GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Vergi Usul Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:5
Birleşim:48
Tarih:19.01.2022

HDP GRUBU ADINA EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinize saygılar sunuyorum.

Birçok bakımdan çok önemli bir yasa konuşuluyor ama gördüğünüz gibi ilgi de bu kadar; bunu artık Parlamentonun işleviyle ilgili olarak düşünmenizi öneririm.

Değerli arkadaşlar, bu bir anlamda ek sayılabilecek olan, 4 maddelik ama esas itibarıyla iki konuyu içeren kanun teklifinin maddelerinden biri enflasyon muhasebesiyle ilgili olarak bir düzeltmeyi amaçlıyor. Diğeri de kur korumalı TL mevduatı meselesini şirketlere de şamil hâle getirmeye çalışıyor. Şimdi, dolayısıyla her ikisi de aslında "yeni ekonomik model" diye adlandırılan modelin bir anlamda devamıyla ilgili olarak bazı düzeltmeler anlamına geliyor.

Değerli arkadaşlar, biliyorsunuz, enflasyon muhasebesi -demin Sayın Erhan Usta da anlattı aslında- iki yıl hariç, 2003-2004 yılı hariç uzun bir zamandan beri uygulanmayan bir kanun ama hakikaten bu kanun durduğu sürece ve enflasyon muhasebesinin gerektirdiği koşullar gerçekleşirse ki gerçekleştiği anlaşılıyor gerek ÜFE ve gerek TÜFE değerlerinden baktığımızda; dolayısıyla bu değişikliği yapmak gerekliliği ortaya çıktı ve kanun teklifi de bu sebeple önümüze geldi.

Şimdi, burada iki yıllık bir öteleme söz konusu. 2023 sonuna kadar enflasyon muhasebesi erteleniyor ve 2023 itibarıyla bakıldığında da kârlar olmuş olsa bile kurumlar vergisinden istisna tutuluyor.

Değerli arkadaşlar, -yine Erhan Usta'ya referans vererek söyleyeyim- borçlanmak enflasyonist ortamlarda borçlunun lehine çalışan bir mekanizmadır. Dolayısıyla da borçlu şirketler bu koşullar devam ettiği sürece öz sermayesiyle iş yapan şirketlere kıyasla daha avantajlı bir duruma gelecekler demektir. Dolayısıyla da bu maddenin getirilmesiyle ilgili meselelerin konuşulması -benim kanaatim odur- yeteri kadar olmamıştır, yeteri kadar bilgi Plan ve Bütçe Komisyonuna gelmemiştir ve dolayısıyla da yani işte birazdan eller kalkınca bu kanun teklifi de bu madde de geçmiş olacak ve de bir adaletsizliğe yeniden bir imza atmış olacağız. Hiç olmazsa... Yani şöyle düşünün: 2021 itibarıyla baktığımızda değerli arkadaşlar, büyük şirketlerin kârları, çok, inanılmaz yüksek kârları var yani yüzde 300, yüzde 400 civarında kâr etmiş durumda büyük şirketler. Hiç olmazsa bu meselede KOBİ'ler ve büyük şirketler diye bir ayrım yapılsaydı belki daha anlamlı bir iş olurdu diye düşünüyorum şahsen. Dolayısıyla da yani bu madde açıkçası, iş dünyasının devletle ilişkisi içinden baktığımızda yani vergiler perspektifinden baktığımızda bir adaletsizliğe işaret ediyor diye düşünüyorum. O sebeple de bu maddeye karşı çıktığımızın altını çizmek istiyorum.

Efendim, diğer konuya geçecek olursak yani kur korumalı TL mevduatı meselesi ki bir zamandan beri uygulanıyor, biliyorsunuz geçenlerde yasasını da çıkardık, hatta yasayı çıkarmadan önce uygulamaya başlamıştık ama sonra yasayla o eksikliği giderdik ve o madde gerçek kişilere yönelikti, gerçek kişiler ellerindeki döviz mevduatlarını eğer bankalara TL mevduatı olarak yatırırlarsa doların değerlenmesi durumunda aradaki farkın yani politika faizi ile doların aldığı değer arasındaki farkın devlet tarafından, hazine ya da Merkez Bankası tarafından ödeneceği bağlanmıştı.

Şimdi, benim anladığım kadarıyla, gerçi bugün Sayın Nebati çok heyecanlı bir şekilde sistemin yürüdüğünden söz etti ama doğrusunu isterseniz değerler de bana bunu tam olarak göstermiyor yani yayınlanan verilere baktığımızda, evet, TL mevduatı artıyor, bu hesaba yatmış olan TL mevduatı artıyor ama bu mevduatın dolar bozdurularak TL'ye dönmüş olan mevduat olmadığını görüyoruz yani zaten TL mevduatı olarak duran varlıkları gerçek kişiler bankalara, kur korumalı mevduat hesabına yatırarak kendilerine ekstra bir gelir elde etmiş oluyorlar. Yani tabii, bu, dolara endeksli faizdir esas itibarıyla fakat nasıl oluyor, ben onu anlamakta da zorlanıyorum. Geçen gün, yine, yaptığım bir konuşmada söylemeye çalıştım, faiz elinizdeki paradan vazgeçmenin maliyetidir. Siz dolardan vazgeçiyorsanız, dolar karşısında aldığınız para esasında doların faizidir. Dolayısıyla da efendim "Faiz vermiyoruz, faizler yüzde 14'e çekildi." falan bunların hepsi -kusura bakmayın ama- hikâye gibi geliyor bana, hiçbir şekilde gerçeğe değmiyor.

Dolayısıyla da öte yandan baktığımızda, -ben, bugün, yine, Sayın Nebati'nin açıklamasından not etmiştim- mesela, 7 Aralıkta 252,5 milyar dolar var imiş, 13 Aralıkta 257,2 milyar dolara çıkmış bu mevduat yani -döviz mevduatını söylüyorum- 5 milyar artmış. Yani bunun 90 milyarı aşağı yukarı şirketlere ait, dolayısıyla da gerçek kişilerden yeteri kadar dolardan TL'ye dönme konusunda bir hareketlenme olmadığını gören hükûmet doların yeniden yükselme eğilimi içine girmiş olmasından dolayı piyasadan dolar çekmek zorunda; o da, şirketlerdeki 90 milyar dolar.

Şimdi, -bu madde de- bu 90 milyar doları -efendim, yanılmıyorsam, hatırladığım kadarıyla- üç ay vadeli hesaba yatırdığınız zaman TL'ye çevirip kurumlar vergisinden -öyle değil mi- istisna tutulacaksınız. Şimdi, burada da tuhaf bir durum var; bir yandan dolar değeri eğer yükselir de yatırdığınız paranın, Türk lirasının getirisi arasında bir fark olursa bu size devlet tarafından bir para olarak gelecektir, bir getiri olarak gelecektir; bir. İkincisi de bundan dolayı kurumlar vergisinden kurtulmuş olacaksınız. Yani hakikaten anlamakta zorlanıyorum, ben hukukçu değilim ama burada gerçekten -tırnak içinde söylüyorum- kamu konusunda bir karışıklık var. Yani kamu harcamalarının bir mantığı vardır ve bu mantık burada tutmuyor gibi geliyor bana. Niye tutmuyor? Çünkü 1 milyar doları olan insan, Allah aşkına, kaç kişidir Türkiye'de? Onun Türk lirasına çevirdiği paradan dolayı gelir elde etmesinin ve bu gelirin de toplumun vergileriyle ödenmiş olan ya da toplanmış olan kaynaklardan karşılanmış olmasının, doğrusunu isterseniz, anayasal olarak da baktığımızda, şahsen sorunlu olduğunu düşünüyorum ama önümüze getirilen kanun teklifi bu ve bu kanun teklifi buradan geçecek ve -demin ifade ettiğim gibi- yanlışlara bir yanlış daha eklenmiş olacak.

Peki, şimdi, problemimiz nedir diye baktığımda yani Adalet ve Kalkınma Partisinin perspektifinden niye anlaşamıyoruz diye baktığımda -birçok konudaki tavırları da bu esasında- şöyle bir sonuca varıyorum: "Bütün toplum eşittir." dediğinizde, bu bir cümledir ve iyi anlam taşır; hepimiz eşitiz fakat eşit olup olmadığımız esasında başka şeylere bağlıdır. Yani kâğıt üzerinde eşit olabiliriz ama hayatın içinde eğer farklılıklarımız var ise o zaman eşit olduğumuzu söylemek, esasında o farklılıklarımızın devamını sağlamak amacıyla söylenmiş hâle gelir siz istemeseniz de. Dolayısıyla da burada da benzer bir durum var gibi geliyor bana. Türkiye'ye baktıklarında şirketler dünyası görüyorlar. Evet, tamam, şirketler dünyası var, binlerce şirket var falan; hepsi belli kanunlara tabi; evet, şirketler kanunu var, işte, ne bileyim, bir sürü kanun var, Bankacılık Kanunu, şu bu. Tamam, doğru, bütün bunlar doğru fakat değerli arkadaşlar, şirketler dünyası tek tek, küçük küçük şirketlerden oluşmuyor ki. O şirketlerin bazıları çok güçlü, çok büyük, çok büyük sermayelere hâkimler; dolayısıyla da ellerindeki güç öylesinedir ki çoğu zaman sizin siyasi gücünüzü de aşabilir.

Örnek istiyorsanız söyleyeyim: 2019 yılında Merkez Bankası parasal genişleme politikasını benimsedi, boyuna likidite verdi piyasaya; kâğıt aldı, likidite verdi; kâğıt aldı, likidite verdi ki niye verir bankalara? Kredi genişlemesi yapsın diye veriyor tabii ki fakat sonunda bankalar bunu yapmadılar değerli arkadaşlar, hatırlayın yani. Onun için aktif rasyosu getirildi, bir tür ceza mekanizması olarak getirildi ve bankalara denildi ki: "Siz bu paraları alıyorsunuz, gidiyorsunuz, borsaya, şuraya buraya yatırıyorsunuz, finansal piyasalara yatırıyorsunuz. Hâlbuki biz sizden ne istiyoruz? Bir kriz yaşıyoruz, dolayısıyla da bu aldığınız paraları kredilere verin ki bir üretim olsun veya kapasite artırımı olsun." vesaire vesaire. Peki, niye yapmadılar? Yapmazlar arkadaşlar çünkü şirketler eşit değil, baktığımızda fiiliyatta şirketler dünyasını tek bir dünyaymış gibi kabul etmek mümkün değil. Bugün yine Sayın Nebati'nin sohbetinde bunlar konuşuldu ve ben, açıkçası, yine, Türkiye Merkez Bankasının yayınları arasından çıkmış Ufuk Akciğit'in -Chicago Üniversitesinden bir hocadır, çok değerli bir hocadır- Merkez Bankası uzmanlarıyla Türkiye ekonomisinin dinamizmi üzerine yaptığı çalışmada, açıkça ve net bir şekilde Türkiye piyasalarının giderek tekelleştiği, giderek şirketler dünyasına katılımın azaldığı veya tersten söyleyecek olursak bazı şirketlerin kendi sektörlerinde büyük güçler elde ettiği tespit edilmiş durumda.

Dolayısıyla da bu, demin ifade etmeye çalıştığım yani Adalet ve Kalkınma Partisinin perspektifindeki bu kanun teklifi veya buna benzer düzenlemeleri yaparken kabul ettiği mevcudun, esasında, onların kafasındaki düzen olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla da eğer biz, mesela, ekonomiden söz ediyorsak, gerçekten ekonomide adil bir mekanizma üretmek istiyorsak, her şirketin eşit bir biçimde davranabileceği ekonomik bir dünya olmasını istiyorsak başka bir tür davranışımız olmalı. Yani ben yine bu tartışmalarda hatırlatmak istiyorum rahmetli Erbakan'ı. Erbakan Hoca yıllar önce şunu söyledi ve de haklıydı, sonuna kadar da haklıydı. Neydi o haklı olduğu nokta? Ya, arkadaşlar, 1980'e geldiğimizde, 1960'tan 1980'e kadar ithal ikamesi politikalarıyla yani yüksek gümrük duvarları ve düşük faizlerle bir sanayi yaratmaya çalıştık fakat yarattığımız şey üç-beş tane büyük aile şirketi oldu, holding şirketi oldu; adlarını biliyorsunuz... Dolayısıyla da rahmetli Erbakan KOBİ'lere işaret ediyordu, Anadolu sermayesini işaret ediyordu. Niye ediyordu? Çünkü çok açık olarak bir şey vardı: Anadolu'daki bir sanayicinin -yeni başlamış diyelim- 50 kişi çalıştıran bir şirketi var, kredi almak istiyor çünkü en önemli sorunu kredi fakat değerli arkadaşlar, bütün bankalar esasında o ailelerin şirketleriydi -hatırlayın- ve bundan dolayı da o KOBİ sahipleri kredi bulamazlardı ve doğrusunu isterseniz, Türkiye ekonomisinde o zamanlar -hatırlarsınız belki- "SİAD"lar diye -yani sanayici ve iş adamları dernekleri- TÜSİAD'dan kendilerini farklılaştırarak örgütlenme ihtiyacı hissetmişlerdi ve bunlar bugüne kadar bir şekilde devam ediyor.

Özetle söylemek istediğim şey şu değerli arkadaşlar: Anlıyorum ki olayın başında "mandacı iktisatçılar" diye ifade edilen iktisatçıların önerileri esas itibarıyla faizin yükseltilmesi yönünde bir teklifti çünkü niye? Enflasyon yükseliyordu, talebin daraltılması lazımdı, onun için faizleri yüksek tutmamız lazımdı. Faizlerin yüksek tutulması, esasında, talebi daraltacak, tasarruflar artacak önce, tabii, sonra yatırımlar artacak ve yatırımlar artarsa dolayısıyla da ekonomi, tekrar daha düşük bir fiyat düzeyinde dengeye gelecek. Fakat değerli arkadaşlar, benim anladığım kadarıyla, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı şöyle bir değerlendirme yaptı: Ya, biz bunu yaparsak bizim ne işimize yarayacak? Yani bir resesyon olacak bir kere, bir durgunluk olacak. Ee, durgunlukta biz nasıl seçime gideceğiz? İki, faizi arttırdığımızda -diyelim ki faizi arttırdık- Türk halkı faize yönelmiyor ki işte, dolara yöneliyor, görüyoruz bunu da. Mevduata baktığınızda, yüzde 60-70 civarında döviz mevduatı var bu ülkede her zaman; demek ki oradan da bir şey yapılamayacak. "Yabancılar" dersen, hani arbitraj geliri elde etmek üzere yüksek faiz yaparsanız dışarıdan yabancı sermaye gelecek falan, bu da olmayacak çünkü hiç kimse bu Hükûmete güvenmiyor dolayısıyla da zaten getirenler de mallarını alıp gidiyorlar. Dolayısıyla bunun bir rasyoneli yoktu esas itibarıyla yani kendilerine önerilen veya enflasyonist eğilimlerin arttığı bir dünyada uygulanan politikaların bir benzerinin Türkiye'de uygulanmasının Hükûmet açısından bir anlamı yoktu çünkü zaten olay bozulmuştu, rezerv kalmamıştı, dolar fırlamıştı vesaire vesaire, ayrıntısına girmeyeyim, zaten zamanım doluyor.

Dolayısıyla da değerli arkadaşlar, bu yola dönüldü. Bu yol, esas olarak belki de amacı itibarıyla baktığımızda önemli bir şeye işaret ediyor yani ithalattan bağımsızlığımızı kazanmayı sağlayacak olan bir önerisi var diyelim fakat bunun gerçekleşmesinin de çok mümkün olmadığını şahsen düşünüyorum. Bunun sebebi de 500 milyar dolara yakın bir dış borcu olan ya da yabancı para borcu olan bir ülkeden söz ediyoruz. Yanılmıyorsam, önümüzdeki yıl yani 2022 yılında ödenmesi gereken 120-130 milyar dolar bir borcumuz var ama bu kadar düşük TL'ye rağmen elde edilen... Evet, rekorlar kırıyoruz, doğru -ihracatta söylüyorum- fakat birincisi, ithalat yeteri kadar artmıyor; ikincisi de ithalat artmadığı için ithalattan alınan vergiler de artmıyor. Dolayısıyla da bütçe açığıyla buradan karşılaşacağımız da çok açık bence. Her neyse... Sonuç olarak bir yola girilmiş vaziyette; buna "yeni ekonomik model" diyorsunuz. Anlıyorum ki çok inanıyorsunuz bu modele çünkü inanmaya ihtiyacınız var, çünkü inanmak rahatlatıcıdır değerli arkadaşlar, rahatlarsınız inandığınızda; öteki türlü, sürekli meşgul olmanız lazım. Efendim, meşguliyet de hep rahatsız edici olabilir çünkü düşünmek, koşturmak vesaire zor bir meseledir. Yine de tabii ki "Hayırlı olsun." diyeceğiz ama ben şahsen, bu kanun teklifinin Türkiye halkının genel çıkarlarına uygun olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla da olumsuz oy vereceğimizi söylemiş olayım.

Son bir buçuk iki dakikam var değerli arkadaşlar; bir duygumu -ki genellikle burada yaptığım konuşmalarda böyle konulara pek girmek istemem ama- bugün söylemek zorunda hissediyorum kendimi galiba. Bugün, Hrant öldürüldü. Hrant, benim yakın bir arkadaşımdı ve o gün birlikte olacaktık ancak ben onun ölüsüyle karşılaştım. Fakat sonra yıllarca düşündüm "Hrant neydi, niçin öldürüldü?" diye düşündüğümde -açıkça söylüyorum- Hrant kadar birleştirici bir unsur yok Türkiye'de. Gerçekten de geçmişin sorunlarını gidermekle ilgili olarak o kadar açık yüreklilikle konuşan bir insandı ki ve ben şunu da açıkça söyleyeyim: Gerçek bir Anadolu insanıydı; Anadolu'yu çok iyi bilen, Anadolu insanını çok iyi bilen bir arkadaşımızdı. İşte, on beş yıl olmuş bugün itibarıyla... Gerçekten de özellikle muhafazakâr camianın, Ermeni meselesiyle problemi olan arkadaşlarımızın Hrant'ı tekrar dinlemesinde büyük yarar var.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Hrant, bu toplumun gerçekten, önemli bir birleştirici unsuruydu ve onu kaybettik. Kaybettik ama hiç olmazsa neden kaybettik, niçin bu insanlar Hrant'ı düşman bellediler ve onun ölümüne karar verdiler; bunlar üzerinde düşünürsek sanırım, Ermeni meselesini değil, diğer meseleleri de daha rahat konuşma şansımız olabilir; Kürt meselesi gibi, Alevi meselesi gibi ki bu meseleler konuşulmadan da arkadaşlar, çok açık söyleyeyim, Türkiye, hiçbir zaman demokratik bir ülke olma şansına sahip olamaz. Kürt meselesi, sadece Kürt meselesi değildir değerli arkadaşlar, Kürt meselesi, doğrudan doğruya demokrasi meselesidir.

Hepinize saygılar sunuyorum, iyi akşamlar diliyorum. (HDP sıralarından alkışlar)