GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2020 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 5'inci Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:5
Birleşim:33
Tarih:11.12.2021

İYİ PARTİ GRUBU ADINA ABDUL AHAT ANDİCAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hükûmetlerin pandemiye yönelik uyguladıkları politikaları değerlendiren 2 bilim adamı "medikal popülizm" kavramını gündeme getirdiler. Bu kavram, başlangıçta salgını önemsemeyen, daha sonra bir taraftan halktan gerçekleri gizlerken bir taraftan da çeşitli şovlarla en başarılı mücadeleyi yaptıkları algısını yaratmaya çalışan, başarısız oldukları ortaya çıkınca da suçu başkalarının üzerine atan yönetimleri tanımlamaktaydı. Bu hükûmetlerin hepsinin ortak noktası şeffaflıktan uzak, otoriter yönetimler olmasıydı.

Şimdi geriye dönüp AKP iktidarının pandemiyle mücadelesinin satır başlarına bir bakalım. Büyük bir tantanayla kurulan Bilim Kurulunun gerektiğinde günah keçisi görevi yüklenen, göstermelik bir Kurul olduğunu anladık. Sayın Cumhurbaşkanı bir soruya karşılık her sabah dut şerbeti içerek korunduğu şeklinde beyanat verdi, AKP'li bir komisyon başkanı da Meclis kürsüsünden "Dut pekmezi içersek bir şey olmaz." deyip virüsün 15 Marttan itibaren ortadan kalkacağını iddia etti. Sayın Sağlık Bakanımız "Haziran ayında ilk dalgayı bastırdık, 2'nci dalgayı beklemiyorum." diyerek temelsiz bir beyanatta bulundu. Salgına karşı en önemli silahımızın hastalığa yakalanmamak olduğunu söylemesi de harika bir tavsiyeydi.

Sanayi Bakanı Varank'ın "Haziran ayında yerli coronavirüs ilacını müjdeleyeceğiz." beyanatını da hatırlayalım. Sayın Erdoğan'ın millete "maske, mesafe, temizlik" talkını verirken düzenlenen lebalep AKP kongrelerini hatırlayalım. Pandeminin tepe yaptığı günlerde düzenlenen AKP mitinglerinde Sayın Erdoğan'ın otobüs üzerinden attığı 200 gramlık çay poşetlerini kapışmak için alt alta, üst üste boğuşan vatandaşları hatırlayalım. Bütün bunları hatırlayınca iktidarın salgına yaklaşımının ne kadar ciddiyetten uzak olduğunu görüyoruz.

Salgının başladığı dönemde, 20 bine yakın vatandaşımızın umreye gidişlerini ve kontrolsüz bir şekilde ülkeye dönüşlerini; "Avrupa'ya karşı göçmen kozunu kullanacağız." diye, salgın döneminde on binlerce sığınmacının Yunanistan sınırlarına taşınıp Yunanistan'ın eline "Türkiye bize pandemi ihraç ediyor." propagandasına imkân verişini hatırlayalım. Millete ön bilgi verilmeden bir gece yarısı sokağa çıkma yasağı getirilmesini ve yaşanan kaosu hatırlayalım. Maskeyi önce posta aracılığıyla, sonra e-devlet vatandaşlık numarası ve nihayet "Eczaneler üzerinden dağıtacağız." iddiası ve bir ay süren kaostan sonra üç kuruşluk maskenin dağıtılamayarak yeniden satışının serbest bırakılmasını hatırlayalım. Türk Hava Yolları biletlerindeki KDV'nin yüzde 18'den 1'e indirilmesi, konut kredileri için peşinat oranının yüzde 10'a çekilmesi kararlarının salgınla mücadele önlemleri arasında sunulmasını hatırlayalım. Vatandaşlar doğrudan devlet desteği beklerken önümüze IBAN numaraları konularak bağış kampanyası başlatılmasını hatırlayalım. Pandemiyle mücadelede ancak devlet ve milletin bütün ögeleriyle el ele vererek bir dayanışma hâlinde başarılı olunabileceği gerçeğine rağmen iktidarın, muhalefet belediyelerinin yardım kampanyalarını engellemesini ve bankalarda toplanan yardım paralarına el konulmasını hatırlayalım. Bütün bunları hatırlayınca iktidarın salgına karşı koordineli bir yönetim stratejisinden uzak olduğunu görüyoruz.

Bütün dünya tanı kiti ve maske depolarken "Amerika'ya kit, Çin'e maske ihraç ediyoruz." diye övünülüp "Yerli ve millî tanı kiti üretiyoruz." palavralarıyla millet uyutulurken daha sonra Çin'den yandaş firmalara fahiş fiyatla tanı kiti ithal edilmesini hatırlayalım. Bilim dünyasınca sağlık açısından ciddi zararlara yol açtığı ifade edilen "hidroksiklorokin" isimli sıtma ilacının, üstelik de yüksek dozlarda, yakın zamanlara kadar hastalara kullandırılışını hatırlayalım. Batı ülkelerinin ayrıntılı hasta verilerinden yararlanan Sağlık Bakanlığının elindeki verileri ülkemiz bilim adamlarına açmayarak pandemiyle ilgili bilimsel araştırmalar yapılmasına izin vermemesini hatırlayalım. Sağlık Bakanlığı önerisi ve İçişleri Bakanlığı genelgesiyle ilan edilen hafta sonu sokağa çıkma yasağının "Vatandaşların sıkıntıya girmesine gönlüm razı olmadı." deyip Sayın Cumhurbaşkanı tarafından keyfine göre iptal edilişini hatırlayalım. Hiçbir bilimsel gerekçeye dayanmadığı hâlde, 65 yaş üzeri vatandaşlarımızın aylarca ev hapsine mahkûm edilmesini ve Sağlık Bakanımızın daha ilk ayda "Salgında ölenler yaşlılardır." şeklinde beyanıyla bu yaş grubunun günah keçisi hâline getirilmesini hatırlayalım. Sayın Meral Akşener'in Türkiye'de ilk hastanın çıkışından bir ay önce "Pandemi hastaneleri oluşturmak gereklidir." uyarısını kale almayarak tam üç ay gecikmeyle sanki başka yer yokmuş gibi Atatürk Havalimanı'nın 2,5 milyar dolar maliyetli pisti üzerine yandaş bir müteahhide alelacele pandemi hastanesi inşa ettirilişini hatırlayalım. Pandemi boyunca hayatları pahasına cansiparane bir mücadele veren sağlık çalışanlarını TBMM'de alkışlatan Sağlık Bakanımızın, sağlık çalışanlarına çift maaş verilmesi, ek ödeme yapılması gibi tekliflere neredeyse düne kadar itibar etmeyişini hatırlayalım. Covid-19'un bir "meslek hastalığı" olarak kabul edilmesi ve görev sırasında hayatını kaybeden sağlık çalışanlarının "görev şehidi" olarak kabul edilmesi gibi önerilerin kulak arkası edilişini hatırlayalım. Beş dakika arayla hasta muayenesi yapılması, otuz altı saate ulaşan nöbet tutturulması, CİMER aracılığıyla yapılan her şikâyeti bir infaz uygulaması hâline çevirmek, sebepli sebepsiz yere açılan malpraktis davalarıyla doktorları savunmasız bırakmak gibi gayriinsani bir çalışma ortamını hatırlayalım.

Bütün bunların ne anlama geldiği gayet açık. İktidar, bu arada İsveç'ten ambulans uçakla hasta getirerek, dünyanın çeşitli ülkelerine maske ve dezenfektan göndererek şov yapmaktaydı. Aynı dönemde, Oxford İnternet Enstitüsü Çin, Rusya, İran'la birlikte Türkiye'nin de pandemi mücadelesini dünyanın Covid-19 mücadelesine zarar verecek şekilde bir iç propaganda aracı hâline çevirdiğini ilan etti.

Covid başlangıcından itibaren Bakanlığın hasta ve ölüm sayılarını gizlediği şeklinde kuşkular vardı. Muhalefet olarak biz bunları dile getirdiğimizde AKP trollerinin saldırısına uğradık fakat ekim ayında Dünya Sağlık Örgütünün uyarıları üzerine Sağlık Bakanı, belirti vermeyen test pozitif hastaları "vaka" diye tanımlayıp hesaba dâhil etmediklerini itiraf etmek zorunda kaldı. Böylece bir anda hasta sayısı açısından Avrupa'nın 1'inci, dünyanın 5'inci sırasında olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıya kaldık ve Sayın Sağlık Bakanı bunu "bizim ulusal çıkarlarımızı korumak" diye savunmaya çalıştı. Böylece iktidarın "pandemiyle mücadelede dünyanın en başarılı ülkesi olduğumuz" şeklindeki algı balonu patlamış oldu.

Günümüzde aşı konusunda da benzer bir şeyle karşı karşıyayız. Geçen yıl kasımda Sinovac firmasıyla anlaşma yapıldığı dönemde "Neden BioNTech'le anlaşma yapılmadı veya istenmiyor?" denildiğinde Sayın Sağlık Bakanı çeşitli gerekçelerle bu aşıların, mRNA aşılarının uzun vadeli sonuçları bilinmediği için halkın güvenliğini, gençlerin geleceğe yönelik güvenliğini sağlamak bakımından Sinovac'ı tercih ettiğini söylemişti ama aynı dönemde Amerika Birleşik Devletleri'nden İsrail'e, Peru'dan Malezya'ya kadar birçok ülke anlaşmayı imzalamış durumdaydı.

Ve daha sonra Sayın Sağlık Bakanı çıktı "Benim 2021 Nisanına kadar ihtiyacım var, ondan sonra benim aşım devreye girecek." dedi. Yerli aşının üç dört ayda üretilemeyeceğini bildiği hâlde -eğer böyle söylüyorduysa- halkı aldatıyordu. Buna karşın, üç dört ayda üretileceğine gerçekten inanıyorsa Sağlık Bakanlığı koltuğunda oturmaması lazımdı bana göre ve nitekim, Turkovac aşısı bugün, daha yeni, acil kullanım gündemine geldi. Şubat ayında Çin'den toplam 100 milyon aşı temin etmekle övünüyordu fakat daha sonra, nisan ayına geldiğinde "Önümüzde aşısız günler bizi bekliyor." dedi ve o dönemde Sayın AKP Genel Başkanı da "Aşı tedarikinde sıkıntı yaşayacağımızı kabul etmiyorum, şu anda elimizde yeterince aşı var." dedi. Allah'tan mRNA mucidi Uğur Şahin devreye girdi ve bu noktada dört aylık bir kesinti sonrasında halkımızın aşılanma sürecini yeniden başlatabildi. Tabii, bu dört ayın sağlık açısından halka maliyetini hesaplamamız mümkün değil. Sağlık Bakanlığı ne yazık ki bu şeffaf olmama sürecini devam ettiriyor. Hayatını kaybedenlerle ilgili yaş, aşılı veya aşısız olma, ek hastalık olup olmaması gibi ayrıntılara hiç değinmeksizin sadece yapılan test, vaka ve ölüm sayılarını vererek toplumu bilgilendirdiği algısını yaratmaya çalışıyor. Arkadaşlar, şeffaf olmadan, vatandaşı bilgilendirmeden salgınla mücadele etme şansı yok. Onun için aşılamada da istenilen oranları yakalayamıyoruz. Bu konularda söylenecek çok şey var ama vaktimiz kısıtlı.

Dolayısıyla, Sayın Sağlık Bakanına bazı önerilerde bulunmak istiyorum: Öncelikle, vakit geçirmeden kapatılan Refik Saydam Enstitüsünü Almanya'daki Robert Koch, Fransa'daki Pasteur Enstitüleri gibi, aşı üretmenin ötesinde salgınlarla mücadelenin muhatabı olacak bir merkez hâline çevirmemiz lazımdır, buna başlayın. Gelecekte viral salgınlara karşı gerek elde edilen sonuçlar ve gerekse uluslararası kısıtlamalar açısından mRNA gibi modern aşıların daha yoğun kullanılacağı anlaşılmış durumdadır. Bu aşıların üretim tekniğinin kanserlerde ve kronik hastalıklarda da kullanılacağı görülmektedir. Dolayısıyla "Turkovac" gibi geleneksel aşı üretim sistemleriyle birlikte modern aşı tekniklerine de yatırım yapması gerekiyor Türkiye'nin. BioNTech'in kurucuları Şahin ve Türeci çifti, Türk kökenli olmaları nedeniyle bu konuda Türkiye'ye bu nitelikte bir altyapı için önayak olabilirler. KÖİ modeliyle yapılan ve özel sektör tarafından işletilen şehir hastanelerinin sağlık açısından da ekonomik açıdan da Türkiye'de bir kara delik hâline dönüştüğü ortadadır. 13 hastane bugüne kadar inşa edilmiş ve çalışıyor; 17.800 yatak kapasitesi var arkadaşlar ve Sağlık Bakanlığının 116 milyarlık bütçesi içerisinde neredeyse yüzde 20'si bu 17.800 yatağa ayrılmış durumda. Değerli arkadaşlar, Sağlık Bakanlığının toplam olarak yaklaşık 145 bin yatağı var; ayrıntılı bir analiz yapmaya gerek yok zannediyorum yani böyle bir anlayışla... Tabii, şehir hastanelerinin böylesine bir kara delik hâline dönüştüğünü Sağlık Bakanlığı da yönetim de fark etti ve geçen yıl -hatırlayacaksınız- yeni kurulacak olan hastanelerin tamamen kamu kaynaklarıyla yapılacağı yönünde karar alındı ve zannediyorum 9 tane hastane de bu şekilde ihale edildi. Tabii, burada iktidar, bu şehir hastanelerinin ülke açısından torunlarımıza kadar borçlarını ödeyeceğimiz bir sistem olduğunun yeni anlaşılması açısından utangaç bir şekilde bunu kabul etmek istemiyor ama uygulamaları artık bundan vazgeçtiğini gösteriyor.

Sağlık çalışanlarının, özellikle doktorların dış dünyaya göç etmeye başlaması ve yüksek sayılarda göç etmeye başlaması sağlık sistemimiz açısından çok büyük bir tehlikedir. Çalışanlara cüzi iyileştirmeler yaparak bunun önüne geçmek mümkün değildir. Onların çalışma şartlarını, ekonomik şartlarını ve ortamlarını dünya standartlarına uygun hâle getirme zorunluluğu vardır; dolayısıyla bunları yapmanız gerekiyor.

Şehir hastaneleri açısından da bir cümleyle yapmanız gerekeni, öneriyi söylüyorum: Mümkün olan ilk fırsattan itibaren bu hastanelerin kamulaştırılması yönünde çalışmaları başlatmak zorundasınız. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

İktidarınızın 2016'dan beri sabit tuttuğu SUT ödeme sistemi, öğretim üyelerinin muayene ücretlerinin döner sermayeye katkı vermemesi gibi veya bunun engellenmesi gibi nedenlerle tıp fakülteleri artık borç içerisinde yüzmektedir ve ödeyemeyecek bir düzeyde borçlanmış durumdadırlar. Marmara Üniversitesi Hastanesinin yönetimi Sağlık Bakanlığının eline işte bu borçlar yüzünden geçmiştir ve iktidar Cerrahpaşa gibi, Çapa gibi tıp fakültelerinin de yönetimini ele geçirmek için muhtemelen, yönlendirebilmek için muhtemelen o borçların giderek artmasına izin vermektedir. Arkadaşlar, tıp fakültelerinin, üniversitelerin kalitesini tutturamadığınız sürece bu ülkede üretilen sağlığın, bu ülkeden mezun edilen doktorların da kalitesini yükseltemezsiniz. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Bu da ülke genelinde, ülkenin geleceğinde sağlık sisteminin çökmesi demektir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Tamamlayın sözlerinizi.

ABDUL AHAT ANDİCAN (Devamla) - O nedenle bu inattan vazgeçin ve bu düzenlemeleri yapın.

Başka söylenecek şeyler de var, vaktim yok ama bu önerilerimizin dikkate alınması noktasında Sayın Sağlık Bakanına bir dilekte bulunuyorum; aksi takdirde, Değerli Sağlık Bakanı, sayın iktidar, İYİ Parti olarak iktidara gelir gelmez bu önerileri hayata geçireceğiz ve toplumumuzun, ülkemizin sağlık sistemini dünyanın en iyi sağlık sistemlerinden biri hâline çevirecek önlemleri alacağız. Bunu söylemek istiyorum.

Teşekkür ediyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)