAİŞ'e yer vermemiş bir savcıdır. Aslında orada bir mahkeme yok, bir vesayet sisteminin yeniden kurgulanması var. O yüzden Hüda Kaya'nın da bu davada yargılanan tüm arkadaşlarımızın da bir an önce özgürlüğüne kavuşması için herkese, tüm topluma çağrı yapıyoruz. Cumhuriyetin 2'nci yüzyılına böyle başladık maalesef. Tolga Şardan, gazeteci tutuklandı. Şu anda dünyada tutuklu gazeteciler sıralamasında 2'nci ülkeyiz; 1'inci ülke Çin, 2'nci ülke Türkiye.
Sayın Bakan, bütün bu ayıpları yaşamamak için, aslında Türkiye'nin önüne koymuş olduğu hedeflere ulaşabilmesi için yapması gerekenler var. Siz de kitabınızda aslında buna işaret etmişsiniz. "Stres Yönetimi" çok önemli bir çalışma, emeğinize sağlık. Bu ülke stres biriktiriyor, bu ülkenin stresleri var. Bakın, 6 Şubatta deprem yaşadık; deprem, büyük bir fay hattında biriken stres nedeniyle oldu. Şimdi, görüyoruz ki kalkınma planlarına şu kelime, şu kavram girmiş: "Dirençli kentler yaratmak." Dirençleri yaratabilirsek o fay hatlarında kırılma yaşandığında kentlerimiz yıkılmaz, on binlerce insanımız ölmez ama fay hattı sadece toprağın altında değil, toplumsal yaşamın içinde de var. Siz çok iyi biliyorsunuz streslerin nerede biriktiğini. Kürtler ile Türklerin arasında ırkçı, bölücü, ayrımcı, nefret söylemleriyle stres biriktirmek yerine cumhuriyetin 2'nci yüzyılını barışmakla karşılayabilirdik dirençli bir toplum yaratmak adına. Dindarla ile modernler arasında fay hattı var, orada stres birikiyor, o stresi azaltmanın yolu eşit yurttaşlar temelinde bir toplumu, bir anayasayı inşa etmekten geçer ki biz onu da başaramıyoruz. O yüzden hâlâ herkesin yaşam anlayışına karışmaya devam ediyoruz, tıpkı 28 Şubatçıların yaptığı gibi, öğrencilerin başörtüsüne karışan o rektörlerin olduğu bir yerdeyiz maalesef, ileri gidemiyoruz.
Bir başka fay hattı daha var ki o da sizin Bakanlığınızı çok ilgilendiriyor -sizin Bakanlığınız çok çok önemli bir Bakanlık aslında- o da sınıflar arasındaki fay hattı, sermaye ile işçi sınıfı arasındaki fay hattı ve bu ölçülebilir bir şey. Burada dirençli bir toplum, barışık bir toplum yaratmanın yolu her şeyden önce bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki sömürüye dayalı tahakkümünü azaltmaktan geçiyor. "Çalışma Bakanlığı" dediğimiz alan, sosyal üretim alanını düzenleyen bir alan, düzenlemesi gereken bir alan, üretim alanı başka bakanlıkların konusu ama sosyal üretim alanı en kritik alan. Dolayısıyla siz, aslında bir yerde, bu anlamıyla tarihsel olarak da sınıfın Bakanısınız, sınıfın Bakanı olmak zorundasınız ama maalesef öyle değil. Sizden önceki Bakanlar da, AKP dönemi de hatta AKP'den önceye de gittiğimizde biz gördük ki Türkiye'de Çalışma Bakanları hiçbir zaman sınıftan yana olmamış, sınıfın karşısında olmuş.
Bakın, sizin sunumunuzda bu söylediğim meseleyi ölçmeye yönelik çok önemli rakamlar var, bir tanesi şu: Dünyada 241 milyon yoksuldan bahsediyorsunuz; 1,9 dolardan hesaplamışsınız bunu, yeni ölçülere göre 4,3 dolardan hesaplanıyor. Bu 241 milyon insanın 19 milyonunun Türkiye'de yaşadığını biliyor musunuz Sayın Bakan? Bilmiyorsunuz çünkü yoksullukla mücadele programı çerçevesinde bir sosyal üretim programınız yok sizin. Genellikle üretimin finansmanı odaklı bir yaklaşımla hazırlanmış bir program. Bu, sizin döneminize dair değil, hep böyle oldu, hep böyle, bu zihniyetle düzenlendi. Bunun içindeki bütün rakamlara baktığımızda bunu görüyoruz. Mesela, sosyal güvenlikten bahsettiniz, bence en kritik mevzu bu. Sosyal üretim alanın düzenlenmesi ve bir toplumda sosyal barışın inşa edilmesi sosyal güvenlik sisteminden geçiyor. Bunu bulmuş dünya ve çok daha iyi bir yere götürebilir ama götürmüyor. Neden? Neoliberal sistem zaten geldi, ilk sosyal güvenliğe saldırdı; özelleştirmeden girdi, her türlü melaneti bu alanda bu zihniyet yarattı.
Peki, biz ne yapıyoruz? Sizin yirmi yıllık sürecinizde sosyal güvenlik alanındaki gelişmeler ne oldu? Şimdi, burada diyorsunuz ki: "Aktüerya hesaplarını tutturuyoruz." Aktüerya hesaplarını çok iyi bilirim. Aktüerya hesaplarını tutturmanın iki yöntemi var. Siz birinci yöntem üzerinden gitmişsiniz, ne yapmışsınız? Çalışanların üzerine vergi yükünü -sosyal güvenlikle birlikte biz bu prime "istihdam vergisi" diyoruz- bindirmişsiniz, öbür taraftan bundan yararlanacak olan kesimlere de yoksulluğu reva görmüşsünüz. Böyle, aktüerya hesabı tabii tutar, bunda bir sorun yok; herkes yoksul, çalışan da yoksul, emekliler de yoksul, bu hesabı tutturmakta bir sorun yok, bunu buradaki herkes tutturur, Bakanlığın marifeti burada değil; marifet, yoksulluk sınırının üzerinde ücretlerin olduğu bir ülkedir ve emeklilerin insanca yaşayabileceği bir ücrete, maaşa kavuşmasından geçer. Bunu sağlayabildiğinizde aktüerya hesaplarınızı tutturabilir misiniz? Tutturamazsınız. Örneğin, Türkiye'de yoksulluk sınırı nedir? 40 bin liradır. Ortalama emekli ücreti nedir? Açlık sınırının altındadır. Türkiye'de asgari ücret ne kadardır? Açlık sınırının altındadır. Yine, sizin sunumunuzda, ilk defa... Bizim dilimizde tüy bitti bunu anlatmak için ama neyse, burada sunumunuza girmiş.
Asgari ücrete vermiş olduğunuz vergi teşviki için diyorsunuz ki: "İş yerlerine veriyoruz." Evet, doğru söylüyorsunuz, iş yerlerine veriyorsunuz çünkü ücretli maaşını aldığında stopaj kesilir, eline net bir şekilde verilir. Dolayısıyla ona siz "favor" bir avantaj sağlamıyorsunuz, iş yerini yani işvereni fonluyorsunuz; başta söylediğim mesele bu. Bu ne yapıyor? İşte, fay hattında stres biriktiriyor. İşte, deprem buradan geliyor, sosyal sınıfların çatışma alanı tam da burada saklı.
Bakın, bugün Türkiye'de sadece asgari ücretliler mağdur değil. Ama şöyle bir şey de var, bunun da ölçümlerini eminim yapmışsınızdır: Türkiye'de ortalama ücretler ne kadar? Hesapladınız mı? Eminim hesaplamışsınızdır. Ortalama ücretlerin belirlenmesindeki en yüksek faktör asgari ücretliler çünkü çalışanların neredeyse çok büyük bir kısmı asgari ücret alıyor. Dolayısıyla ortalama ücretlere baktığımızda asgari ücrete yakın çıkıyor Türkiye'de. Bu da Türkiye yoksulluğunu bize anlatan en önemli ölçütlerden biri. Genelde, dünyada çalışanların yüzde 10 ya da daha altındaki ücret, asgari ücret olarak ortalamaya giriyor; bizde bu oran 5 kat, 6 kat; bu, felaket bir şey. Neden herkes asgari ücretle çalışıyor bu ülkede? "Asgari ücret" kavramı aslında kavram olarak da bizim HEDEP olarak karşı olduğumuz bir kavram, biz insanca yaşam sağlayacak bir ücreti savunuyoruz ama maalesef, Türkiye'de asgari ücret, asgari yaşamları karşımıza çıkarıyor; sömürü, sefalet, yoksulluk... Dünya Sefalet Endeksi var, yoksulluk haritaları var dünyada, buna dair çok önemli çalışmalar var ve bütün bunları ele alıp değerlendirdiğimizde çok ciddi bir sorunumuzun olduğu ortaya çıkıyor ve bu sorunun çözümü... Özellikle, Çalışma Bakanlığının programında yoksullukla mücadele adına bazı önemli çalışma başlıkları görmek isterdik ama maalesef yok.
Bütün bunların üstüne enflasyon var, enflasyonist bir şey var. Siz, şimdi, toplu iş sözleşmelerinde ya da işte, biraz önce sendika görüşmelerinden de bahsettiniz; bunların hepsinde, enflasyonla mücadele meselesinde sanki Merkez Bankasının destek ayağı gibi davranıyorsunuz. Oysa enflasyonun bu kadar yüksek olduğu, hele hele yoksulluğun bu kadar derin ve yaygın olduğu bir yerde, çalışanların ücretlerinin -ki bu akademik bir çalışma, siz de bir akademisyen olduğunuz için bilirsiniz- enflasyona ezilmeyecek şekilde düzenlenmesi çok çok kritik. Bizde tam tersi oluyor, şöyle oluyor: İnsanlar yaşıyor, eziliyor enflasyonun altında, altı ay sonra enflasyon ayarlaması geliyor; geçmiş ola. Onun üzerine fiyatlar artmaya devam ediyor zaten. Bu "eşelmobil" denen sakat bir anlayışın farklı bir uygulaması. Ücretlilerin önden alacağını alıp enflasyona karşı kendini koruması lazım, arkadan gelen fiyat artışının, ücret artışının kimseye bir yararı yok. Hayat pahalılığı ciddi boyutlarda, dolayısıyla burada çok ciddi bir sorun var.
Başka bir şey daha var, daha da vahimi, giderek kötüleşiyor durum: Negatif sosyal ücret. Şimdi, sosyal üretim alanını düzenlerken sosyal ücret önemlidir Sayın Bakan. Şimdi, işçiler işe nasıl gidiyorlar? Dolmuşla, otobüsle. Sizin işçilerin sosyal ücretlerini arttırabilmenizin yolu, onların ücretsiz taşıma hizmetinden yararlanmasını sağlayacak düzenlemeler yapmaktır. İşçilerin beslenmesi, kalori hesapları sosyal ücrete giren şeylerdir; onların tatil hakkı, aileyle zaman geçirmeleri sosyal ücrete girer. Türkiye'de bunların hepsi negatif yani bunların hepsi asgari ücretin içine giydiriliyor, dolayısıyla sefaletin boyutu daha da büyüyor; Türkiye'de en önemli sorunlardan biri bu.
Bitmiyor; güvencesiz çalışma, esnek çalışma... Talihsiz bir şekilde hem kalkınma planında hem de sizin sunumunuzda esnek çalışmaya dair olumlu bir yaklaşım var. Bir kere, çalışma barışı dediğimiz, toplumsal barış dediğimiz meseleyi en çok dinamitlemiş, son kırk yılda bu alanda en çok dinamitlemiş kavramlardan biri bu esnek çalışma. Esnek çalışma, aslında nöbetleşe işsizlik demek. İşsizlik rakamlarını verirken şöyle bir şey yapıyoruz biz: O an çalışan üzerinden... Hayır, düzenli ne kadar çalıştığına bakmak lazım insanların, ortalama düzenli çalışma sürelerine bakmak lazım insanların. Oysa Türkiye'de bir nöbetleşe işsizlik var; mevsimlik çalışıyor neredeyse, artık mevsimlik tarım işçisi gibi mevsimlik istihdam var. İnşaat sektöründe bunu görmeniz mümkün, turizm sektöründe bunu görmeniz mümkün. Dolayısıyla bu anlamıyla baktığımızda, esnek çalışma, sendikasız çalışma, sigortasız çalışma, bunlar gerçekten çok ciddi anlamda işçi sınıfının üzerinde önemli bir yük oluşturuyor.
Eskiden işçi sınıfına proletarya denilirdi, şimdi proletarya kavramı yeterli değil, artık prekarya deniliyor o yüzden yani o denli bir sefalet durumu, o denli güvencesiz çalışma var ki. Proletarya düzenli fabrika işçilerini özellikle işaret eden bir kavramdı ama şimdi kentin içinde ne iş bulsak yaparız hâline dönüşmüş bir durum bize artık prekaryayı gösteriyor. İşsizlik oranından bahsettim, çok ciddi boyutlarda aslında bu şekilde hesapladığınızda. Emeklilerin durumunun zaten ne kadar vahim olduğunu uzun süredir burada dile getiriyoruz. En düşük emekli maaşının 7.500 lira olması zaten kendisini tarif ediyor.
Kadınlar... Kadın istihdam oranı yüzde 35'te kalıyor ama şimdi, şu söyleniyor: "Nereden nereye geldik." Nereden nereye geldik de OECD ortalaması yüzde 55 kadın istihdamında. Geldik, bir de nasıl geldik? Şimdi, hep "Şunu yaptık, bunu yaptık." diyor ya AKP iktidarı, iktidarınız; tamam, yaptınız ama nasıl yaptığınız, yaptığınız şeyler kadar önemli. Dolayısıyla kadın istihdamında bu orana çıktığımız durumu değerlendirdiğimizde şunu görüyoruz: Kadın yoksulluğu artmış, kadın emeği daha fazla sömürülmüş. Dolayısıyla bugün kadın emek gücü yedek iş gücü ordusunun önemli bir başlığı olarak gözüküyor ve bu alandaki sömürü çok ciddi boyutlarda.
Gençler... Şimdi, bu işsizlik rakamının içinde gençler ayrı bir önemli bölümü oluşturuyor hem üniversite mezunu genç nüfus hem de diğer genç nüfus adına. Şimdi, oran vermek birçok ekonomik kavramda, finans kavramında önemlidir ama "işsiz" deyince bu iş oranla olmaz "işsiz" demek insan demek. Dolayısıyla rakamlar önemlidir. Türkiye'de 8 milyona kadar varan bir işsizlik ölçümü var; sendikaların, bağımsız kurumların yaptığı. 1 kişi bile olsa o işsizdir, o mağdurdur, gelirden yoksundur, elinden çok önemli haklar toplum tarafından aslında zımnen alınmıştır. İster 1 kişi olsun ister 8 milyon ama işsiz varsa bu hepimizin sorunudur, Bakanlık olarak da çok önemli bir meselenizdir.
Bunun için rakamlara, oranlara boğulmak yerine bir kamu istihdam politikası üretmek zorundasınız ve bu ülkenin kamu istihdam politikası yok, tam tersine neredeyse bunu da tümüyle piyasaya havale edecek bir şey var. "Kamu emekçileri var." diyeceksiniz; evet, kamu emekçileri var fakat kamu emekçilerinin de oranı çok düşük. Bugün Türkiye'de kamu hizmetlerinin niteliğinin bu denli düşük olmasının bir nedeni de kamu istihdamının yetersizliğidir; evet, yetersizliğidir. Bakın, bunun rakamlarını da karşılaştırırsanız, dünyayla oranlarsanız... Neden? Çünkü bizim zaten bütçemizin gayrisafi yurt içi hasılaya oranı çok düşük, yüzde 35'lerde olması, yüzde 40'larda olması gerekirken...
İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Vardır da...
SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Duyamadım.
İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Vardır da diyorum anca komünizm uygulanan ülkelerde vardır.
SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Yok, hayır, Batı'da var, Batı'da var. Mesela, Almanya'da var, Fransa'da var, Belçika'da var, Danimarka'da var; oranlara bakarsanız yüzde 35'lere, yüzde 40'lara kadar çıkar. Bu bir düzenleyici mekanizmadır çünkü kamu istihdamı, istihdam dünyasını düzenler. Biz istihdamdan kaçıyoruz, kamu harcamalarını küçültelim, kamu gelirini küçültelim... Neoliberal anlayış bunu çok iyi pazarladı dünyaya, bizim gibi ülkeler de bunun alıcısı oldu, AKP de bunun şampiyonu oldu ve geldiğimiz nokta bu.
Engelliler... Engellilere yönelik düzenleme önemlidir. Bakın, engelli istihdam oranları artırılmalıdır. Çok ciddi sayıda engelli nüfusu var bu ülkede, öyle iş yerlerine 1 kişi, 2 kişiyle olmaz. Bir de iş yerlerinde çalışma koşulları çok çok önemli, bunların düzenlenmesi gerekiyor.
Bu alanda, toplumun diğer alanlarından, siyasi alandan daha çok çalışma yaşamı içinde ekonomik alandaki ırkçılık çok daha sıkıntılı bir konudur Sayın Bakan çünkü ırkçılık hamasete gelince işte bazen Kürtlere karşı, bazen mültecilere karşı siyaseten çok rahat kullanılıyor ama çalışma yaşamında tam da iş yerinde ete kemiğe bürünüyor.
İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Nasıl bir şey oluyor bu?
NİLGÜN ÖK (Denizli) - Mesela?
SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Nasıl bir şey oluyor? İşte, düzenli göçün savunusuyla oluyor, ücret pazarlıklarında oluyor, mültecilere düşük ücret ödemede oluyor; işinden olan ile, onun yerine işe alınacak olanların karşı karşıya gelmesiyle oluyor; bu tam da ırkçılığın günlük hayattaki yansımaları oluyor. Oysa bizim toplumsal barışa ihtiyacımız var; Kürtler, Türkler olduğu kadar artık mültecilerle de barışa ihtiyacımız var. Irkçı bir yaklaşımla "Vay Suriyeliler niye geldi? Onları kovalım buradan." demek, bundan on yıl, yirmi yıl önce İstanbul'a, İzmir'e çalışmaya gelen ve hâlâ mevsimlik tarım işçisi olan Kürt işçilerine yapılan muameleden farklı değil. Oysa bu ülkede işçi sınıfının arasında ırkçı hiçbir duygu yoktur, bu duyguyu oraya pompalayan siyasi iktidardır.
İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Millette de böyle bir şey yok, kimsede yok. Bunlar yanlış söylemler.
SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Siyasi iktidarın bu anlayışından vazgeçebilmesi için, her şeyden önce çalışma barışını sağlamak için insanların etnik kimliklerine göre değil, onların vatandaşlık hukukuyla ve hatta mültecilere de bu yaklaşımla yaklaşması gerekir ki işte sosyal üretim ve sosyal barış arasındaki en önemli bağlardan biri bu. Fakat biz bunu göremiyoruz, biz sürekli bu alanın dinamitlendiğini görüyoruz. Bütün bunları bir arada değerlendirdiğimizde, hem ortalama ücret hem sosyal ücret hem sosyal barış adına atılacak adımlar olarak değerlendirdiğimizde Türkiye'nin önünde çok önemli bir sorun olduğu Bakanlığınızın çerçevesinde karşımıza çıkıyor.
Burada, tabii ki belli iyileşmelerden bahsederken reel artışlardan da bahsediyoruz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Temelli, ilave süre veriyorum, iki dakikanız var.
Buyurun lütfen.
SEZAİ TEMELLİ (Muş) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Mesela, reel yüzde 655'ler, reel artışlar ya da başka rakamlarda da görüyoruz. Bu hesapların bir propaganda amacıyla yapılmaması gerektiğinin çok çok önemli olduğuna vurgu yapmak istiyoruz. Bakın, bugün TÜİK'in sürüklenmiş olduğu yer, bugün ekonomideki birçok sorunun yaşanmasına neden oluyor. Rakamlar doğru, net, şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşılmalı ki sorunun gerçekliği anlaşılsın ve soruna siyaset makamı, siyaset mekânı çözüm üretebilsin. Burası çözüm üretmek yerine, üretilmiş sonuçlar üzerinden sadece işte burada birbirine sözünü söyleyerek çekip gidiyor. Oysa çözüm üretmek zorundayız, siyaseten de ekonomik olarak da toplumsal sorunlara da çözüm üretmek zorundayız ve bugün Türkiye'nin en büyük yapısal sorunlarından biri Kürt sorunuysa diğeri yoksulluk sorunudur. "Yoksulluk sorunu" dediğinizde dönüp bakacağınız yer işçi sınıfıdır, sermaye sınıfı değildir. Sermaye sınıfının böyle bir sorunu yok çünkü sizden öncekiler uzun süre bize "İmtiyazsız, sınıfsız bir kitleyiz." hikâyesini anlattı. İmtiyazlı, sınıflı olduğunuzu çok iyi biliyoruz. Siz de geldiniz "Bir lokma, bir hırka." dediniz, lokma ile hırka biz işçi sınıfına düştü, "dolce vita" da sermaye sınıfına düştü.
Teşekkür ederim.