KOMİSYON KONUŞMASI

GİZEM ÖZCAN (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, kıymetli bürokratlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bugün Karayolları Trafik Kanunu'nda yapılacak yeni düzenlemeleri konuşmak üzere Adalet Komisyonu olarak bir araya geldik ama maddelere geçtiğimizde bunlarla ilgili, bu düzenlemelere dair itirazlarımızı ve sorularımızı elbette dile getireceğiz. Ancak bu noktada izninizle adalet sistemimizde yaşadığımız yapısal krize dair de bazı genel değerlendirmelerde bulunmak isterim. Şayet Türkiye Büyük Millet Meclisi halk iradesinin vücut bulduğu en yüce makam, Adalet Komisyonu da bu iradeyi adaletin tesisi yönünde yönlendirecek bir yasama mutfağı ise -ki biz öyle olduğuna inanıyoruz- o hâlde atılacak her adımın adaletin bugünkü durumunu gözeterek şekillenmesi gerekir. Bu bağlamda, Türkiye'de adaletin yalnızca niteliksel değil, aynı zamanda çok derin niceliksel kriz yaşadığını da kabul etmemiz gerekiyor.

Değerli milletvekilleri, elimde adalete ilişkin bazı çarpıcı istatistikler var. Her şeyden önce hukukun üstünlüğü meselesi yalnız teknik bir hukuk tartışması değil, devletin meşruiyetiyle, yurttaşın güveniyle, demokrasinin derinliğiyle doğrudan ilgili. Oxford destekli "Our World in Data" araştırmasına göre, 2024 yılı itibarıyla Türkiye'nin hukukun üstünlüğüne dair puanı yalnızca 0,18. Karşılaştırma yapmak gerekirse yapılan hukuk tarihi çalışmalarına göre 1789 yılında Türkiye'nin bu alandaki puanı 0,20'ydi yani hukukun üstünlüğü bakımından neredeyse III. Selim ve Tanzimat öncesi düzeye gerilemiş durumdayız. Tekrar etmek istiyorum: Hukukun üstünlüğü bakımından neredeyse III. Selim ve Tanzimat öncesi düzeye gerilemiş durumdayız.

Başka bir örnek ise Dünya Adalet Projesi'nin 2023 Raporu'na göre Türkiye'nin hukukun üstünlüğü açısından 142 ülke arasında 117'nci sırada oluşu. Bu sıralama hem bölgesel hem de küresel ortalamanın altında olduğumuz anlamına da geliyor.

Kısacası, hukukun taşıyıcı sütunları derin bir aşınma ve deformasyonla karşı karşıya. Yurttaş açısından ise bu tablo her geçen gün daha fazla keyfiyet, daha az güvenlik ve daha çok belirsizlik demek.

Değerli milletvekilleri, 2024 yılına dair adalet istatistikleri bu niteliksel krizin ne kadar yayıldığını da gösteren çarpıcı niceliksel veriler sunuyor. Adli yargı ilk derece mahkemelerinde görev yapan 10.413 hâkim yalnızca bu yıl içinde 9 milyon 300 bin dosyayla karşı karşıya kaldı. Bu, hâkim başına düşen yıllık ortalama dosyanın 892'ye çıktığı anlamına geliyor. 2021'de bu sayı 710'du yani sadece üç yılda yüzde 25'lik bir artış söz konusu. Hesapladığımızda, 1 hâkim her iş gününde ortalama 3 ila 4 dosyada karar vermek zorunda kalıyor. Bu dosyalara hâkim başına sadece 1,5 ila 2 saat arası zaman ayrılabiliyor yani hâkimlerimiz adalet üretmiyor, dosya tüketmek zorunda kalıyor. Bu iş yükü altında adil, dikkatli ve gerekçeli bir yargılama yapılması mümkün mü? Dahası, bu yoğunluk sadece iş günü verimliliğini değil, aynı zamanda adaletin zamanında tecelli etmesini de engelliyor. Örneğin, asliye ceza mahkemelerinde 1 dosyanın görülme süresi ortalama 220 gün, devreden dosyaların elden çıkarılma süresi 225 gün ve 2024 yılında çıkan dosyaların gelen dosyalara oranı yalnızca yüzde 61,8. Bu şu demek: Her 10 dosyadan 4'ü bir sonraki yıla devrediliyor. Yargı artık kendi yükünü zor taşır hâle gelmiş durumda. Bu tablo sadece yoğunluk anlamına gelmiyor, aynı zamanda hukuken niteliksiz uygulamalarla mahkûmiyet anlamına da geliyor. Yüksek iş yükü altında ezilen bir yargı mensubunun ne delilleri hakkıyla incelemesi ne tarafları sabırla dinlemesi ne de içtihatlara uygun bir gerekçe oluşturması mümkün olmuyor. Bu, yalnızca adli hataların artması değil, masum insanların yıllarca yargılamaya tabi tutulması, suçluların cezasız kalması, adaletin askıya alınması demek.

Değerli milletvekilleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye hakkında verdiği ihlal kararlarının büyük çoğunluğu da yalnızca makul sürede yargılanma hakkının ihlalinden kaynaklanıyor. Bu veriler, adaletin geciktiği değil, yapısal sorunlarımız nedeniyle bilinçli biçimde ertelendiği bir sistemle de karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Adaletin geciktiği yerde hukuk, cezalandırma değil, süründürme aracına dönüşüyor. Bu noktada, sorumluluğumuz çok açıktır: Yargının dosya yükünü hafifletmek, hâkim savcıların nitelikli yetişmesini sağlamak, kararlarını baskıdan uzak biçimde almalarını mümkün kılacak kurumsal ortamları hep birlikte yaratmak zorundayız çünkü yasa ne kadar iyi yazılırsa yazılsın, yargı onu uygulayacak kapasiteden ve motivasyondan yoksulsa hukuk kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Ve unutmayalım, hukuk güvenliği çökerse toplum kendi adaletini aramaya başlar; bu arayış çoğu zaman hukuk dışı mecralarda gerçekleşir.

Bugün burada adaleti konuşurken yöneten ile yönetilen arasındaki sınırın hukukla mı, keyfiyetle mi çizileceğini konuşuyoruz ve bu bağlamda yargının siyasallaşması meselesi artık sadece teorik bir tartışma değil, somut, yaşanmış, kurumsallaşmış bir gerçekliktir. Bunun en çarpıcı örneğini de 19 Mart yargı darbesiyle gördük. Hani diyorlar ya, talimatlı yazarlar hep diyor: "Bütün mesele Ekrem İmamoğlu meselesi değil." Hayır, tam da mesele Ekrem İmamoğlu meselesi. 19 Mart 2025'teki yargı darbesi, Türkiye'de adaletin ne denli siyasallaştığını ve yargının bir baskı aracına dönüştüğünü açık şekilde gözler önüne serdi. İlk dalgada 106 kişi hakkında gözaltı kararı verilmişti, 31'i tutuklandı. Bu sayı, sıradan bir yolsuzluk soruşturmasından çok öte, bir siyasi tasfiye ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin çalışmalarını felç etmeye dönük organize bir saldırının büyüklüğünü de ortaya koymakta. Ardından gelen ikinci dalgada 52 kişi gözaltına alındı, 18'i tutuklandı, birçok kişi ise konutu terk etmeme gibi ev hapsi cezalarına mahkûm edildi. Üçüncü ve dördüncü dalgalarla birlikte, çalışanlar, bürokratlar ve yöneticiler hukuki sürecin ötesinde bir yargı tacizine maruz bırakıldı ve belediyenin yönetim ve hizmet üretme kapasitesi sistematik bir biçimde tahrip edildi. Bu operasyonlar yalnızca bir yargı soruşturması değil, aynı zamanda halkın seçilmiş iradesine yönelik açık bir darbe. Siyasallaşmış yargının, hukukunu bir intikam aracı hâline getirmesi, adaletin temel işlevini tahrip etmekle kalmıyor, kamusal alanda da kamusal yönetimde de kaos ve güvensizlik ne yazık ki üretiyor. Siyasi rakiplerin hedef alınması, yargının bağımsızlığına ve toplumun adalete olan inancına vurulmuş ağır bir darbe. Bu dosyalar ve operasyonlar, adaletin çöküşünün, hukukun siyasetin vesayeti altına girmesinin simgeleri olarak da hafızalara kazınacak. 19 Mart yargı darbesi, halkın iradesine karşı nasıl bir sistematik müdahale geliştirildiğini ve yargının nasıl bir siyasi baskı aygıtı hâline getirildiğini gözler önüne seren bir süreç. Yargılanan İmamoğlu değil, halk. O yüzden de işte mesele, tam da Ekrem İmamoğlu meselesi. Mesele, milyonlarca yurttaşın seçimle ifade ettiği iradenin mahkeme kararı kılıfı altında boğulmak istenmesi. Hukuk yürütmenin arka bahçesi hâline getirildiğinde yurttaşın adalete duyduğu güven de sandığa duyduğu inanç da ne yazık ki paramparça oluyor.

İmamoğlu'nun Beylikdüzü dosyasına bakacak olursak; Türkiye'de yargının nasıl bir yargı tacizi aracı hâline döndüğünün yine diğer bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Dava 12 Ocak 2023 tarihinde açıldı, ilk duruşma 15 Haziran 2023'te yapıldı, son duruşma ise 8 Ocak 2025'te gerçekleşti. Öngörülen yargılama süresi 409 günken tam 2 katı kadar süre yani 821 güne yaklaşan bir yargılama süreci söz konusu. Son iki duruşma arasında tam 94 günlük süre yani yaklaşık 3 ayı aşkın bir ara bırakıldı. Bu durum da, tabii, Dördüncü Yargı Reformu Strateji Belgesi'nin, duruşmalar arasında iki aydan fazla ara verilmemesi hedefinin de açık bir ihlali. Ve bu sürecin gösterdiği şey aslında çok net: Yargı, adaleti tesis etmekten ziyade, bir baskı, bir sindirme ve siyasallaştırma aracı olarak kullanılmakta. İktidarın karşısında olan her kesimin üzerine bu tür yargı tacizleriyle gidilmektedir. Unutmayalım ki eğer yargıçlar hukuka göre değil siyasilere göre pozisyon alıyorsa orada artık hukuk yoktur, sadece tahakküm vardır. İşte bu nedenle Heraklitos'un yıllar önce söylediği uyarıyı bir kez daha hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz bugün: "Adaletsizliği bir yangından daha çabuk önlemeliyiz." Çünkü bu yangın sadece adliyeleri değil, toplumsal vicdanı da yakıyor ve biz bu yangına karşı durmak zorundayız; çünkü adalet yoksa kanunlar kâğıttır, çünkü yargı siyasetin sopası olursa hukuk devleti ayakta kalmaz ve çünkü eğer bu ülkede bir kişi halkın oylarıyla kazanmasına rağmen siyasi saiklerle yargı eliyle tasfiye edilmek isteniyorsa artık hiçbir yurttaşın güvende olduğunu söyleyemeyiz, çünkü adaletin yandığı yerde kurumlar küllere döner, toplum ise çatışmalı fay hatları üzerinden var olmaya çalışır. Bu, toplumsal barışımızı tehdit eder. Adaleti yeniden tesis etmek sadece hukukçuların değil, bu Meclisin de tarihî sorumluluğudur. Ya bu sorumluluğu cesaretle üstleneceğiz ya da adaletin külleri arasında bir hukuk devletini kaybedeceğiz.

Teşekkür ediyorum.