| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Moldova Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Sürücü Belgelerinin Karşılıklı Olarak Tanınması ve Değiştirilmesine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 53 |
| Tarih: | 15.02.2022 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA AHMET KAMİL EROZAN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir defa, üzerinde görüşeceğimiz Moldova'yla sürücü belgelerinin karşılıklı olarak tanınması yasa teklifinin hem Moldova vatandaşlarına hem Türk vatandaşlarına ve tabii, Moldova açısından da özellikle Gagavuz kardeşlerimize hayırlı olmasını dilerim.
Ama bu fırsatı bulmuşken izin verirseniz ben dış politika gündeminin başka konularına da değinmek isterim. Bunu yaparken filmi biraz geri saracağım izin verirseniz çünkü hatırlıyorsunuz -geçen gün- Meclis kapanmadan ve o kapanma telaşı içinde bu Şuşa Beyannamesi'nin kabulü konusunu biraz böyle aceleye getirdik kanısındayım ben. O gün söyleme fırsatını bulamadığım birkaç hususu en azından tutanaklarda kayda geçsin diye bugün ifade edeceğim. Bir defa "bir millet iki devlet" anlayışının bir tezahürü olarak gördüğümüz bu Şuşa Beyannamesi'ni tabii ki oylarken "evet" oyu kullandık ve memnuniyetle karşıladık. Ama bu metin, sadece güvenlik değil güvenliğin ötesine gidecek şekilde Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin başka unsurlarını da ele almaktaydı.
Bu konu Dışişleri Komisyonunda görüşülürken dikkatimi çeken bir hususu o zaman dile getirmiştim bugün de dile getirme gereğini duyuyorum. Biliyorsunuz Azeriler bu kırk dört gün savaşını tarif ederken "Tek Vatan Savaşı" olarak ifade ederler. Bunu Aliyev'in ağzından da çok kez duyduk, hatta "tek vatan" kavramını Hulusi Akar'ın ağzından da duyduk. Çünkü bu "tek vatan" kavramı bir anlamda "ortak vatan" kavramının karşıtıdır. Ha, şimdi "ortak vatan" diyeceksiniz, pek hatırınızda kalmamış olabilir "ortak vatan" kavramı ama ben size hatırlatayım yine. "Ortak vatan" kavramı, maalesef, iktidar tarafından benimsenmiş; sonradan, üç gün sonra gelen tepkiler karşısında reddedilmiş, kusulmuş, tükürülmüş olan Dolmabahçe bildirisinin 9'uncu maddesinde yazar. Dolayısıyla, bizi biraz şaşırttı bu "tek vatan"ın "tek" kelimesinden tasarruf edilmesi.
Yine bu beyannameyle ilgili ikinci bir husus: Bunun içinde tabii ki bir enerji meselesi de var, doğal gaz güvenliği meselesi var. Üzücüsü olan şu: Vatandaşlarımız, sanayimiz bu "doğal gaz krizi" dediğimiz, son günlerde yaşadığımız olaylardan ötürü cefa çekerken bizim üzerimizden Azeri gazı geçip gidiyor. Yani geçip gidiyor derken bunu, iktidarın zamanında öngörüsüzlük ve tedbirsizlikten kaynaklanan sebeplerle ekonomimizi bir darboğaza ittiğinin altını çizmek için söylüyorum. Nitekim, vatandaşlarımızın yaptıkları veya çare arayışları kombilerin kapatılması, kazakların giyilmesi ve bu, vatandaşların "Evde kombiyi yakmaktansa gideyim, günümü AVM'de geçireyim." dediği bir tabloyu maalesef gündeme getirdi. Bu doğal gaz meselesi, sadece doğal gazın gelmesiyle ilgili değil aynı zamanda kaç para ödediğinizle ilgili bir konu. Şimdi, ben kalkıp size yani iktidara "Ya, biz bu gazı kimden kaça alıyoruz?" diye sorsam, alacağım cevabı da maalesef bugünden biliyorum; "ticari sır" deyip geçecekler. Ama şunu unutmasınlar; iktidara sesleniyorum: En geç on sekiz, hatta bazılarına göre on dört ay içinde biz, bugün için "ticari sır" olarak tanımlanan bütün verilere ulaşacağız.
Bir üçüncü konu, yine aynı çerçevede, bu Zengezur Koridoru. Zengezur Koridoru tabii ki önemli; hem kara yolu hem tren yolu itibarıyla gerçekleşmesini canıgönülden isteriz ama buna ilişkin çalışmaların hangi aşamada olduğunu maalesef biz hâlâ bilmiyoruz, çalışıldığından inşallah sonunda haberdar olacağız. Burada birtakım teknik güçlüklerin de olduğunu hatırlatmak isterim yani "demir yolu" dediğiniz sadece ray döşemekle olabilecek bir iş değildir; hele o coğrafyada trenlerin aksları aynı değildir, ebatları aynı değildir; treni getirirsiniz, vagonu getirirsiniz sonra birdenbire Türkiye'deki bir tünelde o vagonun sıkıştığını görürsünüz çünkü eni boyu farklıdır. Dolayısıyla bu ince hesapları da inşallah birileri yapıyordur diye anmak istiyorum.
Bu, Rusya ile Ukrayna arasındaki krize geleyim. İktidar cephesinden şu cümleleri duyduk biz yakında; tabii, Sayın Cumhurbaşkanına atfen bunlar söyleniyor: "Hem Ukrayna'yla hem de Rusya'yla yakın ilişkilere sahip tek ülkeyiz." Bu büyük bir yanılgı yani bizim dışımızda bu 2 ülkeyle görüşüp konuşup meselenin çözümüne yönelik olarak birtakım tedbirler alma yeteneğine sahip ülke yok mu? Bal gibi var ama maalesef biz, bu kelimeleri veya bu gibi cümleleri iktidarın büyüklük kompleksinin tezahürü olarak görmekteyiz. Onun da ötesine gideyim; Putin, sanki bu işleri halletmek üzere Türkiye'nin ara buluculuğunu kabul etmiş de Türkiye'ye gelecekmiş diye daha da öteye gidildi. Ben size şunu söyleyeyim: Eğer Putin gelirse ne eli ne cebi boş döner buradan. Dolayısıyla oradaki arayışlarınızın, Putin ile Ukrayna arasındaki uzlaşmazlıkta bir çözüm bulma çabalarınızın bence bir hayalden ve masaldan öteye giden bir boyutu yoktur. Kaldı ki ortada "Normandiya Formatı" diye zaten işleyen, "Minsk Anlaşmaları" diye sonunda işlemesi arzulanan metinler var. İktidar, şunu unutuyor: İktidar, Türkiye'nin bir NATO üyesi olduğunu unutuyor, pusulayı şaşırmış vaziyette, başka arayışların içine girmiş durumda. Yani içinde bulunduğumuz duruma bakarsanız, iki arada bir derede kalmış vaziyetteyiz; "Yukarıya tükürsen bıyık, aşağıya tükürsen sakal." cümlesiyle bu durumu en iyi şekilde özetlemek muhtemeldir, mümkündür.
Üzücü olan şu: Maalesef, Türkiye, zaman zaman NATO içinde farklılaşan bir tavır sergiliyor ve bu farklılaşan tavrını da maalesef, Batılı âlem yakından takip ediyor. Ve zaman zaman kapılı kapılar arkasında Türkiye'ye atfedilen sıfatlar var, üzücü sıfatlar var. Ben bugün o sıfatı burada anmaktan imtina edeceğim.
Büyük resme bakıldığında, mevcut krizde güç dengelerini de dikkate alırsanız, özellikle askerî açıdan konuya bakarsanız, çıkacak bir savaşta maalesef ve maalesef Ukrayna'nın galip gelmesi veya kendi topraklarını koruma şansı herhâlde sıfıra yakın. Nitekim, bunun sıkıntısını Zelenski dahi yani Ukrayna Cumhurbaşkanı dahi çekmekte ve hatta krizi tırmandırmaktan ötürü bazı Batılı ülkelere karşı sitemlerde bulunuyor. Nedir o sitemler? Yani siz, şimdi "savaş çıkacak" diye kendi büyükelçiliklerinizi kapatır, oradaki personeli çekerseniz, sanki ertesi sabah savaş başlıyormuş gibi vatandaşlarınıza "Kırk sekiz saat içinde çıkın." gibi beyanlarda bulunursanız, bunun Ukrayna halkı üzerinde dahi olumsuz etkileri var, Ukrayna ekonomisi üzerinde olumsuz etkileri var ve âdeta bu yaratılan panik havası faydadan çok zarar getirir hâle gelmiş vaziyette.
Ha, Batı ne istedi? Bir defa, NATO açısından açık kapı politikasının kabul edilmesini istedi. Yani "Biz, doğuya doğru yani Rusya'ya yakın coğrafyaya, mücavir coğrafyaya doğru genişleme talepleri veyahut talepler geldiği müddetçe bunları değerlendirmeye hazırız." yönündeki NATO'nun açık kapı politikasından vazgeçmesini istedi, hatta 1997 senesindeki duruma dönülmesini istedi. Bunları istedi ama bunların kabul edilmeyeceğini bilerek istedi. Nitekim NATO ve Avrupa Birliğiyle münferit olarak yapılan görüşmelerde bunun kabul edilemeyeceği ortaya çıktı ama NATO'nun bu tavrına karşı Rusya başka seçenekler üzerinden bir avantaj sağladı. Nedir o? İleriye yönelik olarak Avrupa güvenlik mimarisinin yeniden şekillenmesiyle ilgili konuların müzakere edilebileceği hususunu Batı kabul etti. Bence bu, zaten Rusya'nın peşinde olduğu, ulaşmak istediği noktaydı ve bugün o noktaya geldik. Bunun tezahürleri nedir? Dün Lavrov bir açıklama yaptı, yaptığı açıklamada, bu çözümsüzlük durumundan çözüme gidecek bir arayışın mümkün olabildiğini söyledi; bir. İki: Bugünden itibaren tatbikat için araziye yayılmış olan Rus birliklerinden bazıları çekilmeye başladılar. Yani, bu, ümit ederiz ki bu krizin daha da tırmanması önündeki riskleri ortadan kaldırır çünkü o riskler eğer kuvveden fiile çıkarsa bunun Türkiye için çok acı faturaları olacaktır. Yani "bunun acı faturaları" deyince doların kaça çıkabileceğini, altının kaça çıkabileceğini, petrolün kaça çıkabileceğini, doğal gazın kaça çıkabileceğini, emtia fiyatlarının kaça çıkabileceğini, tahıl fiyatlarının kaça çıkabileceğini ve bunların tedarik edilip edilemeyeceğini gündeme getirecek karmaşık bir durumla karşılaşırız; umut ediyoruz ki o günleri görmeyiz.
Ha, şimdi, tabii, burada "altın" deyince Sayın Nebati'ye de dönmem lazım. Onun piyasaya yeni bir seçenek olarak sunduğu altın üzerinden vatandaşın yastıkaltındaki mal varlığını toparlama hülyası da güme gider.
Ha, bunun ötesinde üzücü olan bir şey var: "Ara bulucu" diyorsun. Putin'in bir NATO ülkesinin ara buluculuğunu kabul etmesi mümkün değildir, böyle bir ihtimal dahi yoktur. Ama iktidar ve Sayın Cumhurbaşkanı, dünya lideri olmanın gereği olarak bunları ortaya atmıştır. Ama şöyle başka bir sonucu olmuştur bunun: Bir yandan bunlara ara buluculuk yaparken Ruslar bizi başka bir listeye almışlardır. O listelerin üstünde şu yazıyor: Bu çatışmada Ukrayna'ya silah yardımı yapan ülkeler listesine girdik biz. Ha, bunun faturası bir müddet sonra çıkacaktır bugün çıkmıyorsa dahi.
Buradan başka bir konuya geçeyim, Suriye'ye. Biz tabii, bu önümüzdeki süreçte hâlâ bu Suriye meselesini yaşamaya devam edeceğiz ama bu arada kapandık, kapandığımız zaman bazı konular unutulmasın diye hatırlatmak gereğini duyuyorum. "Kureyşi" diye bir adam duydunuz mutlaka; Kureyşi, DAEŞ'in son lideriydi diyeyim, yenisinin ne zaman çıkacağını bilmiyoruz ama Kureyşi, Türkiye sınırlarına 5 kilometre bir noktada bir Amerikan askerî operasyonu sonucunda öldürüldü. Şimdi "Tesadüfen 5 kilometre mi?" dedirtecek bir ortam var çünkü bundan evvelki DAEŞ lideri Bağdadi de 5 kilometre içinde öldürüldü. Ve yine üzücü bir taraf: Biz, DAEŞ'le Amerika'yla ve diğer müttefiklerle müştereken savaştığımız hâlde bu operasyonlar yapılırken bize bilgi verilmedi. Son operasyonda "Bir operasyon yapacağız, kaçılın o bölgeden." denildi; kime karşı, ne için yapıldığı söylenmedi. "Acaba niye söylenmedi?" sorusunu gündeme getirmek durumundayım. Yani "Türkiye'ye söylenirse bu bilgi sızar." endişesi mi vardı acaba Amerikalıların kafasında? Onu bilmiyorum ama anlaşıldığı kadarıyla, DAEŞ'e mensup birtakım unsurların Türkiye sınırlarına yakın bölgeleri âdeta güvenli bölge addederek buralarda konumlandıklarını düşündürecek bir tablo var ortada. Ha, buna bakacağız önümüzdeki dönemde ama DAEŞ'e ilişkin, birtakım militanlarının sahte belgelerle Türkiye üzerinden Avrupa'ya kaçma arayışında olduklarının da belirtileri olduğunu hatırlatma gereğini duyuyorum.
Buradan başka bir noktaya geçeyim: Daha da enteresan hâle gelen, bu hafta enteresan hâle gelen Libya'daki durum. Şimdi, Libya'daki durum derken -geçmişte bir kere daha söylemiştim- bizde dağlara kar yağıyor ama iktidar açısından Libya çöllerine kar yağdı yine. Bu ilk defa olmuyor iktidar açısından Libya politikasının böyle sığ sularda denizin dibine çökmesi. Niye? Neden bahsediyorum? Şimdi ben size sorsam -size sormayayım, bu tarafa sormayayım da iktidar sıralarına sorayım- şu anda Libya'daki hükûmetin adı nedir desem bunun doğru cevabını Ahmet Bey mutlaka bilir ama pek çok kimse bunu bilmez. Niye bilmez diyorum? Çünkü bundan bir müddet evvel Libya Temsilciler Meclisinden bir heyet geldi, Dışişleri Komisyonu olarak biz bunlarla karşılıklı oturduk; beni şaşırtacak şekilde, AK PARTİ'li arkadaşlarımız Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış Ulusal Mutabakat Hükûmetine methiyeler yazdı, Ulusal Mutabakat Hükûmetine methiyeler yazdı iki ay evvel. Niye bunu söylüyorum? Çünkü o hükûmet 12 Mart 2021'den bu tarafa yok, yok böyle bir hükûmet ama iktidarın kafasında hâlâ Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış bir hükûmet arayışı var. Peki, o zaman Ulusal Mutabakat Hükûmeti olmuyor, bugün var mı Ulusal Mutabakat Hükûmeti? Ondan sonra kurulan Ulusal Birlik Hükûmeti de yok artık yani biliyorsunuz ad değiştirdi. İktidar, Dibeybe'yi, Ulusal Birlik Hükûmetinin Başbakanını kendine yandaş olarak belirledi -onunla birtakım kişisel ve çıkar ilişkileri içinde olduklarını biliyoruz- ve sonunda onunla birlikte bir Libya politikası oluşturmaya çalıştı. 24 Aralıkta seçimler yapılacaktı, o da güme gitti, adam da güme gitti. Niye? Çünkü geçtiğimiz hafta Fethi Başağa yani bir evvelki Ulusal Birlik Hükûmetinin İçişleri Bakanı Başbakan seçildi. Başbakan seçilmekle kalmadı adam, ne yaptı? Başbakan seçildikten -yani atandı diyeyim en azından çünkü on beş gün içinde hükûmetini kuracak- sonra yaptığı ilk işlerden biri Halife Hafter'le konuşmak oldu, hatta ziyaretine gitti, el sıkıştı. Şimdi, bunun sonucu nedir biliyor musunuz? Halife Hafter kimdir? Halife Hafter iktidar tarafından "terörist" olarak tanımlanan bir adamdır. Halife Hafter kimdir? İktidar tarafından "darbeci" olarak tanımlanan biridir. Dolayısıyla, biz, yakında Libya'da iktidar tarafından "darbeci" ve "terörist" olarak tanımlanan bir adamın hükmettiği bir iktidarla karşı karşıya geleceğiz ve bu iktidarın da faturası maalesef başka şekilde Türkiye'ye çıkacak. Niye bunu söylüyorum? Tabii, daha Temsilciler Meclisinin seçimlerine vakit var ama o geçen süre içinde, biraz evvel sözüne ettiğim Temsilciler Meclisi üyeleri bize geldiklerinde, biz, bir soru üzerine, başka bir şeyin farkına vardık. Biz İYİ Parti olarak kendi tavrımızı açıklarken Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası'na "evet" dedik, Güvenlik ve Askerî İş Birliği Anlaşması'na "hayır" dedik, tezkereye "hayır" dedik. Niye dedik? Bunları izah ettik ki niçin, nasıl olduğunu bilsinler diye. "Durum nedir sizde?" dedim -karşımda oturuyor 7-8 Libyalı milletvekili- dediler ki: "Biz o 2 anlaşmayı da imzaladık ama o günün koşullarının gereği olarak imzaladık. Biz bunları hiçbir zaman onaylamadık." Hâlbuki iktidar bize ne diyor? "Biz bu anlaşmaları onayladık, hatta götürdük Birleşmiş Milletlere kayda geçirdik." Libyalılar diyor ki: "Bunların hiçbiri bizim için bir şey ifade etmiyor. Biz ancak günü geldiğinde, Temsilciler Meclisi yeniden seçildikten sonra bir komisyon oluşturacağız ve bu komisyon üzerinden bu anlaşmaların akıbetinin ne olması gerektiğine o zaman karar vereceğiz." Dolayısıyla buradan yine, iktidarın maalesef, hayal sattığını, kamuoyuna bir hayal sattığını maalesef, biz üçüncü kaynaklardan öğreniyoruz.
Sayın Çavuşoğlu'na döneyim. Sayın Çavuşoğlu geçen hafta içinde, yine, Yunanistan'ın, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak silahlandırmış olduğu adalar konusunda birtakım açıklamalarda bulundu. Açıklama yapması doğru mu? Doğru ama âdeta, bir anlamda "O adaları biz belirli bir koşulla verdik." veya "Uluslararası anlaşmalar çerçevesinde bu adalar ancak silahsız kaldıkları müddetçe Yunanistan'ın egemenliği altındadır." anlamına gelen bir cümle sarf etti ve buna birtakım tepkiler geldi tabii ki; bunlar hem Avrupa Birliğinden geldi hem Amerika'dan geldi "Siz egemenliklerini mi tartışıyorsunuz adaların?" diye. Ama ben şunu hatırlatma gereğini duyuyorum: Yunanistan'la bir laf dalaşına girmiş vaziyette Sayın Çavuşoğlu. Ama ben 17 Temmuz 2018 ve 23 Ekim 2018 tarihinde 2 defa şu soruyu yazılı olarak sordum Sayın Çavuşoğlu'na: "İkili ve uluslararası anlaşmalarla silahsızlandırılmış olması gereken -aslında silahsızlandırılmış da değil, metninde "gayriaskerî statüde" yazıyor- ada, adacık ve kaya parçaları hangileridir? Yani, bize bir söyleyiversen de öğrensek, biz biliyoruz da bir senin ağzından, Sayın Çavuşoğlu'ndan duyalım dedik. "Bunların anlaşmalarla belirlenmiş statülerine döndürülmesi için ne gibi girişimlerde bulundunuz, ne cevaplar aldınız?" dedik, cevap bile vermedi. Bunu ben niye anmak gereğini duyuyorum çünkü iktidar -Sayın Çavuşoğlu da bunun bir parçası olarak- maalesef, bu yasama organının yetkilerini âdeta hiçe sayacak bir yaklaşım içinde. Sadece Genel Kuruldan bahsetmiyorum, Sayın Çavuşoğlu -burada, mutlaka, Dışişleri Komisyonunda görevli arkadaşlarımız da var- buraya ara sıra uğruyor, bütçe konuşmaları geldiği zaman Sayın Çavuşoğlu'nu burada görmek imkânını buluyoruz ama Sayın Çavuşoğlu Dışişleri Komisyonunda en son 9 Ocak 2019 tarihinde görülmüştür yani üç senedir yok Dışişleri Bakanı piyasada. Kimden çekiniyor da gelmiyor, onu bilmiyoruz. "Geldi, gelecek." diye biz laf duyuyoruz, hâlâ yok ortada.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine geçeyim; kişiler üzerinden geçmeyeceğim, ilkeler üzerinden gideceğim, kişiler malum, isimler ortada, onlarla da ibaret değil mesele ama çok bilinenler anlamında bunu söylüyorum. Biliyorsunuz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'ye ilişkin yeni bir süreç başlattı. Şimdi, bu süreç herhangi bir süreç değil, geçmişte bizim dışımızda bir ülke daha bu süreçten geçti; döndü, atlatabildi süreci ama Avrupa Konseyi çerçevesinde 2'nci defa bir insan hakları ihlal prosedürüne muhatap olan tek ülke Türkiye. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde biriken dosyalar itibarıyla -geçen gün Anayasa Mahkemesi Başkanı da söyledi- en ağır dosyalar, sayısal olarak en ağır dosyalar maalesef Türkiye ve Rusya tarafından paylaşılıyor. Yani bizim rakibimiz Rusya'dan ibaret, onların da bu açıdan, insan hakları ihlalleri açısından ne kadar zayıf bir dosyaya sahip olduklarını söylemeye gerek yok. Ama Sayın Cumhurbaşkanı ne diyor? "Bizim mahkeme kararlarımızı tanımayanları biz de tanımayız. Biz, kendi mahkemelerimize saygı duyulmasını bekliyoruz." diyor. O zaman ben soruyorum: Madem İnsan Hakları Mahkemesi bu kadar değersiz, anlamsız bir uluslararası birim, o zaman ben soruyorum, Sayın Cumhurbaşkanı bu birime niye 3 defa müracaat etti, niye 3 defa müracaat etme tenezzülünü gösterdi? Burada bir sakatlık var.
Dolayısıyla, biz iktidarın bütün bu uygulamalarını, maalesef, çaresizliklerinin ve beceriksizliklerinin sonucu olarak görmekteyiz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayalım lütfen.
AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - Ama içinde bulunduğumuz konjonktüre baktığımızda, zamanın, takvimin de ilerlediğini dikkate alırsanız, biz yakın bir tarihte iktidarın bu U dönüşlerinden kurtulacağımıza inanıyoruz ve işledikleri günahların vebalinin de bu âlemde, bir de sandıkta hesabını vermek suretiyle çıkacağını umuyoruz.
Genel Kurulu saygıyla selamlarım. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)