Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | Aksaray Milletvekili Hüseyin Altınsoy ve İstanbul Milletvekili Oğuz Üçüncü ile 69 Milletvekilinin Bazı Kanunlarda ve 660 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/3077) |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 3 |
Tarih | : | 13 .05.2025 |
ERHAN USTA (Samsun) - Evet, teşekkür ederim.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, değerli bürokratlar, değerli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Tabii, bu 3'üncü oluyor zannediyorum Komisyonda görüştüğümüz bu tür kanun teklifi; dolayısıyla o genelde söylediğim meselelere ben artık girmeyeceğim. Yani niye iptal edildi bunlar? İşte, Anayasa'ya aykırı işler yapılıyor, Anayasa Mahkemesi de gecikmeli de olsa bunları iptal ediyor ve biz de bunlarla defalarca uğraşıyoruz.
Şimdi, burada, belki ilave olarak söylenecek şey, hakikaten bu sefer özellikle bazı maddeler var ki Sayın Başkan, bunun mutlaka Enerji Komisyonunda görüşülmesi lazımdı bir tali komisyon olarak, orada görüşülmedi. Biz, sanki şimdi burada nükleer uzmanı gibi nükleerle ilgili meseleleri konuşacağız veya Diyanetle ilgili komisyon, var mı öyle bir komisyon onu bilmiyorum hangisidir ama yani burada personelin dışında da Diyanetle ilgili mushafların incelenmesi meselesi var, işte, meallerin incelenmesi meselesi var; yani bunlar Plan ve Bütçe Komisyonu üyeleri olarak bizim ihtisas alanımızın dışında. Evet, destek alıyoruz, oturduk onlara çalıştık nedir, ne değildir, doğru mudur yanlış mıdır ama bunların biraz daha ihtisas komisyonlarında görüşülmesi doğru olurdu, maalesef bu yapılmıyor ama bunu da tutanaklara geçmesi açısından söyleme ihtiyacı hissettim.
Şimdi, Diyanetle ilgili 8 tane madde var; tabii, önemli maddeler var burada. Öncelikle, bu 1'inci maddedeki meseleye olumlu bakıyoruz, doğru bir şeydir. Yani işte, Kur'an-ı Kerim'e ilişkin uygun olmayan böyle birtakım meallerin, tefsirlerin incelenmesi meselesi, bir onaydan geçirilmesi meselesi önemlidir, onu destekliyoruz fakat burada, bize göre iki tane küçük değişiklik yapılması lazım.
Birincisi, bu kuruluşların talebi üzerine olması bence bir eksiklik olur; yani talep etsin etmesin yayınlanabilmesi için doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun bu incelemeleri yapması gerekir. Talep etmezse ne olacak? O zaman bu murat ettiğimiz şeye burada kavuşamayız diye düşünüyoruz biz. Hani, burada bizim atladığımız bir şey varsa Sayın Başkan Yardımcısı onları bize açıklayabilir ancak yani burada, talebe bağlı olmaksızın bu incelemenin ve onayın kendiliğinden, resen yapılmasının ben önemli olduğunu düşünüyorum; bu, birincisi.
İkincisi, incelemek ve incelettirmek. Şimdi, "incelettirmek" dediğiniz zaman, dışarıya incelettireceksiniz yani orada bir standardı nasıl yakalayacağız? Bunlar çünkü son derece uzmanlık gerektiren alanlar. Dolayısıyla bunun tamamen incelettirme kısmının da çıkartılması -bizim onunla ilgili önergelerimiz de olacak- ve Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından bu incelemenin usulüne uygun şekilde yapılmasının uygun olacağını düşünüyoruz, buraya ilişkin değerlendirmemiz bu şekilde.
Bu Mushafları İnceleme Kurulunun aldığı kararlara itirazda önceden iki aşamalı bir yargı süreci varmış; bu, burada tek aşamalı bir yargı sürecine indiriliyor, bunun mutlaka bir gerekçesi vardır ama onu hani bir öğrenmek isteriz yani çünkü o yargı şeyiyle, o mahkeme süreciyle ilgili şimdi tek aşamalı bir mahkeme var ve karar kesinleşiyor. Burada mağduriyetlerin önüne geçilmesi açısından nedir buradaki muradınız, niye böyle bir şey yapıldı? O konunun bize anlatılması faydalı olur. Eğer bu yeteri kadar açıklanamıyorsa da belki tekrar ikili yargı sistemine dönmenin faydası olabilir diye değerlendiriyoruz.
Şimdi, bu 3'üncü maddedeki mesele de son derece önemli mesele. Manevi danışmanlık ve din hizmeti sunulması meselesi gençler için, özellikle eğitim öğretim kurumlarında, cezaevlerinde, hastanelerde birtakım değişiklik yerlerde bu işin yapılması önemli. Ben, bu işin uzmanlarıyla konuştum, mesela, Amerika Birleşik Devletleri'nde 19'uncu yüzyıldan itibaren "chaplain" -kurum papazı demekmiş- unvanlı özel eğitim görevlileri eliyle bu hizmetler verilmiş. Türkiye bu konuda çok geç kaldı; 95 yılında yataklı hastanelerde bu eğitim verilmeye başlanmış, ondan sonra Danıştay kararıyla iptal edilmiş. Tabii, oradaki iptal gerekçelerine bakarak bunu sürdürmek lazımdı, o pek yapılamamış. Dolayısıyla bu tür hizmetlerin verilmesinin biz son derece yerinde olacağını düşünüyoruz ancak buradaki ikazımız da şu: Acaba, bunu ne kadar nitelikli, ne kadar yeterli personelle veriyoruz Sayın Başkan? Yani burada farklı düşünüyor olabilirsiniz ama ben de bu konuyu hakikaten uzmanlarıyla konuştum, dediler ki: "Burada personelin, bu hizmetleri veren personelin eğitimiyle ilgili, yeterliliğiyle ilgili ciddi sorunlar var. Dolayısıyla burada onların da yeterliliğini artıracak, onların da eğitilmesi yani bu insanların eğitilmesine yönelik daha fazla gayret edilmesi gerekir. İşte, en az lisans düzeyinde bir şey, bunlar imam hatip mezunları ve ilahiyat mezunları üzerinden yapılıyor daha çok. Dolayısıyla bunların daha iyi eğitimli ve bu işin işte, pedagojik dersleri, bilmem neleri alan insanlar tarafından yapılmasının beklenen amaca ulaşılması açısından daha yerinde olacağını değerlendiriyoruz, Diyanet İşleri Başkanlığı bunu yapabilir.
Bu 4'üncü maddedeki mesele de önemli. Burada, tabii, Türkiye'nin her tarafında olduğu gibi bir atıl personel meselesi maalesef Diyanet İşleri Başkanlığında da var. Yani 2005 yılında Hacettepe Üniversitesi bir çalışma yapıyor, norm kadro çalışması yapıyor Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgili olarak -merkez için söylüyorum bunu- 600 personelle Diyanet İşleri Başkanlığının randımanlı bir şekilde yürütüleceğine ilişkin bir çalışma bu ama şu anda en son 2024 rakamlarına göre 1.798 kişi merkezde çalışıyor. Dolayısıyla, burada bir atıl personel var. Atıl personelin olduğu zaten belli, kadrolardan belli. Ne var? Başkanlık Müşaviri, Başkanlık Müftüsü, Başkanlık Vaizi; yani işte, geçmişte bu görevi yapmış olanlara muhtemelen bunlar veriliyor, yargı süreçlerinin de önünü kapamak için büyük ihtimal bir kısmı öyle yapılıyor, bir kısmına da işte, emekliliği gelmiştir, biraz da idareye yakındır, biraz ek gösterge alsın diye, işte "müftü" "vaiz" diye unvanlar veriliyor, bunların olduğunu da biliyoruz. Fakat şimdi, şu anda şöyle bir gayret var; ya, bunları çalıştıralım "Merkezde veya taşrada bunları çalıştırma" ifadesi geçiyor orada. Yalnız Sayın Başkan, yani şu anda zaten bunlar merkezde, bunları merkezde çalıştırmak için nasıl bir engel var da böyle bir düzenleme yapma ihtiyacı hissediyorsunuz? Bunlar merkezde, Başkanlık Vaizi, Başkanlık Müftüsü, Başkanlık Müşaviri yani bunlar zaten çalıştırılabilir. Taşra için belki bir miktar bu dediğiniz şey düşünülebilir çünkü taşraya bir geçici görevlendirme yapılacak, orada mahkemeye gidebilir insanlar "Beni taşraya gönderdi." filan diye, belki o anlamda yapılıyor olabilir. Ama özetle şunu söylemeye çalışıyorum: Yani atıl personelin çalıştırılmasına ilişkin gayretlerinizi olumlu karşılıyorum ancak bu, bugün de yapılabilecek bir şey. Yani aslında bu bir uygulama sorunu, bir kanun meselesi falan değil. Yani kanununu çıkarırız böyle ama yine o insanları sonra atıl tutmak isterseniz tutarsınız. Bu maddede olması... Bana göre çok rahat bir şekilde merkezdekine zaten doğrudan iş verirsiniz, diğerinde de geçici görevlendirmelerle taşraya gönderilerek işler verilebilir, bunların yapılması lazım.
Tabii, burada şunun da olmaması lazım: Diyelim ki bir kısım insan var -Türkiye'nin gerçeği bu- idareyle çok sıcak teması olmayabilir "Hadi onları taşraya sürelim." için de bir yol olmamalı burası. Dolayısıyla, burada, bakın, atıl personel değerlendirilsin ancak keyfî uygulamalardan kaçınacak şekilde belli kriterlerin konulması lazım. Yani en azından bu madde kabul edilecekse bile şu şu şartlarda belli kriterler koymak lazım, orada keyfîliğin ve muğlaklığın önüne geçmek gerekir diye düşünüyorum.
Yine, 4'üncü maddede bu sözlü sınav meselesi var. Tabii, aday KPSS üzerinden alınacak. "3 katı kadar -yanlış hatırlamıyorsam- aday çağrılır, onların içerisinden sözlü yapılır." Buna gerek yok Sayın Başkanım yani niye sözlü yapıyorsunuz? Yani bu mülakat meselesinin kaldırılacağına ilişkin Sayın Cumhurbaşkanının seçim öncesi verilmiş bir sözü vardı. Şunu diyebilirsiniz... Burada hangi tür personel için bu yapılıyor, onu çok iyi anlayamadım ben ama hangisi olursa olsun fark etmez. Mesela, biz bunu devlette çalışırken öğretmen üzerinden tartışmıştık, bu 666 çıkarken; ben o zaman Müsteşar Yardımcısıydım. Bana Sayın Bakan "Şimdi, öğretmen alacaksın ama konuşamıyor yani çok iyi bilgisi var, KPSS'den almış, 100'le gelmiş ama konuşamıyor veya öğrenciyle iletişim kuramıyor. Şimdi, ben bunu nasıl öğretmen yapayım. Dolasıyla benim bir mülakat yapmam gerekir." diye bir savunma yapmıştı. Bunun ben çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Yani usulüne uygun yapılsa, hakkaniyetli yapılsa problem yok, mülakat yapılabilir ama Türkiye'de bunun böyle olmadığını, iktidara yakın bir kısım insanlara ulaşanların bu sınavları geçtiğini, diğerlerinin geçemediğini artık sağır sultan duydu. Dolayısıyla bundan kaçınmak lazım, gençlerimiz bundan çok rahatsız. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı gibi hakkın, hukukun, kul hakkının en iyi şekilde bilinmesi gereken bir kurumda kul hakkına girecek işlerden kaçınmanız lazım. Diyeceksiniz ki: "Peki, bu işe hiç ehil olmayan insanlar yazılı sınavla gelirse ne yapacağım?" Efendim, sistemde bir yıllık aday memurluk var, o herhâlde duruyor değil mi? Aday memurluk meselesi duruyor. Aday memurluk aslında bu iş için sisteme konulmuş bir şeydir. Bir yıl içerisinde bu aldığınız kişinin Diyanet camiasına uymayan birtakım faaliyetlerini, ahlakını görürseniz veya ne bileyim ben bilgisiyle ilgili veya ne bileyim ben psikolojisiyle ilgili, şununla ilgili sıkıntıları görürseniz aday memurluğun sonucunda otomatik olarak memur yapmak yerine o ünvanda değil de bir alt unvanda veya farklı bir unvanda bu insanlar değerlendirilebilir, işi buradan yapmak lazım. Yani, beş dakikalık, üç dakikalık, mülakatla seçme yapmak yerine, bir yıl çalışmasını, performansını, ahlakını, vatanına, milletine bağlılığını, sizin konunuzdan, dine, diyanete uygunluğunu falan test edersiniz, onun sonrasında bu işleri yapmanın daha uygun olacağını, daha hakkaniyetli olacağını ve sizin de kurumsal itibarınızı yükselteceğini düşünüyorum
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Buyurun Sayın Usta.
ERHAN USTA (Samsun) - Şimdi, diğer bir husus yine Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgili olarak, bu yurt dışı temsilcilikleri. Şimdi, bizim tespitimize göre 52 tane büyükelçilikte din hizmetleri müşavirliği, 38 başkonsoloslukta din hizmetleri ataşeliği, 10 ülkede din hizmetleri koordinatörlüğü bulunuyor, toplamda Başkanlığın 100 tane yurt dışı temsilciliği var. Bunların bazıları hakikaten olması gereken yerlerde, onlara diyeceğim herhangi bir şey yok ama buradaki endişemiz veya biraz itiraz ettiğimiz husus şu: Mesela bazı yerlerdeki din hizmetleri müşavirlerinin, ataşelerinin -her neyse- bunların kurban döneminde sadece kurban organizasyonlarıyla ilgilendiği konusunda biz bilgi sahibi olduk. Bunun dışında başka bir şey varsa bunu bize söyleyebilirsiniz. Yani dolayısıyla bir ay çalışacak bir şeyin... Yani bir aylık bir iş yükü var, ondan sonraki aylarda çok fazla iş yükü olmayan insanlar için bir yıl devletin bu kadar sıkıntılı bir ortamda bu kadar para harcamasının doğru olmadığını değerlendiriyoruz, dolayısıyla buraya bir bakılması lazım. Hele hele mesela Dışişleri Bakanlığı bile bazı yerlerde çok daha kapsamlı işleri 1-2 müşavirle yürütürken Diyanet İşleri Başkanlığının değişik ünvanlarda daha fazla personelinin olduğu yerler de varmış. Dolayısıyla, buralara da biraz daha bu gözle bakılmasının ben yerinde olacağını düşünüyorum.
Şimdi, bu hac ve umre faaliyetleri meselesi var. Tabii, Diyanet Vakfı bu işleri yürütüyor, Sayın Başkan, değil mi? Bir defa burada bir değişiklik yapıyorsunuz, o son derece yanlış bir değişiklik. Bakın, burada hac ve umre faaliyetleri... Her hac ve umre mevsiminden sonra yapılan harcamaların Başkanlık, Sayıştay ve gerektiğinde -eski sistemde Başbakanlık müfettişleriydi- şimdiki sistemde Cumhurbaşkanlığı tarafından denetleneceğine ilişkin hüküm var. Buradaki Sayıştayı kaldırıyorsunuz. Niye kaldırıyorsunuz Sayın Başkan, bunun gerekçesi nedir? Yani Sayıştay denetimini niye kaldırıyoruz? Buralarda çok ciddi yekûn tutan bir para harcandığını biz biliyoruz ve hac ve umre faaliyetlerinin Türkiye'de emsal ülkelere göre çok pahalı olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla burada bir verimsizlik olduğu belli, belki de usulsüzlük var, bilemem ama bu kadar pahalı yapılıyorsa şimdi buradan tutup bir de Sayıştay denetimini... Bakın, geçmişte olan şey, kanunda var bu, Sayıştay denetimi var. Hani hep yeri gelince arkadaşlar söylüyor: "Denetlensin şöyledir, böyledir..." filan. Şimdi, AK PARTİ'li arkadaşlara da söylüyorum, Hüseyin Bey'e de söylüyorum kanun teklifinin sahibi olduğuna göre: "Bu Sayıştay denetimi niye çıkartıyorsunuz buradan yani denetimsiz bir ortam mı istiyorsunuz siz?" Böyle bir şey olabilir mi? "Başkanlık denetleyecek." Başkanlık kendisini nasıl denetleyecek? Cumhurbaşkanlığı denetlettirecek. Bu sistematik bir şey değil. Cumhurbaşkanlığına ancak bir şikâyet olursa Devlet Denetleme Kurulu denetçileri oraya gider ama Sayıştay denetimi rutin olarak her yıl bu faaliyetlerden sonra olur, geçmişte olduğu gibi bunun yapılması lazım. 703'le bu kaldırılmış, şimdi, bu kaldırılmış durumu devam ettiriyorsunuz. Bu son derece yanlıştır, burayı mutlaka düzeltmeniz lazım. Tam tersine, hele hele yine Diyanet gibi, maalesef itibarınızın çok aşağılara gittiği bir ortamda itibarınızı yükseltmek için "Ya, denetim faaliyetlerimizi daha da sıkılaştırmam lazım benim, daha fazla denetleyin bizi. Biz beş kuruş ne parayı verimsiz harcarız ne de kul hakkına gireriz." diyebilmeniz lazım ama siz tutuyorsunuz... Şimdi, bunlar da çok fazla karşılaştığımız bir şey değil, kabak gibi ortada, Sayıştay denetiminin dışına çıkarıyorsunuz, önceden var olan denetimi... Sami Bey, bunun bir mantığı var mı? Olmaz, bunu yapmamak lazım, hesaplarınızın şeffaf olması lazım. Daha önceden buralarda Vakfınızda mütevelli heyeti üyeliği yapmış, geçmişte devlette beraber çalıştığımız bir arkadaşın anlattıklarını hatırlıyorum işin doğrusu. Yani, orada ciddi verimsizlik var, daha profesyonel insanların orada olması lazım. Yani hepsi Diyanet camiasından gelen müftülerimizle, vaizlerimizle olacak iş falan değil, orada daha profesyonel... Yani orada iyi bir finansmancının olması lazım, ciddi para işi bu çünkü; ne bileyim ben, turizmi bilen kişilerin olması lazım. Yani biz şunu da çok net bir şekilde biliyoruz ki bu pahalı olmanın da... Herhâlde 6.500 dolardan başlıyor, değil mi? Geçen yıl öyleydi, 6.500 dolardan başlıyordu en düşük hac fiyatı. Ama bizim emsal ülkelerde bir sürü örnekleri var, hem de 4 bin, 4.500, 3.500 dolar olan ülkeler var. Lüks olan için bir şey demiyorum, onun sınırı yok yani orada parasını verir adam, gider ama bunun asgarisinin... İnsanların hacca gitmek için gerçekten çok ciddi bir şekilde gayret etmeleri gerekiyor.
Hac ve umre faaliyetlerine ilişkin denetim raporlarının kamuoyuyla paylaşılması lazım ve burada da özel sektör işin içerisinde, özel sektörün de biraz daha rekabete açılmasının, özel sektörün kendi içerisinde rekabete açılmasının da faydalı olacağını düşünüyorum.
Şimdi, bir de geneline ilişkin sözlerim var ama oraya geçmeden önce bu fahri Kur'an kursu öğreticileri meselesi var. Bu arkadaşlar, sürekli olarak bize de geliyorlar. Burada yine fahri Kur'an kursu öğreticilerine kadro verileceğine ilişkin Sayın Cumhurbaşkanının daha önceden verilmiş bir beyanatı var fakat bu yapılmadı.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
OTURUM BAŞKANI İSMAİL FARUK AKSU - Sayın Usta, toparlayın lütfen.
ERHAN USTA (Samsun) - Toparlıyorum Sayın Başkan.
Bunun yapılması lazım çünkü burada ciddi bir mağduriyet var. Mesela, vekil imam meselesi çözüldü, bununla ilgili bizim de gayretlerimiz oldu, bu mesele çözüldü. Bu fahri Kur'an kursu öğreticilerine verilen kadro meselesinin çözülmesi lazım. Yeterli sigorta yapılmıyor, daha düşük aylık sigortaları oluyor; onun yapılması lazım, sendika haklarının filan hepsinin, o meselelerin çözülmesi gerekiyor.
Şimdi, geneli olarak da Sayın Başkan, yaklaşık 1.798 merkez, 140.758 de taşra personeliniz var dedik. Ciddi bir bütçesi var. "Ciddi bir bütçesi var." derken, tabii, vakıf bütçesi dışındaki olan kurum bütçesi, bu personel bütçesi. Ama imkânları var, istediği her yere girebiliyor. Fakat bakıyoruz, toplumda dine karşı meyilde bir azalma var. Yani insanlar dinden ve diyanetten uzaklaşıyor ülkemizde, bununla ilgili çalışmalar var. İsterseniz onların örneklerinin birkaçından da bahsedebilirim. Mesela daha önceden hep derdik ki yüzde 99'u Müslüman filan diye, en son MAK'ın yaptığı bir çalışma var. Tabii, tek bir kurum çalışması ama diğer çalışmalar da bunu hemen hemen destekliyor. İşte, 30 büyükşehir, 23 il, 154 ilçe, 5.400 kişiyle yapılıyor, Türk toplumunun yüzde 14'ünün Müslüman inancını benimsemediği tespit ediliyor burada yani yüzde 1 iken yüzde 14'e çıkmış "Ben Müslüman değilim." diyenler. 2018 yılında ben hatırlıyorum, Konya İl Müftülüğünün yaptığı bir çalışma vardı "Çocuklar, gençler deizme kayıyor." diye, böyle bir çalışma ortaya çıkmıştı. Sayın Erdoğan da bu konuda bilgi almak için İsmet Yılmaz'ı kürsüye çağırdı; İsmet Yılmaz da raporu, o çalışmayı teyit etti, sonra fırça yiyince raporu inkâr etti. Yani şu veya bu, bunu toplumda çok rahat bir şekilde, net bir şekilde görüyoruz, bu meseleyi bir sorun olarak, bir dert olarak Diyanet İşleri Başkanlığının, Hükûmetin, toplumun, hepimizin görmesi gerekiyor. İnsanları çok daha iyi dinini yaşayabilecek duruma getirmemiz lazım. İnsanlarımızı eğitmemiz lazım.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
OTURUM BAŞKANI İSMAİL FARUK AKSU - Buyurun.
ERHAN USTA (Samsun) - Her maddede konuşmayacağım genel üzerinde konuşursam.
Mesela, bizim aklımıza gelen, bir hizmet etki memnuniyet analizi çalışması yapılması lazım, "Ne yapılırsa daha fazla insanlara erişilebilir, ulaşılabilir?" diye bir çalışmanın yapılmasının ben fayda olacağını düşünüyorum.
Şimdi, ikinci konu, bu nükleerle ilgili, daha doğrusu enerjiyle ilgili meseleler. Tabii, biz biliyoruz ki bir "barışçıl nükleer teknoloji", bir de "barışçıl olmayan nükleer teknoloji" diye iki tür nükleer teknoloji var. 1968'de bu Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması var, Türkiye uzun süre bu antlaşmaya taraf olmadı, imzalamadı fakat 12 Eylül ihtilalinden sonra 1981 yılında bu antlaşma Meclisten geçti. Tabii, bu niye oldu, ona bakmak lazım çünkü Türkiye'de 1960 yılından itibaren mesela İran'la, Pakistan'la birlikte nükleer çalışmalar başlıyor. İran'ın, Pakistan'ın şu anda nükleerde geldiği aşamayı biz biliyoruz ama Türkiye şu anda nükleer konusunda çok zayıf durumdadır. Bunu nükleer silah anlamında falan demiyorum, nükleer teknoloji ve nükleer enerji anlamında diyorum. Şimdi, Akkuyu var, onu biliyoruz fakat Akkuyu Ruslar'ın, Akkuyu bize ait değil, kimse "Türkiye'de Akkuyu Nükleer Santrali var." falan demesin. "know-how" gelmiyor hiçbir şekilde, reaktörün olduğu bölgeye Türkler yaklaştırılmıyor bizim topraklarımızda, Akkuyu Santrali'nde. Nükleer çalışmaların bir devlet politikası hâline gelmesine inananlardanım ben. AR-GE için yeterli kaynak ayrılması lazım, kendi reaktörümüzü de kendimizin yapması gerekir. İkinci ve üçüncü santrallerde bu yerlilik meselesi, kendi mühendislerimizi işin içerisine katma meselesi ve "know-how" meselesi önemsenmesi gereken bir husustur. Bu birincide ıskaladığımız şeyi ikincide yapmamamız lazım, Türkiye'nin dolayısıyla nükleer teknolojiye sahip olması lazım, nükleer santralin olması lazım. Hatta biraz tuhaf gelecek belki, bir kısım insan buna itiraz edebilir, devletin istemesi hâlinde de altı ay içerisinde nükleer silah üretecek hâle gelmesi lazım Türkiye'nin, etrafımızda bu var. Bakın, nükleer silahımız olsun, nükleer silah üretelim demiyoruz. Nükleer silah meselesi değil zaten nükleer teknoloji ama bir devlet politikası...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
OTURUM BAŞKANI İSMAİL FARUK AKSU - Erhan Bey, son bir kere daha iki dakika uzatıyorum, lütfen tamamlayın.
ERHAN USTA (Samsun) - O zaman maddelerde tek tek konuşuruz bunları Sayın Başkanım.
Yani dolayısıyla nükleer meselesini, bizim mühendislerimiz bunu yapabilir yani nükleerle ilgili çalışmaları daha fazla yapabilecek bir kapasitemiz var. Burada biz siyasi irade eksikliğini görüyoruz. Yani dediğim gibi, 1960'lı yıllarda beraber başladığımız ülkelerin nükleer teknoloji konusunda geldiği yer belli, Türkiye'nin maalesef bulunduğu yer belli. Şimdi, esas mesele, altlık olsun diye bunları anlatmıştım, bu TAEK, işte, Nükleer Düzenleme Kurumu ve bir miktar da TENMAK'a gidecek şekilde bölünmesi, birbirinden bağımsız 4-5 enstitünün yan yana getirilerek "TENMAK" adı altında bir şeyin kurulması şu anda nükleer konusunda bizim geriye gidişimiz demektir tamamen yani en azından bir ihtisas kurumu vardı, bir şeyler daha yapma imkânı varken şimdi yeni yapının nükleer konusunda Türkiye'yi çok daha geriye götüreceğini çok net bir şekilde göreceğiz. Bunları maddeler geldiği zaman o maddelerde biraz daha detaylarını konuşuruz.
Teşekkür ediyorum.