KOMİSYON KONUŞMASI

MEHMET MUSTAFA GÜRBAN (Gaziantep) - Sayın Başkan, Sayın Bakanım, değerli hazırun; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Uluslararası toplum Rusya'nın Ukrayna'ya müdahalesiyle jeopolitik bir şok yaşamıştır. Ukrayna müdahalesi askerî bir müdahale olmakla sınırlı kalmayıp hem küresel sistemi etkilemiş hem de soğuk savaş sonrası oluşan statükonun sürdürülebilir olmadığını göstermiştir. Aynı zamanda büyük güç rekabetinin de geri dönüşünü hızlandırmıştır.

Yaşanan bu jeopolitik şokun ortaya koyduğu bir diğer husus, Avrupa güvenliğinin kurulmuş veya tamamlanmış bir mesele olmadığıdır. Zira Ukrayna'ya müdahalesinden sonra, NATO'nun 2022 stratejik konseptinde de görüldüğü gibi Rusya'nın yeniden, Avrupa için geleneksel bir askerî tehdit olduğu teyit edilmiştir. Avrupa'nın güvenlik ve savunma mimarisi bir bütün olarak ele alındığında Avrupa ile Rusya ilişkisinin nereye doğru evrileceği ise hâlen bilinmemektedir. Öte yandan Rusya-Ukrayna savaşı sadece bu meselelerle sınırlı kalmayıp Covid-19 salgınıyla birlikte ortaya çıkan ekonomik kırılganlığı enerji fiyatlarındaki artış yüzünden derinleştirmiştir. Bu anlamda ülkemizi kış döneminde büyük bir zorluk beklemektedir. Rusya-Ukrayna savaşı bahsi geçen krizlere ek olarak gıda krizini ve gıda zincirinin ne derece kırılgan bir yapıya sahip olduğunu da ortaya çıkarmıştır. Rusya-Ukrayna savaşının ardından yaşanan jeopolitik şok, Tayvan üzerinden gerçekleşen ABD-Çin rekabeti ve Avrupa ile Rusya arasındaki klasik jeopolitik rekabetin geri dönmesine ek olarak artan enerji fiyatları, enerji güvensizliği ve gıda güvenliğinin kırılganlığı uluslararası sistemin istikrarı için varoluşsal bir tehdit oluşturmakta ve devletlerin uluslararası politikadaki strateji yönelimlerini değiştirmektedir. Uluslararası politikadaki tüm aktörler gibi ülkemiz de dünya siyasetindeki bu kapsamlı dönüşüm sürecinden etkilenmektedir. Söz konusu dönüşüm sürecinin Türkiye üzerindeki en ani ve doğrudan etkisi son on yıl içinde ara sıra yaşanan birkaç yumuşama örneği dışında ABD'yle ilişkilerin istikrarlı bir şekilde kötüleşmesi olmuştur. Türkiye ile ABD arasındaki uzun vadeli stratejik önceliklerin farklılaşması iki ülke arasındaki çok sayıda tekil ve zahiren birbirinden bağımsız krizin ortaya çıkmasına elverişli bir ortam oluşturdu. Siyasi iktidarın benimsediği çatışmacı tavrın dış politikada manevra alanını daralttığı açıktır. Artık Türk dış politikası geçmişin çatışmacı politikası nedeniyle bazı ülkelerle gergin olan bağlarını onarmak ve müttefik sayısını artırmak için diplomasisini daha fazla kullanması gerekmektedir. Ülkemizin ekonomik boyutu 2000'lerin başında Türk dış politikasını açıklamak için bir çerçeve olarak da kullanılan ticaret devleti kavramını çağrıştırmaktadır. Ülkemizin ekonomik sıkıntıları Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri fonlarının ve yatırımlarının girişinin güvence altına alınmasının birincil öncelik hâline gelmesine neden olmuştur. Siyasi iktidarın dış ilişkilerini düzenlemedeki ticaret devleti potansiyeli de devam edecek gibidir. Zira ekonomik sıkıntılar kısa vadede aşılacak türden görünmemektedir.

Ülkemizin sınırları içinde ve dışında terörle mücadele çabaları kararlılıkla devam etmelidir. Ordumuz, gerçekleştirmiş olduğu terörle mücadele operasyonlarını özellikle Irak'ın kuzeyinde daha da derinleştirmişse de operasyonel ve stratejik hedeflerine henüz tam olarak ulaşabilmiş değildir. Bu nedenle Türkiye'nin Irak'ın kuzeyinde devam eden terörle mücadele hedeflerini tamamlama girişiminde bulunması ve ayrıca PKK terör örgütünün Suriye kanadı YPG'nin belirlenmiş sözde liderlerine ve Suriye'nin kuzeyindeki üyelerine yönelik hedef operasyonlarını kararlılıkla sürdürmesi gerekmektedir. PKK'nın sözde lider kadrolarının hedef alınmasına öncelik verilmeli, manevra kabiliyetlerinin en aza indirilmesi etkin bir strateji olarak algılanmalıdır. Mersin'de Tece Mahallesi'ndeki polisevine düzenlenen intihar saldırısı ve İstanbul İstiklal Caddesi'nde düzenlenen bombalı saldırı, PKK'nın şiddet olaylarını yeniden canlandırarak ve şiddetin yönünü Türkiye'ye yeniden yönlendirerek ülkedeki mevcut güvenlik ortamını istikrarsızlaştırma girişimlerinin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Mersin saldırısının 2 kadın failinin paramotorla Menbiç'ten Tarsus'a geldikleri anlaşılmıştır. Aynı şekilde, İstiklal Caddesi'ndeki saldırıda patlayıcı yüklü paketi bıraktığı belirlenen Suriye uyruklu Ahlam Albashir de saldırı emrini Ayn el Arap'taki terör örgütü ağından almıştır. Bunlar, PKK-YPG'nin Suriye'deki mevcut varlığının giderek artan bir güvenlik tehdidi hâline geldiğinin kanıtıdır. PKK'nın eleman devşirme taktiği çoğunlukla Suriye uyruklu kadınları ve yeni katılan örgüt üyelerini seçmek de yeni ortaya çıkan olgudur. Türkiye'nin güvenlik ortamında bir zafiyet oluşturması beklentisiyle PKK öngörülmezlik avantajı elde etmek için bu eleman devşirme taktiğini araçsallaştırabilir.

Türk millî kimliğinin önündeki en büyük tehdit unsurlarından biri Suriyeli sığınmacılar meselesidir. Suriyeli sığınmacı sayısı Türkiye'nin kültürel ve etnik dokusunu değiştirecek bir hızla artmaktadır. Eğer resmî rakamları kabul edersek Türkiye'de yaklaşık 4 milyon Suriyeli bulunmaktadır. O hâlde, Türkiye'de yaşayan her 20 kişiden 1'i Suriyelidir. Suriyeli sığınmacıların mevcut yüksek doğum oranları göz önüne alındığında 2040 yılına geldiğimizde nüfusları 8 milyonun üzerine çıkacak ve Türkiye'de yaşayan her 13 kişiden 1'i Suriyeli olacaktır. Bu istatistikler göz önüne alındığında 2040 yılında Şanlıurfa, Gaziantep, Mersin ve Hatay Türk kenti olma hüviyetlerini kaybedeceklerdir. Kilis'te ise bugün itibarıyla Suriyelilerin nüfus oranı hemen hemen Türk vatandaşlarının nüfus oranına yaklaşmıştır. Suriyeli sığınmacıların yoğunluklu olarak Türkiye'nin güney hattına yerleşmiş olması Türkiye açısından büyük bir millî güvenlik sorununu beraberinde getirmektedir çünkü uluslararası göç literatürü istisnasız bir şekilde göstermektedir ki bir kitlesel göç sonucu başka bir ülkede kalıcı hâle gelmiş ve siyasallaşmamış hiçbir yabancı popülasyon yoktur. Şam'ın amacı kitlesel göç üzerinden AK PARTİ üzerinde baskı oluşturarak Suriye iç savaşında taraf olmasını engellemektir ve PKK-PYD ise Suriye'nin kuzeyinde etnik temizlikle Arap ve Türkmenlerden boşalttığı alanda terör devleti için stratejik göç mühendisliğine başvurmayı hedeflemiştir.

PKK-YPG Suriye'nin kuzeyinde demografik yapıyı kendi lehinde değiştirecek yöntemlere başvurarak bir yandan Türkiye'yi bir göç merkezi konumuna getirerek ülkemizde siyasi ve finansal istikrarsızlık yaratmak, diğer yandan ise Suriye'nin kuzeyinde kurmak istediği terör devletinin demografik altyapısını hazırlamak istemiştir. Uluslararası Af Örgütü 2015 yılında yayınladığı raporda YPG'nin zor kullanarak ve mülksüzleştirerek bölgede stratejik göç mühendisliği uyguladığını teyit etmiştir. Suriye İnsan Hakları Ağı 2016'da bir rapor yayınlayarak YPG'nin 2012 yılından itibaren bölgede zorunlu göç yöntemiyle bölge sosyolojisini değiştirmeyi amaçladığını ifade etmiştir, raporda "katliamlarla etnik temizlik" ifadesine yer vermiştir. Suriye İnsan Hakları Ağı, YPG'nin Suriye'nin kuzeyinde tehdit, saldırı, tutuklama, öldürme ve soygun yoluyla insan haklarını ihlal ettiğini ifade etmiştir. Avrupa Kürt Çalışmaları Merkezine bağlı olan KurdWatch, Türkiye karşıtı bir çizgisi olmasına rağmen Ocak 2016 yılında yayınladığı raporda bölgede yaşayan Arap ve Türkmenlerin YPG tarafından sistematik olarak IŞİD'li olmakla suçlandığını ve evlerinin yok edilerek göçe zorlandığını ifade etmiştir. Stratejik göç mühendisliğinin amacı, Türkiye'nin üniter devlet yapısını akamete uğratacak bir sosyolojik dönüşüm iken, ikinci önemli hedefi Türkiye sınırlarının ötesinde, Suriye'nin kuzeyinde etnik temizlikle Arap ve Türkmenlerden boşalttığı alanda bir PKK devleti kurmaktır.

Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye devleti arasında Suriye'nin toprak bütünlüğü ve sığınmacıların geri dönüşü hususunda müzakere ve iş birliği süreci başlatılmalıdır. Kitlesel göçün asıl hedefi olması hasebiyle geri dönüşün finansmanı ve Suriye'nin yeniden inşası konusunda ihtilaf olabilecek alanlarda Avrupa Birliği de sürece katkı vermeye davet edilmelidir. Suriye'deki güç boşluğunun sona ermesi yalnızca sığınmacıların dönüşü için güvenli bir zemin oluşturmayacak, aynı zamanda PKK-YPG/PYD terör örgütlerinin Suriye'deki varlığını sona erdirecektir.

Türkiye egemenliğinin bir göstergesi olan sınırlarında mutlaka tam kontrol ve denetimi sağlamalıdır. "Hudut namustur." ilkesi yeniden benimsenerek Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından kaçak geçişlere asla müsaade edilmemelidir. Bu kapsamda, öncelikle, Türkiye'nin Suriye, Irak ve İran sınır duvarları tamamlanmalı, bu sınır duvarları elektrooptik keşif ve gözetleme sistemleri, insansız hava araçları, aydınlatma ve entegre güvenlik sistemleriyle tahkim edilmelidir. Türkiye çok riskli bir coğrafyada çok ciddi meydan okumalarla karşılaşmakta ve coğrafyanın önceden belirlediği değişmez gerçekler, güvenlik politikasının realist ilkelerle tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır.

Türk dış politikasını genel olarak değerlendirmek gerektiğinde denilebilir ki: Büyük ölçüde Atatürk tarafından şekillendirilen politikalar zaman içinde uluslararası koşullar doğrultusunda gelişme göstermiştir. Türk dış politikasının yüzyılların filtresinden süzülerek gelmiş, denenmiş, geleneksel ve temel dış politika ilkeleri, iki başat odak olan statüko ve güvenlik çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her devlet hayatta kalabilmek için gücünü maksimize ederek güvenliğini tahkim etmek zorundadır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Gürban, toparlayın lütfen.

MEHMET MUSTAFA GÜRBAN (Gaziantep) - Bitiriyorum Başkanım.

BAŞKAN MEHMET MUŞ - İlave bir dakika süre veriyorum.

MUHMET MUSTAFA GÜRBAN (Gaziantep) - O hâlde, realist bir dış politikanın özü, dış politika tercihlerinin değerler dünyasına göre değil, ulusal çıkarlara göre şekillendirilmesidir.

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun sözleriyle konuşmama son veriyorum: "Kan dökmeyi seven bir millet değiliz ancak söz konusu vatan ise dünyanın şah damarını keseriz."

Komisyonu saygıyla selamlıyorum.