KOMİSYON KONUŞMASI

ALİ ŞAHİN (Gaziantep) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; ben de hepinizi saygıyla selamlıyorum ve müzakerelerimizin, görüşmelerimizin hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Değerli arkadaşlar, hem Dışişleri Komisyonu üyesi olarak hem de NATO PA üyesi olarak, üzerinde konuştuğumuz, müzakere ettiğimiz İsveç'in NATO üyeliği konusuna biraz farklı perspektiflerden yaklaşmak istiyorum açıkçası. Öncelikle, NATO içerisinde İsveç özelinden bakarak bir geniş perspektif yakalamak zorundayız. Türkiye'nin NATO içerisindeki arz ettiği durum, üstlendiği misyonlar, NATO'nun içerisinden geçtiği süreçler, konjonktürümüz; bunları bir bütün olarak değerlendirmemiz lazım. Mikro ölçekte sadece İsveç'in NATO üyeliği meselesine bakarsak aslında hem konjonktürümüzü çok iyi anlayamamış olabiliriz hem de Türkiye'nin, ülkemizin kimi menfaatlerini sektirmiş olabiliriz. Bu açıdan, ben, şöyle, Türkiye'nin NATO içerisindeki önemi, arz ettiği değer... Belki birçoğumuzun şuur altında Türkiye bir NATO üyesi ama hangi şartlarda Türkiye NATO üyesi oldu, bunu hepimizin çok iyi bilmesi gerekiyor. Aslında, o NATO üyeliği serüvenimize baktığımızda da birçok ülkenin ödemediği bedelleri ödeyerek, birçok ülkenin maruz kalmadığı meydan okumalara maruz kalarak bugüne kadar geldiğimizi görüyoruz. Her şeyden önce Türkiye'yi NATO içerisinde en değerli kılan şey, bugüne kadar, Türkiye'nin bedel ödeyerek üye olmuş bir NATO üyesi olması. Türkiye NATO'ya üye olurken bir bedel ödedi. Nedir o bedel? 1950'li yıllarda Türkiye NATO'nun kurulmasının hemen ardından NATO üyeliği için başvurdu ancak 1952 yılına kadar yani Kore Savaşı'na kadar Türkiye'nin yapmış olduğu üç başvuru maalesef ki reddedildi. Akabinde Kore Savaşı'nın ortaya çıkmasının ardından Türkiye 4.500 kişilik bir güç göndermek suretiyle oradaki o savaşın bir parçası oldu ve bu savaşta 721 şehit verdik biz. Bu çok önemli bir bedeldi ve bizim bu savaşta hâlâ bulamadığımız 175 kaybımız var. 2.147 askerimiz gazi oldu, yaralandı. Neredeyse göndermiş olduğumuz tüm güçlerimiz bu savaşın bir sonucu olarak ya gazi oldu ya şehit düştü veya işte 175 askerimizin biz hâlâ naaşına ulaşabilmiş değiliz. Böyle bir bedel ödedikten sonra Türkiye NATO'nun bir üyesi olabildi. Bu anlamda Türkiye'yi NATO'nun bir bedel ödemiş üyesi olarak ayrı ve önemli bir yere koymamız gerekiyor.

Türkiye'yi diğer anlamlı kılan üyelik özelliğinden biri de Türkiye'nin NATO'nun 2'nci en büyük silahlı gücüne sahip bir ülke olmasıdır, hem savaş kapasitesi olarak hem askerî yetenek ve kabiliyet olarak Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra Türkiye'nin NATO'nun en büyük 2'nci askerî gücüne sahip olmasıdır. Diğer üçüncü bir... Belki bunu şu anlamda da değerli kılmamız lazım: Türkiye aynı zamanda NATO'nun en muharip 2'nci gücü, Amerika Birleşik Devletleri'yle beraber, en muharip 2'nci gücü. NATO'da ilk 2 muharip güç arasında yer alırken dünyada da muharip sayılabilen Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Çin'le birlikte dünyanın 4'üncü muharip gücü olarak tanımlayabiliriz. Bu da yine Türkiye'nin bir NATO üyesi olarak NATO içerisinde ne arz ettiğini ortaya koyması bakımından bence çok önemli.

Yine, bizi önemli kılan, Türkiye'yi önemli kılan, bence, Amerika Birleşik Devletleri'nin de ötesine taşıyan jeopolitiğimiz; son derece netameli bir coğrafyada, son derece çatışma üreten, Orta Doğu gibi, Balkanlar gibi, Kafkaslar gibi sürekli çatışma üreten, sürekli istikrarsızlık üreten 3 çatışma coğrafyasının tam merkezinde bir NATO üyesiyiz biz aynı zamanda. Bu anlamda da jeopolitiğimizin... İşte Rusya-Ukrayna savaşından birinci derecede etkileniyoruz, güneyimizdeki istikrarsızlık ve dalgalanmalardan, savaşlardan olumsuz bir şekilde etkileniyoruz. Bu da bizi yine jeopolitik bağlamında...

Atlantik'in ötesinde "safe heaven" yani son derece barışçıl bir coğrafyada hayat süren bir Amerika değiliz, 3 çatışma coğrafyasının tam merkezinde hayat sürmek zorunda kalan ve aynı zamanda da NATO'nun güney sınırlarını korumakla görevli olan bir ülkeyiz. Bu da aslında diğer bir konu. Biz aynı zamanda NATO'nun güney sınırlarını koruyoruz yani en sorunlu, en çatışmacı, en istikrarsız güney sınırlarını koruyan bir ülke olmamız hasebiyle de yine Türkiye'nin çok özel bir yeri olduğunu hepimizin bilmesi, görmesi gerekiyor.

Yine, NATO üyesi olarak Türkiye, NATO'nun kurucu 12 üyesi arasında tek Müslüman ülke yani İslam coğrafyası ile NATO üyelerinin veya Batı'nın o güvenlik stratejilerini oluşturan, iletişimlerini kuran, bedellerini ödeyen bir ülke olmamız hasebiyle de yine özel bir paragraf açmamız gerekiyor.

Bu anlamda, Türkiye'nin NATO için arz ettiği önemi anlayıp kavrayabilirsek işte, İsveç'le ilgili tutumlarımızın, İsveç'le ilgili kaygılarımızın da gerekçelerini çok doğru ve güçlü bir zemine oturtmuş oluruz.

Benim değinmek istediğim diğer bir konu NATO'da sıkça gündeme getirilen ve özellikle de NATO'nun önemli aktörlerinin dile getirdiği "müttefiklik ruhu" önemli bir kavram. Ancak bu müttefiklik ruhunun NATO üyeleri arasında son derece hipokratik bir zemin üzerinde ilerlediğini görüyoruz. Bu son derece önemli çünkü NATO gerçekten bir ittifak ve bir müttefiklik ruhu üzerine kurulmuş. Birimize açılan savaşın hepimize açıldığını kabul ediyoruz bu müttefiklik ruhu çerçevesi içerisinde ama az önce saydığım özellikleri NATO için son derece stratejik önem taşıyan, bedeller ödemiş ve meydan okumalarla karşı karşıya kalan bir ülke olmamıza rağmen maruz kaldığımız saldırılar söz konusu olduğunda bir ikiyüzlülükle yani müttefiklik ruhundan son derece uzak bir ikiyüzlülükle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Yani NATO da NATO Genel Sekreterliği de ve NATO'yu oluşturan -31 ülke mi oldu en son sayı Finlandiya'yla birlikte- 31 ülkenin tamamı da bugün herhalde Türkiye'nin sınırlarını, güney sınırlarını NATO'nun güney sınırları olarak kabul ediyorlar. Ama her ne hikmetse Türkiye'nin güney sınırları bir saldırıya maruz kaldığında, roketlere maruz kaldığında, Suriye krizi sürecinde -ben aynı zamanda NATO'nun güney sınırlarındaki bir şehrin milletvekiliyim, Gaziantep Milletvekiliyim, çok çeşitli saldırılara maruz kaldık- NATO o müttefiklik ruhunu maalesef ortaya koyamadı. Türkiye bedeli karşılığında, ödeme karşılığında Patriot füzeleri istemesine rağmen, kendi sınırları olduğu kadar NATO'nun da sınırları olan güney sınırlarını korumak için Patriot füzeleri talep etmesine rağmen bu talep maalesef ki geri çevrildi. Bu anlamda, NATO'daki müttefiklik ruhunun da ben, ciddi anlamda, geçtiğimiz zamanlar zarfında, konjonktürel süreçler içerisinde çok ciddi yaralar aldığını ve bunun gözden geçirilmesi yeniden ihya ve ikame edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Mesela bu nasıl bir müttefiklik ruhu ki 12 bin mil uzaktan geleceksiniz, Atlantik'in ötesinden, NATO'nun güney sınırlarını oluşturan Türkiye'nin güney, Suriye'nin kuzey sınırlarında, NATO'nun güney sınırlarını ve NATO üyesi bir ülkeyi tehdit eden 900 kilometrelik sınırda bu ülkeyi tehdit eden, NATO'nun sınırlarını tehdit eden terör örgütleriyle iş birliği yaparak, NATO'nun 1'inci gücü olarak o bölgeyi "IŞİD'le mücadele" adı altında... Ki Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri IŞİD'le mücadele etmiş, DAİŞ'le mücadele etmiş, doğrudan savaşa ve çatışmaya girmiş tek ülkedir, tek NATO ülkesidir. Bu gerçekliğe rağmen ve bunu teklif etmemize rağmen yani "Eğer Orta Doğu'da, Irak'ta, Suriye'de DAİŞ'le, IŞİD'le mücadele edeceksek bunu birlikte yapalım müttefiklik ruhu çerçevesi içerisinde." tekliflerimize rağmen bunu kabul etmeyip Türkiye'nin güney sınırlarını, NATO'nun güney sınırlarını tehdit eden PKK, PYD ve YPG'yi eğiterek, donatarak 900 kilometrelik bir terör hattı oluşturması, terör koridoru oluşturması Amerika Birleşik Devletleri'nin o sıkça kullandığı "müttefiklik ruhu"nu sorgulatacak bir adım; bu asla kabul edilebilir bir şey değil.

Şimdi, empati yapmayı ben severim bütün ilişkilerimde, hayatımda da empatinin önemli bir yeri vardır açıkçası. Mesela şöyle düşünelim: Amerika Birleşik Devletleri'nin en sıkıntılı sınırları Meksika sınırları çünkü güney sınırlarından olağanüstü bir mülteci akınına maruz kalıyor. Biz 12 bin mil öteden yani buralardan, Anadolu'dan Amerika Birleşik Devletlerinin güney sınırlarına gidiyoruz Atlantik'i aşarak, orada bir ulusal güvenlik sorunumuz olduğu iddiasını öne sürüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Meksika sınırlarını -herhâlde, yanlış hatırlamıyorsam o da 700-900 kilometrelik bir sınır- Amerika sınırlarını tehdit eden terör örgütleriyle, eğiterek, donatarak Amerika Birleşik Devletleri'nin ulusal güvenliğini tehdit ediyoruz ve bunu da izah ediyoruz. Bunun hiçbir izahı yoktur. Yani Türkiye'nin buradan 12 bin mil gidip, Atlantik'i aşıp, Amerika'nın sorunlu güney sınırları olan Meksika sınırlarında terör örgütlerini eğitip, donatıp Amerika'yı tehdit etmesi, Türkiye açısından bir müttefiklik ruhu şeklinde asla tanımlanamayacak ve açıklanamayacak bir durumdur. Bir Amerikalı için bu ne kadar kabul edilebilir bir durum değilse, Türkiye için ve bu coğrafyada yaşayan halkımız, milletimiz için de bu asla kabul edilebilir bir durum olmadığı gibi, müttefiklik ruhu çerçevesinde, tanımları içerisinde de anlaşılabilir bir durum değildir.

Şimdi, buradan İsveç'e geçmek istiyorum. İsveç'in de benzer bir durumu söz konusu. Siz NATO'ya üye olmak istiyorsunuz. Öncelikle şunun altını çizmek isterim: Türkiye olarak ve Dışişleri Komisyonunun bir üyesi olarak ben, NATO'nun genişlemesini ve bütün bir dünya üzerinde barışın ve istikrarın tesisi bağlamında NATO'nun varlığını önemseyen birisiyim; NATO PA üyesi olarak bunu söylüyorum. Bunu değerli buluyoruz, genişlemesini de değerli buluyoruz ancak birtakım tenakuzları, çelişkileri de zihnimizde ortadan kaldırmak zorundayız ve doğru cevaplar bulmak zorundayız. İsveç, kimi terör örgütleri için maalesef ki "safe haven" yani cennet hâline gelmiş durumda. Bu ülkeyi tehdit eden, bu coğrafyayı istikrarsızlaştıran birçok terör örgütü İsveç'te, Stockholm'de maalesef ki finanse ediliyor. Orada sivil toplum örgütleri adı altında kimi faaliyetler, eğitimler, "donation" adı altında toplanan finansal yardımlar çok rahatlıkla İsveç'in üyesi olmak istediği NATO üyesi Türkiye'nin sınırlarını tehdit etmek isteyen bir terör örgütünün finansmanı olarak kullanılıyor. Şimdi, böyle bir çelişkiyle karşı karşıya İsveç ve biz bu çelişkiyi kendilerine ilettik ve bunun bir şekilde izahını istedik. İsveç'in bugüne kadar atmış oldukları adımları değerli buluyoruz ama yeterli bulmuyoruz. İsveç'in bugüne kadar atmış olduğu adımlar, bu yönde, kaygılarımızı giderme noktasında, kendi içerisindeki NATO üyesi olmanın ne bileyim kriterlerini karşılama noktasındaki çabalarını değerli buluyoruz ama yeterli bulmuyoruz.

Biz Ukrayna'nın üyeliğini son derece anlamlı buluruz çünkü Ukrayna da Türkiye gibi şu aşamada bedel ödeyen bir ülke. Batı'nın ve Amerika'nın da güvenliği için, hegemonyası için, bu coğrafyada, bulunduğumuz coğrafyada bedel ödeyen bir ülke.

Ben konuşmalarıma Sayın Bakanımızın açıklamalarından sonra devam edeceğim ama son cümlelerimi şöyle bağlamak isterim; çok fazla uzatmayacağım, benimki de Kani ağabeyin dediği gibi korsan bir bildiri hâline dönüşmesin.

ZİYA ALTUNYALDIZ (Konya) - Kani ağabey, böyle bir şey demediniz, değil mi?

MAHMUT RIDVAN NAZIRLI (Elâzığ) - Düşündü sadece.

ALİ ŞAHİN (Gaziantep) - Büyükelçimizin öyle bir şeyi oldu, onu da sıkmamak adına...

Coğrafyamızın -bunun altını çizerek söylüyorum- ne Kürt sorunu vardır ne Arap sorunu vardır ne Türk sorunu vardır ne Ermeni sorunu vardır ne de Şii-Sünni sorunu vardır; coğrafyamızın iki temel sorunu vardır: Bunlardan bir tanesi, yüz yıldır bu coğrafyayı istikrarsızlaştıran, yüz yıldır bu coğrafyanın insanlarını Şii-Sünni diye bölen, Kürt-Türk-Arap diye bölen Sykes-Picot suni sendrom, fitne sınırları sendromudur. Bu coğrafyada istikrarı sağlamak, huzuru, barışı tesis etmek istiyorsak bunun yolu, yeni sınırlar hayal etmekten, inşa etmekten değil, yüz yıl önce bu coğrafyaya çizilmiş olan bu suni fitne sınırlarını ortadan kaldırmaktır. "Neden?" derseniz, bunu ben Avrupa Birliği Bakan Yardımcılığım döneminde müzakerelerimiz esnasında güneydoğuya bir otonomi konusunu açmaya çalışan AECR grubunun İngiliz Genel Sekreteri Daniel Hannan'a da söylemiştim: Eğer gerçekten hepimiz Orta Doğu'da barışı, istikrarı tesis etmek istiyor isek, terörü ve çatışmaları önlemek istiyorsak, bugün Avrupa'nın sınırlarını tehdit eden mülteci akınlarını önlemek istiyorsak, bunun tek bir yolu var; yüz yıl önceki hâline dönüştürmek bu coğrafyayı. Neden? Çünkü yüz yıl önce bu suni fitne sınırları bu coğrafyaya çizilinceye kadar biz altı asır bu coğrafyada Kürt'ü, Türk'ü, Arap'ı, Hristiyan'ı, Yahudi'si, Ermeni'si, Şii'si, Sünni'si; değil birbirimizin şehirlerini yağmalamak, değil birbirimizin ülkelerine roket atmak, birbirimize taş dahi atmadan barış ve huzur içerisinde yaşadık; bu sınırlar çizilinceye kadar, altı asır, altı yüz yıl, bütün farklılıklarımıza rağmen. Bu anlamda bu coğrafyaya istikrarı getirmek istiyorsak bunun yolu yeni sınırlar hayal etmek değil, var olan sınırları, fitne sınırlarını ortadan kaldırmaktır.

İkinci son cümlem de şudur: Bu coğrafyada Türk-Kürt-Arap sorunu yoktur. Bu coğrafyanın temel sorunu, emperyal güçlerin bölgedeki menfaatlerinin -çok özür dileyerek söylüyorum- IŞİD gibi, PKK gibi, YPG gibi emperyal güçlerin mayın eşekliğine soyunmuş terör örgütleri sorunu vardır.

Teşekkür ediyorum.