Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/278) ve 2023 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/277) ile Sayıştay tezkereleri a)Dışişleri Bakanlığı b)Avrupa Birliği Başkanlığı c)Türk Akreditasyon Kurumu ç)Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 3 |
Tarih | : | 21 .11.2024 |
CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Plan ve Bütçe Komisyonunu saygıyla selamlıyor, görüşmelerin hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. Sayın Bakanımıza ve değerli heyetine hoş geldiniz diyorum.
Konuşmamın başında ifade etmem gerekir ki 7 Ekim 2023 tarihinden beri partimizin ve Meclis grubumuzun ilk başlığı kuşkusuz Gazze'de yaşanan soykırım olmuştur. İsrail'in on yıllardır devam ettirdiği işgal ve illegal yerleşim politikaları Aksa Tufanı harekâtına giden taşları döşemiştir. Ancak 7 Ekim öncesini tek kalemde silen Batı medyası ve Batılı hükûmetler İsrail'in zulmüne ortak olmak adına âdeta birbirleriyle yarışmaktadır. İspanya gibi birkaç ülke dışında mazlum Filistin halkının yanında hiçbirisi yer almamış, Batı bu soykırımın arkasında durmakta, hukuksuzlukta bir ve beraber olmaktadır.
Ülkemizin bu noktada, son günlerde de sık sık ifade edilen bölgesel sahiplenme politikasını destekliyoruz. Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, uluslararası hukuk kanallarını kullanmakla birlikte, içeride ve dışarıda tüm sorunlarını çözmüş bir Türkiye'nin bölgesel ve küresel anlamda vazgeçilmez bir aktör olacağını düşünüyor, bunun için bölgesel gelişmelere kayıtsız kalmamak ve bölgede proaktif bir siyaseti benimsememiz gerektiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda, ilk olarak Gazze'de yaşananlara karşı Türkiye'nin söylem ve eylemde ayrışan tutumunu düzeltmesi gerekmektedir. Ticaret Bakanlığı 2 Mayıs 2024'te İsrail'le tüm ticari ilişkilerin durdurulduğunu duyurmuş ve İsrail Hükûmeti Gazze'ye kesintisiz ve yeterli miktarda insani yardım akışına izin verene kadar bu tedbirlerin kararlılıkla uygulanacağını belirtmiştir. Bu kararın ardından Türkiye'nin Filistin'e yönelik ihracatında dikkat çekici bir artış yaşanmıştır. Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre Temmuz 2024'te Filistin'e yapılan ihracat bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 1.180 artarak 119,7 milyon dolara ulaşmıştır. Bu artış özellikle demir çelik ve çimento gibi inşaat malzemelerinde yaşanmıştır. Demir çelik ihracatı yüzde 51,756; çimento ihracatı ise yüzde 453,680 oranında yükselmiştir. Kimse bize Gazze'de yaşanan soykırım sırasında Filistin'de bir imar faaliyeti olduğunu söylemesin. Filistin'deki iş birlikçiler aracılığıyla bu mallar oradan İsrail'e gönderiliyor. Bu konu Mecliste her konuşulduğunda bir iki tane metin ve ezber sloganlarıyla cevap verilmektedir. Bu ticareti limanlarda protesto eden genç kardeşlerimiz hem sert muameleler görmekte hem de gözaltına alınmaktadır. Ticaret Bakanlığı bütçesinde de bu konu gündeme geldi ancak burada bir de bunun dış politika boyutu var. İki ülkenin sırf İsrail'e mal taşıyor diye bayrağını çektiği, İsrail'e mal taşıdığı için bazı ülkelerin limanlarına kabul etmediği bir gemiyi ülkemizde misafir ediyoruz. Sonrasında da uluslararası toplantılarda Gazze'de yaşananın bir katliam olduğunu, İsrail'in de katil olduğunu anlatıyoruz. İşte bu, dış politika anlamında bir tutarsızlıktır. Hem Meclis kürsüsünden İsrail'in hedefinin Türkiye olduğunu söylemek hem de bu ülkeyle her türlü ticarete devam etmek hem bize hem de Filistin davasına kaybettirir. Bu konuyu gündeme getirenleri de "Siyonist" olarak yaftalamanın çirkinliğini söylemek istemiyorum.
İsrail'in ekim ayında Lübnan topraklarından çekilmesini sağlamaya ve Lübnan'ın toprak bütünlüğünü ve bölgedeki sivilleri korumaya yönelik olarak oluşturulan Birleşmiş Milletler Barış Gücü UNIFIL'ın koruduğu mavi hat bölgesini ihlal etmesi ve UNIFIL merkezine saldırarak barış gücü askerlerini yaralaması kabul edilemez bir durumdur. Lübnan'da sivillerin hayatlarını hiçe sayan, yerleşim yerlerini yıkıma uğratan, operasyonlar düzenleyen İsrail'in bu adımı sürecin başından itibaren kendisine destek sağlayan ülkelerde dahi büyük bir tepki uyandırmıştır. Bu olayın üzerine İran, Fransa ve İtalya Lübnan'a üst düzey ziyaretlerde bulunmuştur ancak Türkiye'nin ortak geçmişi ve kültürel değerleri bulunan ve özellikle 2006'daki işgal sürecinde güçlü diplomatik, siyasi destek gösterdiği Lübnan'daki duruma neredeyse kayıtsız kaldığı görülmüştür. Savaşın tüm bölgeye yayılma istidadı gösterdiği bir dönemde Türkiye'nin bu konuda daha aktif bir dış politika yürütmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Sayın Bakan, değerli Komisyon üyeleri; ABD'de yapılan seçimden sonra yeni kabinenin nasıl isimlerden meydana geldiğini hepimiz görüyoruz. Bu kabine, şüphesiz İsrail'e olan desteği artıracaktır. Bu kabine, Netanyahu'nun bölgesel arzularını teşvik ederek savaşı Suriye ve İran'a sıçratmak isteyebilir. Bu yüzden de elimizi çabuk tutmalı, gerilimin tırmanmasına, yeni çatışma bölgelerinin oluşmasına izin vermemeliyiz. Bunun için, komşularımızla olan sorunlarımızı gerçekçi çözümlerle sona erdirmeli, bölgesel barışın tesisinde öncü rol oynamalıyız.
İsrail'in Kürtlere yönelik söylemlerinin son zamanlarda arttığını görüyoruz. Bu söylem, hem İran hem Suriye hem Irak hem de Türkiye'ye yönelik tehdit olarak kullanılmaktadır. Bu politikaya karşı seyirci kalmak yerine, bin yıldır beraber yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle ilişkilerimizi güçlendirerek bölgesel barışın paydaşları olmak için çaba göstermeliyiz. Kurulacak siyasi ve ekonomik iş birlikleriyle bölgedeki İsrail etkisini kırabilir, bölgenin kırılgan zeminini onarabiliriz. Türkiye'nin güvenlik politikalarında merkez hâline gelen Suriye'nin kuzeyindeki girişimleri de bu açıdan yeniden ele alınmalıdır. Türkiye son dönemde konuşulan terör örgütünün silah bırakması konusunu Rojava'da bir imkân olarak kullanıp bu bölgede kalıcı bir barışla bölgeyi süper güçlerin oyun alanı olmaktan çıkarmalıdır. Sınırımızın öte yanındaki Kürtler ve Araplar aynen Türkmenler gibi bizim kardeşimiz, tarihdaşımız ve vatandaşlarımızın soydaşıdır. Onları binlerce kilometre uzaktan gelen yabancı güçlerin himayesine terk etmek doğru değildir. Bu konuda hem içeride Kürt meselesini çözerek hem de bölgedeki Kürtlerle ilişkileri geliştirip İsrail'in bu bölgede Türkiye'ye karşı yapması muhtemel operasyonları önlemek gerekmektedir.
Türkiye, Orta-Doğu bölgesinde sınırlar değişmeden sınırları anlamsız hâle getirecek ticari, kültürel ve insan hareketlerini serbestleştiren Avrupa Birliği benzeri bir ekonomik ve bilahare siyasi bir birlik kurarak bölgede operasyon yapmak isteyen İsrail benzeri yapıları etkisiz kılabilir.
Diğer taraftan, Suriye iç savaşından en çok yara alan bölgelerden olan İdlib'in istikrarsızlığı, Türkiye'ye yönelik göç dalgalarını artırma potansiyeline sahiptir. Türkiye'nin sınır güvenliğini korumak ve mülteci krizini önlemek amacıyla bulunduğu girişimler yetersiz kalmaktadır. Bu bölgede kamu düzeninin sağlanması için çalışırken toplum içindeki Türkiye algısına, bölge halkının ülkemize karşı tutumuna dikkat edilmelidir. Ayrıca, Türkiye'nin Suriye'de kontrol ettiği bölgelerde daha dikkatli bir politika güdülmeli ve buradaki bazı grupların Türkiye'yi kullanıp buraları kanunsuz birtakım işlerin merkezi hâline getirmesini önlemeliyiz. Bu grupların ülkemizin imajını zedelemesine müsaade edilmemelidir.
Bölgemizdeki sıcak gelişmelerden biri de Azerbaycan-Ermenistan hattında meydana gelmiştir. 2020 yılında yaşanan ve kırk dört gün süren bir savaşla uzun yıllardır devam eden Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu büyük ölçüde çözülmüştür. Bu çözümün ardından hem Türkiye'nin hem de Azerbaycan'ın Ermenistan'la olan ilişkileri de farklı bir boyuta taşınmıştır. Bölgesel riskleri de göz önüne alarak şimdilik askıya alınmış gibi görülen Zengezur Koridoru Projesi'nin hayata geçirilmesi için ciddi bir diplomatik süreç işletilmelidir. Ermenistan'ın endişeleri giderilmeli, koridorun sağlayacağı avantajların ülkeleri birbirine daha çok yakınlaştıracağı anlatılmalıdır. Özellikle Paşinyan gibi barışın önemini anladığını ve bu konuda adım atmak istediğini ifade eden bir muhatap varken Türkiye-Ermenistan sınırının açılması için çaba sarf edilmelidir. Ticari ve kültürel geçişkenliğin artmasının ve ilişkilerin gelişmesinin hem bölge halkları hem de iki devlet arasında olumlu katkı sağlayacağı açıktır.
Bu bölgede aktif çatışma alanı olan Ukrayna son günlerde Biden'ın uzun menzilli füze kullanımına izin vermesiyle muhtemel bir nükleer savaşın merkezi olabilir. Türkiye burada şimdiye kadar uyguladığı doğru politikayı devam ettirmeli ve bölgede savaşın genişlemesi ihtimaline karşı barışı güçlendirici adımlar atmalıdır.
Yine, Doğu Türkistan'da Uygurlara yönelik Çin yönetiminin yaptıkları konusunda daha kararlı bir politika yürütülmelidir. Yeni ABD Başkanı Trump'ın Çin'e karşı uygulayacağını söylediği sert politikalar belki bu durumda yeni imkânlar açabilir; onun politikaları bu durumu nasıl değiştirecek, göreceğiz.
Dış politikamız açısından önemli alanlardan biri Afrika politikamızdır. Türkiye, Sayın Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanlığı döneminde başlattığı, sonrasında da devam ettirilen Afrika'ya açılım politikasıyla bölgede hem güçlü bir aktör hâline gelmiş hem de dış ticaretinde Afrika önemli bir partner hâline gelmiştir. 2009'da tüm kıtada sadece 12 olan temsilcilik sayımız 49'a ulaşmıştır. 2011'den beri Somali'de sürdürülen politika sayesinde hem Somali'de iç savaşın yıktığı devlet yapısı yeniden kurulmuş hem de Somali Türkiye'nin Afrika boynuzundaki en önemli ortağı olmuştur. Askerî iş birliğine ilaveten son zamanlarda yapılan balıkçılık ve petrol anlaşmaları ve Oruç Reis gemimizle başlanan sismik araştırmalar bunun örneğidir. Geçen hafta Somali'den defacto bağımsızlık ilan eden Somaliland bölgesinde yapılan seçimleri kazanan Sayın Abdurrahman İron'un geçen ocak ayında bölgede tansiyonu yükselten Etiyopya'yla yapılmış anlayış muhtırasını iptal etmesi ve 2012'de görevde olduğum dönemde başlattığımız ama son yıllarda akamete uğrayan Somali-Somaliland uzlaşma görüşmelerini tekrar başlatmasını diliyorum. Türkiye, Somali ve Etiyopya arasındaki sorunların barışçı bir şekilde sonuçlanması için başlattığı ara buluculuk çalışmalarına devam etmelidir.
Yine, Afrika'ya ilişkin bir diğer acil mesele de kardeş Sudan'da bir yılı geçen iç savaştır. Tecrübeler gösteriyor ki iç savaşlar başlangıç döneminde önlenmezse derinleşiyor ve devlet yapılarının çökmesine kadar varan yıkımlar yaşanıyor. Türkiye'nin bu savaşın önlenmesi konusunda daha aktif bir politika izlemesi gerektiğini düşünüyoruz.
Sayın milletvekilleri, dile getirdiğim bölgesel endişelere yönelik alınacak önlemler için, bölgesel barış için atılacak adımlar ve diplomatik süreçlerle birlikte hukuk ve insan hakları konusunda yapılacak yapısal reformlar da büyük önem arz etmektedir. Bu kapsamda, Türkiye'nin AİHM kararlarını tanımayan, Avrupa Birliğine üyeliğin hızlandırılması konusunda adım atmayan, Avrupa Konseyi tarafından yapılan ciddi eleştirilere muhatap olan bir ülke profili çizmesi endişe vericidir. Türkiye AİHM zorunlu yargı yetkisini erken döneminde kabul ederek uluslararası hukuk standartlarına olan bağlılığını ilan etmiştir. Ancak, özellikle son yıllarda çıkan bazı kararlara uymama konusunda ısrarlı olduğunu görüyoruz. Özellikle Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş konusundaki tutum ülkemizin uluslararası prestijini olumsuz etkilemektedir. Avrupa Konseyiyle ilişkilerin derinleştirilmesiyle Türkiye hem bölgesel hem de küresel anlamda daha güçlü bir konum elde edebilir. İlişkilerin sorunlu ilerlemesinde öne sürülen millî güvenlik, terör ve iç siyasete müdahale gibi konular bilakis evrensel insan hakları kurallarının iç hukukumuza entegre olduğu ölçüde azalacaktır. Bu hususu sadece bir dış politika ve prestij meselesi olarak görmek de hata olacaktır. Ülkemize yönelecek olan doğrudan ekonomik yatırımların önündeki en önemli engellerden biri olan hukukun üstünlüğü ve temel insan hakları konusundaki tutumun değiştirilmesi elzemdir.
Süreyi verimli kullanmak adına Bakanlık teşkilatımıza yönelik dikkatimizi çeken hususları Sayın Bakan ve değerli Komisyon üyeleriyle paylaşarak konuşmamı sonlandıracağım. Öncelikle, Bakanlığımızın yurt dışı teşkilatına baktığımızda 261 temsilciliğimizin bulunduğunu görüyoruz. Temsilciliklerimizin artmasının dış politika performansı açısından önemli olduğu bir hakikat. Bu noktada, dünyanın tüm kıtalarda en fazla temsilciliği bulunan 3'üncü ülkesi olduğunu da biliyoruz. Elbette Türkiye hem haber akışının doğru ve hızlı olması hem de güçlü temsiliyet için dünyanın her yerinde olmalıdır; biz bu politikanın arkasındayız. Fakat şurada bir problem var ki Sayıştayın raporlarını okuduğumuzda karşımıza bir tezat çıkıyor. Kariyer memuru ve üst yönetim kadrosunda Bakanlığımızın 2.006 çalışanı var, son üç yılda yapılan 250 kişilik alımlar da buna dâhil. Şimdi, toplam 315 hizmet birimine bu sayıyı böldüğümüzde birim başına 6,4 çalışan düşmekte bu da bize kapasitenin teşkilat şemasına ayak uyduramadığı gerçeğini göstermektedir.
Bakanlıkta verimlilik açısından stratejik önceliklere ve küresel siyasette kilit noktalara öncelik veren bir yapılandırmanın gerekliliğini ifade etmek istiyorum. Birkaç ay önce yapılan düzenlemede genel müdürlük sayısı artırıldı. Hedef daha fazla hizmet biriminin yoğunlaşmayı, yoğunlaşmanın da o alanda uzmanlaşmayı getirmesiydi. Merkezde bu plan bir nebze olsun geçerli olabilir ancak sahada uzmanlaşmayı hayata geçirecek adımın bu olmadığını ifade etmek isterim.
Sahada çalışan arkadaşlarımızın görev değişimleri yaşam standartlarına göre düzenlenen sistemle yapılmaya devam etmektedir. Geçen yıl bu konuyu Sayın Bakan ve mesai arkadaşlarınızla paylaştım. Meslek mensubu arkadaşlarımızın bulundukları coğrafyada uzmanlaşmasına imkân vermeliyiz. Yer değişikliklerinin aynı kıta ve aynı bölgelerde yapılması sağlanarak elde ettikleri birikimleri bir diplomatik performansa dönüştürmelerini sağlamalıyız. Mevcut uygulamada kazanılan deneyimlerin bir hatıradan ibaret kalmasını bir kayıp olarak değerlendiriyorum. Her bir genel müdürlüğün saha tecrübesi ve ilgili ülkelerde kurduğu bağlantılar dolayısıyla kendi alanında uzmanlaşmış kadroları sayesinde konuyla ilgili detaylı, bilgiye dayanan ve etkin çözümler sunulabilir ve karar alma süreçleri hızlandırılabilir. Günümüzde dış politika sadece klasik devletler arası ilişkilerden ibaret değildir; ekonomi, çevresel, dijital ve insani boyutları da içermektedir. Uzmanlaşma, dış politika süreçlerinin dinamik gelişmelere hızla adapte olmasını sağlar. Böylelikle Dışişleri kadroları belirli alanlara odaklanarak bu gelişmeleri daha yakından takip edebilir, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını daha etkin bir şekilde savunabilir. Türkiye'nin dış politikada çok boyutlu sorunlarla başa çıkabilmesi ve uluslararası arenada etkin olabilmesi için her bir konu başlığında yetkin uzmanlar aracılığıyla faaliyet göstermesi rekabet gücünü artırabilir. Bunun için saha uzmanlığı konusunun tarafınızca değerlendirilmesini talep ediyorum. Bu konuyla ilgili olarak, yine, şu anda hâlihazırda Bakanlığa bağlı olmayan TİKA ve Yurt dışı Türkler gibi dış politika araçlarının da aslında Türkiye'de Anayasa gereği dış politikayı yürüten Dışişleri Bakanlığına bağlı olması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, kurum dışından yapılan bazı atamalarda büyükelçiliğin bir hediye gibi taltif edilmek istenenlere dağıtılması işlemine bir son verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sayın Bakan, değerli milletvekilleri; son yıllarda dış politikada kişiselleşme eğilimi, kurumların etkisinin azalması ve liderlerin merkezileşen gücüyle dikkat çekmektedir. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın uluslararası siyasetin en önde gelen figürleri arasında yer alıyor olması elbette bize gurur verir. Ancak dış politikanın giderek kurumsal yapıdan uzaklaşması ve kişisel liderlik unsurlarının diplomasiye yön vermesi aynı zamanda bir zaaf da ortaya çıkarabilir. Türkiye'nin stratejik dış politika hamleleri zaman zaman kişisel kararlara göre belirlenebilmektedir. Kişisel bağlar üzerinden yürütülen dış politika kriz anlarında daha kırılgan bir hâle gelebilir. Cumhurbaşkanımızın şahsi olarak bazı liderlerle geliştirdiği ilişkiler o liderlerin değişmesi ya da politik konjonktürün değişmesiyle birlikte Türkiye'nin bu ülkelerle ilişkilerinin sekteye uğramasına neden olabilir. Bu, Türkiye'nin dış politika çıkarlarını kişisel bağlara fazla bağımlı hâle getirebilir ve sürdürülebilir bir stratejik derinlikten yoksun bırakabilir. Kurumsal işleyişin zayıflaması ve kurumların dış politika kararlarına yön veren ana unsurlar olmaktan çıkarılması, devletin uzun vadeli dış politika hedeflerini gerçekleştirmesini zorlaştırmakta ve diplomasi alanında sürekliliği tehdit etmektedir. Bu şahıs merkezli dış politika anlayışı yalnız kurumları değil maalesef bu alanda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarını, hatta iş dünyasını da etkilemektedir. Bu aktörlere aktif roller verilmesi elbette uluslararası siyasete daha geniş bakmamızın önünü açacaktır. Ancak dış politikada yaşadığımız bu kişiselleşme, bu aktörleri demokratik ve şeffaf süreçlerden uzaklaştıracak, Hükûmetin ideolojik uydularına dönüştürecektir. Bu oluşumlar, kendilerine yüklenen bu rolle varlıklarının kaynağı olan çok sesliliği kaybedebilirler; bir süre sonra da şahsi menfaatleri adına kamu diplomasisine zarar verebileceklerini ifade etmek istiyorum. Elbette Bakanlığın kurumsal işleyişine dair çok fazla söylenecek şey var ancak en önemli gördüğüm hususları burada sizlerle paylaştım.
Bu vesileyle, bütçenizin hayırlara vesile olmasını diliyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Komisyonu ve hazırunu saygıyla selamlıyorum.