KOMİSYON KONUŞMASI

AYYÜCE TÜRKEŞ TAŞ (Adana) - Sayın Başkan, Sayın Bakanım, kıymetli milletvekilleri, kıymetli bürokratlar, basın mensupları; ben de hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime başlamadan önce, iki üç gün önce Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Sayın İbrahim Ömer Gönül'ün 4 Kasım 2024 tarihinde İstanbul'da düzenlenen Türkiye Sermaye Piyasaları Kongresi'nde yaptığı konuşmada sarf ettiği bir sözle başlamak istiyorum, "Bugüne kadar fonlara bir zarar gelmesin diye bir şeyler yapmıyorduk ve biz aslında fonlara her zaman çok kıymet verdik, manipülasyonda kullanılması bizi üzüyor. Orada mecburen bir düzenleme yapacağız, artık bunu yapmak zorundayız." yönünde ifadeler kullandı. Kamu otoritesi fonlar üzerinden yapılabilecek piyasayı bozucu işlemlere ilişkin bilgi sahibi olduğu hâlde buna bir tedbir almadığı izlenimi çıkıyor bu konuşmadan. O yüzden, bu konuşma benim dikkatimi çekti, burada da -bilmiyorum SPK Başkanı aramızda mıydı ama- dile getirmek istedim. Fonlar halkın birikimlerinin emanet edildiği ve inançlı mülkiyet niteliği taşıyan finansal yapılar. Bu nedenle, fonlar üzerinden gerçekleştirilen manipülasyon iddialarına fonlara zarar gelmesin kaygısıyla yeterince hızlı müdahale edilmediği yönündeki beyan yalnızca yatırımcıların korunması bakımından değil devlet ciddiyeti, kamu otoritesinin tarafsızlığı ve "hukuk devleti" ilkesi açısından da değerlendirilmesi gereken niteliktedir diye düşünüyorum.

Bütçenizin ben de hayırlı uğurlu olmasını diliyorum.

Genel olarak şöyle bütçe rakamlarına baktığımızda, öncelikle şunu söylemek istiyorum: Bütçe bize sadece bir rakamlar toplamını göstermiyor, bir hükûmetin ekonomik tercihlerini, önceliklerini ve vatandaşa bakışını da gösteriyor ama ne yazık ki önümüzdeki bütçeye baktığımızda burada biraz adaletsizlik, israf ve öngörüsüzlüğün hâkim olduğunu görüyorum.

Şöyle ana hatlarıyla bir göz atacak olursak bütçeniz geçen yıla göre yaklaşık yüzde 34 artışla 8,8 trilyon liraya yükseldi ve bu oranın da merkezî yönetim bütçesinin genel artış oranı olan yüzde 28,5'un üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki, büyük bir bütçe ve hızla büyüyen bir bütçe ve Bakanlık da büyük bir bakanlık, buna bir itirazımız yok ama şuna bakmamız gerekir diye düşünüyorum: Bu büyüme vatandaşın refahını mı arttırıyor yoksa sadece devletin borcunu mu büyütüyor? Cevap da gayet açık, karşımıza çıkıyor: 8,8 trilyonluk bu dev bütçenin yarısı bile üretime, istihdama, kalkınmaya ayrılmazken, faiz ve cari transferlere ayrılan kısmı çok daha fazla olarak gözüküyor. 2025 yılında 1,95 trilyon lira olan faiz ödemeleri, 2026 bütçesinde yaklaşık yüzde 41 artışla 2,74 trilyon liraya çıkmıştır. Bugün, bizim ülkemizde her 100 liralık verginin 20 lirasıyla faiz ödenmektedir. Faiz giderlerinin toplam bütçe içindeki payı bir yılda yüzde 13'ten yüzde 14,5'e yükselmiştir. 2002'de "Faiz bütçesini bitireceğiz." diyen AK PARTİ iktidarı bugün bütçeyi maalesef tamamen faize teslim etmiş gözükmektedir. Bu tablo, borçla büyümenin ve günü kurtarma ekonomisinin bir resmidir. Üstelik, Hükûmet sadece bir yıl sonrasını bile çok doğru tahmin edememektedir; 2025 bütçesinde faiz ödemeleri 1,95 trilyon lira tahmin edilmişken, gerçekleştirme 2,05 trilyon olarak karşımıza çıkmıştır yani yüzde 20'lik bir sapma vardır. 2026 bütçesi vergi gelirlerinde yaklaşık yüzde 24'lük bir artış öngörmektedir ancak bu artışın dağılımına baktığımızda adaletsizlik de net bir biçimde karşımıza çıkmaktadır; gelir vergisi yüzde 65 artmış, kurumlar vergisi ise yüzde 1,5 azalmıştır, yani çalışanların yükü artarken, şirketlerin yükü hafiflemiştir. Bu bütçe çok kazanan az, az kazanan da çok öder mantığını sürdürmektedir. Daha da vahimi, 2025 yılında tahmin edilen kurumlar vergisinin yüzde 27'si maalesef tahsil edilememiştir. İktidar büyük sermayeden tahsilat yapamazken, vatandaşın maaşından kuruşuna kadar kesinti yapmaktadır. Asgari ücretli, tükettiği her üründe KDV ve ÖTV'yle vergi öderken, şirketler vergi istisnalarıyla korunmaktadır. İşte bu yüzden, Türkiye'de vergi sistemi artık bir gelir değil adalet testi hâline gelmiştir.

Sosyal güvenlik programı için de ayrılan ödenek yaklaşık yüzde 44 artışla 1,82 trilyon liraya çıkmıştır. Bu rakam SGK'nin öz gelirleriyle giderlerini karşılayamadığını ve farkın Hazineden aktarıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Vatandaşın ödediği primler artık kendi emekliliğini değil, açık veren sistemi ayakta tutmayı finanse etmektedir, bu durum da kesinlikle sürdürülebilir değildir.

2006 yılında millî gelirin yüzde 1'inden az olamayacağı yasal güvenceye bağlanan tarımsal desteklerin payı da 2026 bütçesinde sadece binde 22'ye düşmüştür yani yasanın dörtte 1'i kadar destek verilmektedir. 2006 bütçesinin yüzde 2,7'si tarıma ayrılırken, bugün, bu oran, yine, binde 1 gibi düşük bir rakama gerilemiştir. Türkiye, bir zamanlar kendi kendine yeten 7 tarım ülkesinden biriyken, bugün pamukta, buğdayda, ette ve daha birçok gıda ürününde ithalatçı hâle gelmiştir. Çiftçimiz, artan mazot, gübre ve sulama maliyetleriyle boğuşurken, bu bütçe tarımı değil, maalesef, borcu sulamaktadır. Buradan aklımıza bir soru gelmektedir. Acaba Türkiye'nin tarımı ve hayvancılığı da terk etmesi mi istenmektedir? Hepimizin bildiği gibi, Türkiye'de tekstil sektörü, belki de dünyada ilk defa sektör olarak ülke değiştirmektedir. Acaba aynı strateji tarım için de mi kullanılmaktadır? Amaç Türkiye'nin önce ekonomik bağımsızlığını tamamen kaybetmesi midir? Hepimiz çok iyi biliyoruz ki gıda güvenliği, bir ülkenin bağımsızlığının öncü şartlarından biridir. Yani, nasıl yerli savunma sanayisi için gözümüzü budaktan esirgemeden yatırım yapıp büyümeye çalışıyorsak tarım da en az onun kadar önemlidir ama niye göz ardı edilmektedir bunu anlamak bizim açımızdan mümkün değildir.

2025 yılında bütçe açığı 2,2 trilyon olarak gerçekleşmiştir. Faiz dışı fazla verilmesi beklenirken orada da 156 milyar liralık açık oluşmuştur. Bütçe açığının millî gelire oranı yüzde 3,6'dır, hedeflenen 3,1'in üzerinde gerçekleşmiştir. Bu da mali disiplin söyleminin artık sadece kâğıt üzerinde kaldığının bir göstergesidir.

Orta vadeli programa göre 2026'da gayrisafi yut içi hasılanın yüzde 3,8 büyüyerek 72,2 trilyon liraya ulaşması beklenmektedir ancak bu büyüme vatandaşın cebine yansımamaktadır. Türkiye, kişi başına gelirde 75'inci sıradadır yani büyüyoruz ama zenginleşemiyoruz. Bu da adaletsiz gelir dağılımının aleni bir ispatıdır.

Yüksek gelirli ülkelerde faiz oranı ortalama yüzde 3'ken bizde yüzde 39'dur. Bu fark ekonomideki güven eksikliğinin en net göstergesidir. Üstelik Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde 143 ülke arasında 118'inci sırada, Yolsuzluk Algısında da 107'nci sıradayız. Ekonomik istikrarın temeli güven, güvenin temeliyse hukuk ve denetimdir.

2025 sonunda ihracatın 273,8 milyar dolar, ithalatın 367 milyar dolar olması beklenmektedir yani 93 milyar dolarlık dış ticaret açığı söz konusudur. Yüksek teknolojili ürün ihracatının payı 2002'de yaklaşık yüzde 8'ken bugün yaklaşık yüzde 4'lere gerilemiştir. Bu tablo Türkiye'nin üretim yapısının ithalata bağımlı kaldığını göstermektedir yani ülkemizde üretim artmıyor, aksine montaj büyüyordur.

Bakanlık bütçesindeki dağılıma baktığımızda da en büyük pay hazine varlıkları ve yükümlülüklerinin yönetimi programına, ikinci büyük pay da sosyal güvenlik programına gitmektedir. Buna karşılık temel eğitim, afet yönetimi ve ticaret geliştirilmesi programlarının ödenekleri azaltılmıştır. Bu tablo Hükûmetin yatırımdan çok borç ödemesine öncelik verdiğini de bize göstermektedir.

Türkiye'nin ekonomik konumuna şöyle bir bakacak olursak "büyüme var, eşitlik yok" olarak özetleyebiliriz. Hükûmet Türkiye'nin gayrisafi yurt içi hasıla büyümesini başarı olarak sunmaktadır ancak 2003-2024 döneminde Türkiye'nin ortalama büyüme oranı yüzde 5,3'tür. Gelişmekte olan ülkeler ortalaması ise yüzde 5,4'tür yani 21 yılda dünya ortalamasının bile gerisinde kalmışız. Türkiye artık büyümesini eşit dağıtamayan, geliri tabana yayamayan bir ekonomi hâline gelmiştir. Bütçe de bu adaletsizliğin aynasıdır.

Sonuç olarak bizim "tükeniş bütçesi" olarak adlandırdığımız bu bütçe devleti büyütür ama maalesef milleti küçültür. Bu bütçe vatandaştan daha çok vergi alıp sermayeye daha çok muafiyet tanıyan, çalışanı cezalandırıp borçluyu ödüllendiren, tarımı unutan, üretimi küçülten, faize bağımlı, ithalata muhtaç bir ekonominin bütçesidir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

OTURUM BAŞKANI ORHAN ERDEM - Buyurun, bir dakika uzattım.

AYYÜCE TÜRKEŞ TAŞ (Adana) - Biz İYİ Parti olarak adil vergi sisteminin, üretim odaklı büyümenin, şeffaf ve hesap verilebilir mali yönetimin yanında duruyoruz. Bütçenin gerçek sahibinin vatandaş olduğunu, her kuruşun hesabının milletin önünde verilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu nedenle Hazine ve Maliye Bakanlığının 2026 bütçesini adalet, verimlilik ve vatandaşın refahı açısından yetersiz buluyor ve reddediyoruz.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.