KOMİSYON KONUŞMASI

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, Plan ve Bütçe Komisyonunun değerli üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarımızın değerli temsilcileri, yöneticileri, değerli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bugün, tabii, burada, önemli bir Bakanlığımızı görüşüyoruz, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı. Şunu söylemek lazım: Sanayi sektörü aslında lokomotif bir sektör özellikle imalat sanayisi açısından düşündüğümüzde; bu, diğer bütün sektörleri etkileyen, karşılıklı girdi çıktı alışverişinin yapıldığı bir sektör. Yani aslında, tarım ve diğer hizmet sektörlerini de bir anlamda lokomotifin arkasındaki vagonlar gibi düşünmek lazım, o yüzden imalat sanayisinin önemi çok fazla.

Şimdi, cumhuriyetin 100'üncü yılını kutluyoruz. Baktığımız zaman, cumhuriyetin de iktisadi bağımsızlığı, kalkınmayı ne kadar temel bir amaç olarak kabul ettiğini biliyoruz. Burada, özellikle sanayileşme çok önemli addedilmiş ve o dönemin kıt kaynakları bu doğrultuda kullanılmaya çalışılmış. Önce, tabii, 1929 Büyük Buhranı, arkasından, devletçilik politikalarıyla Türkiye'de Etibanklar, Sümerbanklar, şeker fabrikaları, çimento fabrikaları ta cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak uygulamaya geçmiş. Fakat ilginç olan Birinci Sanayi Planı, 1934 yılında bir beş yıllık sanayi planı hazırlanıyor; bu, makro ölçekte bir plan değil -sonraki 60'lı yılların planlama deneyimi gibi değil- ama sanayinin tamamen geliştirilmesi üzerine ve özellikle yurt dışından ithal ettiğimiz ürünlerin yurt içinde üretilmesi üzerine kurulmuş, 1934-1938 dönemini kapsıyor. Temel olarak o dönem literatürde de 3 beyazın Türkiye'de üretilmesiyle simgeleşmiştir; un, şeker, kumaş. Ve 20 fabrika kurulmuş, sadece bu ürünler de değil, onun dışında da kâğıt sanayisinden cam sanayisine, alüminyuma kadar, demir çeliğe kadar birçok fabrikanın, üretime öncülük edecek tesislerin kurulduğunu görüyoruz. Sonrasında, daha bu plan dönemi bitmeden İkinci Sanayi Planı hazırlanıyor, 1939 yılında uygulamaya geçecek ama İkinci Dünya Savaşı koşulları bu planın uygulamaya konulmasını engelliyor. Orada da 3 karanın Türkiye'de üretimi üzerinden sembolize edilir; kömür, demir ve petrol ürünleri, akaryakıt ürünleri olarak.

Sonrasında, planlı kalkınma dönemi ise makro planda bütün Türkiye'nin ulusal anlamda bir planlamasının yapılması üzerinden kurgulanmıştır. Devlet Planlama Teşkilatının kuruluşu ve 1963'te başlayan planlı kalkınma dönemi, Birinci Kalkınma Planı ve sonrasında diğer planlar uygulamaya konuldu. Bu planlı dönemi aslında ikiye ayırmak gerekiyor; biri, 1960-1980 arası dönem; ikinci dönem 1980 sonrası dönem; hatta -bir üçüncü dönem de diyebiliriz- üçüncü dönem de Devlet Planlama Teşkilatının kapatıldığı, planlamanın artık bir kaynak tahsis mekanizması olarak da adının Türkiye'deki mevcut kurumsal yapıdan silindiği bir dönem oldu.

İlk ithal ikameci sanayileşme dönemi, 1963'te başlayan Birinci Plan ve ilk üç plan -Dördüncü Plan, biraz, tabii, tam uygulamaya konulamadı- yurt dışından ithal ettiğimiz malları Türkiye'de üretmek üzerine kurulu, 3 aşaması vardı: Öncelikle tüketim mallarını ikame etmek, sonra ara malların Türkiye'de ikamesi ve sonunda da yatırım mallarının ikamesiydi. Birinci aşama, tüketim mallarının ikamesi son derece başarılı bir süreç olmuştur özellikle dayanıklı tüketim malları alanında; sadece kamuyu söylemiyorum, kamu-özel sonuç itibarıyla. Biliyorsunuz, bizim planlama deneyimimiz Sayın Bakan, kamu için emredici, özel sektör için yol gösterici, yön göstericidir, başarılıdır. Ara mallarının ikamesi sürecinde de belli aşamalar kaydedilmiştir ama 1970'li yılların kriz yılları olması dünyada, önce 1973'le başlayan birinci petrol şoku ve sonra dünya ekonomilerini küresel anlamda -o zaman "küresel" demiyorduk "uluslararası bir kriz" diyorduk, artık "küresel" diyoruz- "stagflasyon" dediğimiz, hem durgunluğun hem enflasyonun birlikte yaşandığı ciddi bir sürece sokmuştur. Sonrasında da 1980'de 24 Ocak Kararlarıyla birlikte yeni bir dönemin başladığını görüyoruz; dışa açık bir ekonomik model. O modelin de altında aslında Ricardo'nun karşılaştırmalı üstünlükler teorisi yatar. "Hangi üretim faktörünüzde avantajlıysanız o üretim faktörü üzerinden üretim yapın." modeli burada uygulamaya konulmuştur ve Türkiye'de de sermaye kıt, emek boldur. Bu anlamda, bu dönemin özelliği emek yoğun endüstrilerin ön plana çıkmasıdır ve işte orada hizmetler alanında tekstil sanayisi, turizm sanayisi ve inşaat sanayisi ön plana geçmiştir. Bu, ilginç bir dönemdir; tabii ki Türkiye'nin dış ödemeler krizi anlamındaki sorunlarını çözmüş ancak Türkiye'de bir sanayisizleşme sürecini başlatmıştır, o sanayileşmeye ilişkin ikameci süreç yarıda kesilmiştir. Aslında hem ikamenin hem de dışa açılmanın birlikte gerçekleştirilebileceği bir süreç olsaydı Türkiye bugün çok farklı bir yerde olurdu. Sonrasında da -dediğim gibi- 1989'da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle birlikte Türkiye, dışarıdan gelen dış tasarrufların, sıcak paranın egemenliği altına girmiştir. Bugün geldiğimiz noktada sanayi sektörünün bir anlamda yerinde durduğunu, durakladığını... Tabii ki zaman içinde bir şeyler gelişiyor, rakamlar büyüyor ama genel anlamda paylar olarak baktığınızda çok ciddi pay artışları sanayide yok, daha çok hizmetler sektörü büyümüştür. Yani Türkiye, aslında sanayileşmeyi, bir anlamda o süreçleri tamamlamadan, hizmetler sektörünün ekonomide ağırlığını koyduğu bir yapıya geçmiştir. Tabii, o dönemden beri hep şunu görüyoruz -ben de plancıyım, eski DPT mensubuyum- bütün planlarda: "Hep yüksek katma değerli mal ve hizmet üretelim, teknoloji yoğunluğunu artıralım." Tabii, bunlar güzel şeyler, bu sözleri söylemek "Bilgi toplumuna geçelim." demek ama bunun altını doldurmadığınız zaman, bunun altına doğru politikaları koymadığınız zaman, tedbirleri almadığınız zaman işte Türkiye böyle yerinde, duraklama süreci içinde olmuştur.

Sanayi sektörüne ilişkin birkaç göstergeyi vermek istiyorum; bu söylediklerimizi de destekleme anlamında, ekonomi içindeki payı açısından, imalat sanayisi, özellikle imalat üzerinde durmak... Çünkü madencilik ve enerji ayrı bir dinamikte hareket ediyor. İmalat 2022 rakamı, imalat sanayisinin millî gelir içindeki payı yüzde 22,1'dir fakat çok ilginç, istihdamdaki payı da yüzde 20'dir yani aslında bu da şunu gösteriyor ki sanayinin içinde yüksek teknolojili sektörlerin, orta yüksek teknolojili sektörlerin değil, daha çok düşük teknolojili sektörlerin egemen olduğunu gösteriyor. Yani bu, bir taraftan da bir verimlilik göstergesi, kişi başına katma değer ölçütü yani aslında istihdam kadar bir millî gelir artışı var, hâlbuki beklenen aslında orada bir dönüşümün sağlanması. Bu sektörel, eğer yukarıya doğru bir teknoloji yoğunluğunu arttıracaksak bu olmalıydı.

İç ticaret hadlerine baktım, 2009'dan aldım çünkü yeni millî gelir serisi bir kırılma yarattı, daha öncesine ilişkin 2009 öncesi ve sonrası arasında ciddi bir kırılma var. 2009'a baktım, endeks oluşturdum; 2009'da 100 dediğimizde tarıma 2022'de 139 olmuş; imalat sanayisi 100'müş, 97'ye düşmüş; hizmetler de 100'den 87'ye düşmüş. Aslında göreli fiyat hareketleri açısından da baktığınızda çok önde gözükmüyor.

Teknoloji yoğunluğu konusu: Şu andaki mevcut yapıda orta düşük ve düşük teknolojili sektörlerin egemenliği var imalat sanayisinde. İkisinin toplamı üretimde yüzde 72,2; ihracatta biraz daha azalmış, yüzde 63,1 fakat ilginç olan şu: 2002 yılından bugüne kadar baktığınız zaman -hep yüksek teknolojili sektörlerin önemini söylüyoruz ya- paylar artmamış, azalmış yani o dörtlü ayrım içinde baktığımızda, içsel dağılımını aldığımızda yüksek teknolojili sektörlerin toplam imalat sanayisi içindeki payı 2002'de yüzde 5,1'miş -üretim içinde söylüyorum- 2022'de yüzde 3'e düşmüş; bakın, artmıyor, azalıyor. Tabii ki artıyor ama payları söylüyorum, pay olarak diğer sektörlerin daha önde olduğunu görüyoruz. İhracatta da rakamları vereyim: 2002'de yüksek teknolojili sektörlerin payı yüzde 6,2'ymiş, 2022'de yüzde 3,1'e düşmüş yani yüksek teknoloji alanında bir ileri gidiş yok; düşükten yukarıya doğru, orta düşük ve biraz orta yükseğe doğru bir gidiş var ama hâlâ düşük ve orta düşük teknolojili sektörler imalat sanayisinin büyük bir çoğunluğunu oluşturuyor; sektörler ve o sektörlerde üretilen tabii ki mal ve hizmetler.

Kamu: Kamunun sabit sermaye yatırımları açısından baktığımız zaman millî gelirdeki payı düşmüş, 2002 yılında yüzde 4,8'miş, 2022 yılında yüzde 3,6'ya düşmüş fakat ilginç olan, kamu sabit sermaye yatırımlarına kendi içinde baktığımızda 10'lu bir sektör ayrımı vardır. İmalat, 2002 yılında yüzde 3,2'ymiş toplam yüzde 100 içindeki payı, sonra 2022'de binde 7'ye düşmüş, yüzde 1'in altında. Bu, aslında şunu gösteriyor: Bizim hep konuşmalarımızda da diğer bakanlıklarla olan konuşmalarda da eleştirdiğimiz husus; kamu, altyapı yatırımları alanından çekiliyor, imalat sanayisi alanından da çekiliyor ve bunun yerini "kamu-özel iş birliği" dediğimiz modelle özel sektör doldurmaya çalışıyor. Tabii ki bir ekonomi içinde kamusuyla özeliyle, hepsi doğal olarak bu ülkenin kaynaklarında birlikte olacak, ortak bir seferberlik olacak ama kamuyu bu kadar dışarıda tuttuğunuzda ve geçmişte kamunun yaptığı fiziki ve sosyal altyapı yatırımlarını kamu-özel iş birliği modeliyle özel sektöre yaptırdığınız zaman özel sektör esas yapması gereken dış ticarete konu olan sektörlerde üretim, uzmanlaşma ve ihracatı yapamıyor. Bu, aslında Türkiye'nin gelişmesi açısından da ciddi bir sıkıntı oluşturuyor. Aslında kamu-özel iş birliği modeline baktığınız zaman, o modelin ilk "yap-işlet-devret"teki tanımına bakarsanız kanunda "ileri teknolojiyi gerektiren projeler" diyor; asıl mantık bu. Ben, 24'üncü Dönemde milletvekilliği yaptım, o dönemde de bunları söylemiştik, altyapı yapmasın demiştik yani baktığımız zaman kamu-özel iş birliği projeleri olabilir elbette ama bunlar genel anlamda ileri teknolojiyi gerektiren alanlar olsun, böyle bir şey olduğu zaman tabii ki memnun oluruz ama zaten geçmişten beri devletin yaptığı köprüleri, otoyolları, hastaneleri bugün özel sektörün yapmasının bir anlamı yok; ekonomi bu şekilde büyümez. Özel sektör, esas, dediğim gibi, girecek, üretim yapacak, ihracat yapacak; araştırma-geliştirme, üniversiteyle iş birliği yapacak, kamu da burada bu sürecin içinde olacak. Fakat bugün, dediğim gibi, ne yazık ki kamu-özel iş birliği projeleri de âdeta devlette bir kara delik oluşturdu, çok büyük rakamlara ulaşmıştır; vazgeçilen gelirlere, şehir hastanelerine ödenen kiralara baktığımızda önümüzdeki üç yıl için kamu-özel iş birliğiyle yapılan projelere yaklaşık 623 milyar Türk lirası para ödenecek.

İmalat sanayisinde Reel Birim Ücret Endeksi var yani ücretler ne seviyede olmuş? İmalat sanayisini konuşuyoruz, tabii lokomotif sektör, gene aynı şekilde Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının hazırladığı bir tablo var: 2009'dan öncesini 100 olarak kabul ediyor endeks, 2009 yılında -TL cinsi olarak söylüyorum önce- endeks 102,1'miş, 2022 yılında, on üç yıl sonra 105,3'e çıkmış yani on üç yılda imalat sanayisindeki reel ücretlerdeki artış sadece yüzde 3,1; dolar cinsinden baktığımız zaman 2009 yılında 112,5 olan endeks, 2022 yılında 63,8'e düşüyor, eksi yüzde 49'luk negatif bir gelişme var yani azalış var; euro cinsinden baktığımızda da endeks 90'mış, 67,5'e düşmüş, yüzde 23'lük bir düşüş var. Bu, aslında imalat sanayisine de baktığımız zaman ücret seviyelerinin düşük olduğunu gösteriyor yani aslında Türkiye, söylendiği gibi bir biçimde teknoloji yoğunluğunu artırarak yüksek katma değerli mal ve hizmet üretimine ne yazık ki geçememiş ve AKP'li hükûmetlerin olduğu yıllarda da bunun olmadığının en büyük göstergesi ne yazık ki bu rakamlar.

Şimdi, tabii, biraz önce de söyledim fiziki ve sosyal altyapıyı ve bir de tabii, teknolojik altyapı var. Teknolojik altyapı alanında kamusuyla özelliğiyle tabii birlikte olma ihtiyacı var ama kamunun da burada öncülük yapmasının önemli olduğunu düşünüyoruz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak da bu görüşlerimizi değişik zamanlarda ifade ediyoruz. Yani yeni alanlara girişte, yüksek teknolojili alanlara girişte kamunun öncülük yapması; giriş stratejileri oluşturması, gerekirse kamu-özel iş birliği modelleri içinde orada... Biraz önce söylediğim gibi, kamu-özel iş birliği değil; zaten devletin yapabileceği işleri, altyapı yatırımlarını özel sektöre vermek değil ama yeni alanlara girişte farklı modellerin birlikte oluşturulmasına ihtiyaç var.

Aslında, bugün geldiğimiz nokta da ilginç. 2008 krizinden sonra dünya ciddi anlamda neoliberal paradigmanın tartışıldığı bir noktaya geldi ve bakın, bugün de dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde korumacı politikalar -kısmen ticaret savaşıyla ortaya çıkan, kısmen de korumacı politikalar- ön plana geldi, bütün ülkeler kendi sanayilerini, kendi üretimlerini dışarıdan gelen rekabete karşı koruyorlar. Yani neydi bu neoliberal paradigma? Uluslararası bir meta zinciri, değer zinciri var, ona eklemlenin. Nereden eklemleneceksiniz? Yaptığınız üretim biçiminden, hangi üretim faktörünüz bolsa onun üzerinden. E, Türkiye'de emek bol; o zaman uluslararası değer zincirlerine alt halkalardan eklemlenmenin Türkiye'nin hiçbir şekilde rekabet gücünü artırması ne yazık ki mümkün gözükmüyor. Bu anlamda, teknoloji ağırlıklı sektörlere yönelik ulusal üretici ve kaynakları kollayan bir politika oluşturulmalı. Bu çerçevede gelişmiş bir yan sanayisi olan ya da hızla gelişebilen bazı sektörler ile güçlü yerel üreticilerin bulunduğu sektörlere gerekirse girişin kısıtlanması, tedarik zincirlerinde yerli şirketlere öncelik tanınması, yerli parça oranının yüksek tutulması gibi bir kısım seçici politikalara ihtiyaç var. Yani aslında bir biçimde yeniden kısmi anlamda, geçmişteki 60-80 arası gibi değil ama belli bir ikameci politikayı da içeride kurmak zorundayız. Bugün gelinen noktada, uluslararası sistem içinde bunun yapılabilme imkânları yüksek gözüküyor. O anlamda Türkiye'nin elbette bu alanda ileri gitmesi, üretimini artırması, yüksek teknoloji alanlara gitmesi bizleri, hepimizi memnun edecek ama dediğim gibi, bunu bilinçli bir politikayla yapmak gerekiyor, bunu planlamayla yapmak gerekiyor. "Planlama" demek; neredeyiz şu anda, nereye gidiyoruz, nasıl gidebiliriz, hangi yollarla gidebiliriz gibi bir yaklaşım içinde planlamanın yeniden Türkiye'de ağırlıklı olması; birbirlerini ikame edici değil, piyasa ve planlamanın birlikte çalıştığı bir ekonomik modelin Türkiye'de bugün içinde bulunduğumuz konjonktürde uygulanmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Gelişmişlik farkları... Tabii, sizin örgütünüzün, Bakanlığınızın bir yapısında da bölgesel gelişme var; geçmişte Devlet Planlama Teşkilatında ve sonra Kalkınma Bakanlığındaydı ama sunuşta da baktım, orada çok fazla bir vurgu görmedim, oysa Türkiye'de iller itibarıyla ve bölgeler itibarıyla gelişmişlik farkları çok açık ve net. Özellikle, Türkiye sanayisi, son derece, bölgesel olarak, yerleşim ve mekânsal olarak baktığımızda bir anlamda dengeli olmayan, dengesiz bir yapı içinde gelişmiş; o zaman, bu, aktif politikalar gerektiriyor. Hem bu anlamda bölgesel eşitsizliğin azalması için doğrudan yatırımların yapılması hem de aynı zamanda insan kaynaklarının geliştirilmesi ve yetişmiş insan gücünün bölgede tutulması için seçici politikalara ihtiyaç var fakat ben sunuşta buna ilişkin ciddi bir vurgu görmedim. Bölgesel kalkınma ajansları çok büyük iddialarla kuruldu ama yeteri kadar aslında aşağıdan yukarıya doğru, yerelden ulusala doğru bir modeli, bir anlamda, sembolize ediyordu ama ne yazık ki çok başarılı değil. Tabii, bir kısım projeler var, Avrupa Birliğinden alınan fonlar var ama dediğim gibi, burada daha etkin, daha belirleyici bir politikaya ihtiyaç var çünkü bir ekonomik sistemin temel amaçlarından biri de bölgesel gelişmeleri, gelişmişlik farklarını gidermek olmalı. Aynı şekilde, buna dayalı olarak gelir dağılımının düzeltilmesi de en az millî gelirin artması kadar, istihdamın artması kadar önemlidir diye düşünüyorum.

Tabii, işin bir boyutunda da beşerî sermaye var yani buna ilişkin, yüksek teknolojili alanlara geçişe ilişkin insan gücünü nasıl yetiştireceğiz? Eğitim sistemini dönüştürmek gerekiyor, mesleki ve teknik eğitimi ön plana çıkarmak Türkiye için çok önemli. Özellikle organize sanayi bölgelerinde teknoloji meslek liseleri, teknoloji üniversiteleri olmalı; gençlerin hem teorik eğitimi hem de uygulamayı birlikte yapabilecekleri modeller olmalı. Türkiye, daha çok, uygulamalı bilimler, mühendislik alanları üzerinde gelişiyor. Baktığımız zaman Türkiye'nin en parlak, belki üniversitede derece alan çocuklarının da mühendislik alanında olduğunu görüyoruz oysa temel bilimler alanı çok önemli. Matematik, fizik, kimya, biyoloji; bu alanlarda ne yazık ki Türkiye gerekli insan gücünü yetiştiremiyor ve bu alanlara önem vermiyor.

Bakın, bunun en büyük göstergelerinden biri de -bunu yeniden vurgulamak isterim Sayın Bakan- atanamayan meslek mensupları. Bakın, beşerî sermaye diyoruz, bugün, Türkiye'nin her yerinde insanlar eğitim gördükleri alanda çalışamıyorlar. Bugün, öğretmenler, ziraat mühendisleri, gıda mühendisleri, veterinerler, orman mühendisleri, medikal mühendisler, hemen hemen bütün alanlarda ve teknik alanlarda insanlar atanmayı bekliyorlar. Var olan, yetiştirdiğimiz beyin gücünü kullanamayan bir ekonomik sistemin ileriye gidebilmesi ne yazık ki mümkün değil. Beyin göçünün önlenmesi gerekiyor, Türkiye'den dışarıya çok ciddi bir beyin göçü var. Geçmişte şöyleydi: Özellikle yurt dışında eğitim gören gençlerin Türkiye'ye gelmediklerini; eğitim gördükleri yerde, özellikle Amerika'da, Avrupa'nın değişik ülkelerinde, oralarda kaldıklarını çünkü oralarda hem maddi hem de mesleklerini icra edebilecekleri imkânlara kavuştuklarını biliyoruz. Ama son dönemde özellikle bu ülkede, ülkemizde eğitim gören gençlerin de gittiğini görüyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Türeli, ilave süre veriyorum.

Buyurun lütfen.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Teşekkür ederim.

En son, ciddi anlamda, baktığımızda, doktorların ve sağlık personellerinin nasıl gittiğini görüyoruz ve Cumhurbaşkanın da onlara "Giderlerse gitsinler." şeklinde bu şeyi ifade ettiğini, bu olayın ciddiyetinin farkında olmadığını da görüyoruz ve bundan son derece büyük üzüntü duyuyoruz. Bu ülkenin yapması gereken, öncelikle, beyin göçünü engellemek, aynı zamanda da tersine beyin göçüyle gençlerimizin Türkiye'ye gelecekleri, bu ülkenin gelişmesi ve kalkınması için katkı verecekleri bir yapının oluşturulması ihtiyacı var. Sürekli gelirler, geçici projelerle gelirler, onun imkânları yaratılır ama dediğim gibi, bugün Türkiye'de gerçek anlamda dışarıya bir beyin göçü var. Ben de yurt dışında olduğum dönemde bunun en yakın tanıklarından biriyim. Yani bugün, tabii, övünüyoruz kendisiyle, örneğin, Aziz Sancar Nobel aldı ama şunu da söylemek lazım: Türkiye'de olmuş olsaydı Nobel alabilir miydi ya da Almanya'da aşıyı bulan kardeşlerimiz Türkiye'de -Hıfzıssıhha'nın bile kapatıldığı yerde- olsaydı bulabilir miydi? O zaman yapmamız gereken, bir biçimde Türkiye'de onların gelecekleri, çalışacakları, mesleklerini icra edecekleri ciddi bir yapıyı kurmak; hem iş açısından mesleklerini icra etmelerini hem de maddi anlamda o imkânı sağlamak gerekiyor.

Tabii, dediğim gibi, sanayi ve teknoloji alanı ciddi anlamda bir müdahaleyi gerektiriyor çünkü rekabetçi bir dünyadayız. Yani statik analizlerin bir anlamı yok, planda da çok eleştirdik; önce 2023 hedefleri vardı "Türkiye dünyanın ilk 10 ülkesi arasına girecek." şimdi de son planda 2053'e ertelendi bunlar. Bunların bir anlamı yok çünkü sonuç itibarıyla tek başınıza bir dünyada yaşamıyorsunuz. Kendi hedeflerinizi büyütmeyi düşünebilirsiniz, rakamları bir yerden bir yere getirmek eğer altını dolduruyorsanız anlamlı olabilir ama "Dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olacağız." demek sonuç itibarıyla başka ülkelerin ne yaptıklarını nasıl bildiğiniz sorusunu ortaya çıkarır. Bu da aslında yapılan işin ciddiyetini zedeler diye düşüyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Tamamlıyorum Sayın Başkan.

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Buyurun.

RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Son olarak şöyle söyleyeyim: Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı çok önemli bir bakanlık, bu anlamda da Türkiye'nin gelişmesi, kalkınması için de gerekli kaynakları kullanan, o gerekli vizyonu kuran bir şeydir ama dediğim gibi, geçmiş planlarda da Onuncu Kalkınma Planı'nda, On Birinci Kalkınma Planı'nda hep benzer şeylerin söylendiğini, kâğıt üzerinde kaldığını gördüğümüz zaman aslında sürecin, Türkiye'nin birçok şey yapabilecekken bugün bulunduğu noktanın son derece sıkıntılı olduğunu ve üzücü olduğunu da görüyoruz diyorum.

Teşekkür ediyorum.