GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Moldova Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Sürücü Belgelerinin Karşılıklı Olarak Tanınması ve Değiştirilmesine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:5
Birleşim:53
Tarih:15.02.2022

CHP GRUBU ADINA YUNUS EMRE (İstanbul) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Tabii, uluslararası anlaşmalar, sözleşmeler Türkiye'nin dış politikasını incelemek, tartışmak için bize bir fırsat sunuyor. Bu kapsamda ben de tabii, şu anda üzerinde konuşmakta olduğum Moldova'yla sürücü belgeleri üzerine yapılan anlaşmayla ilgili bir muhalefet şerhimizin bulunmadığını, olumlu oy kullanacağımızı başlangıçta belirtmek istiyorum.

Ancak, değerli arkadaşlarım, dış politikamızda çok temel bir sorun var; o da, Türkiye'yi yönetenlerin dünya gerçeklerinden, Türkiye'nin ihtiyaçlarından son derece kopuk bir dış politika söylemi ve uygulaması tutturmuş bulunmalarıdır. Bakınız, geçtiğimiz aylarda Meclisin Plan ve Bütçe Komisyonunda Sayın Dışişleri Bakanı bütçe üzerine bir sunuş konuşması yaptı. Konuşmasında gerçekten bizleri dehşete düşüren şeyler söyledi. En başta da dedi ki: "Uluslararası örgütlerde hiç olmadığımız kadar itibarlı, prestijli bir dönemi yaşıyoruz." Şimdi, biz tabii, Mecliste bakanları dinleme fırsatına, onlara sorular sorma fırsatına çok sık erişemiyoruz. O bakımdan, Plan ve Bütçe Komisyonu görüşmelerinde bakanların açıklamalarına önem veriyoruz, dikkatle dinlemeye çalışıyoruz. Ancak, şu anda içinde bulunduğumuz durumda, ortamda Türk Dışişleri Bakanının uluslararası örgütlerde Türkiye'nin çok prestijli bir durumda olduğunu söylemesi -ifademi bağışlayın ama- gerçekten gülünç değerli arkadaşlar. Bir örnekle açıklayayım: Bakın, kurucusu olduğumuz, 12 kurucu üyesinden biri olduğumuz Avrupa Konseyinde ülkemiz 2017 yılından beri denetim sürecinde. Daha yeni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarının uygulanmadığı bir ülke olarak ne yazık ki ülkemiz Avrupa Konseyi nezdinde hakkında ihlal prosedürü başlatılan bir ülke durumunda. Bu şartlarda biz Sayın Dışişleri Bakanından ne dinliyoruz değerli arkadaşlarım? Türkiye'nin uluslararası örgütlerde çok prestijli bir durumda olduğu -affedersiniz ama- masalını dinliyoruz.

Değerli arkadaşlarım, Avrupa Konseyi, Avrupalılık, bunlar Türkiye için önemli konular, biz buna çok önem veriyoruz. Bakın, şöyle ifade etmeye çalışayım: Sosyal bilimciler çok tartışıyorlar "Avrupa nedir? Avrupalılık nedir?" Bu uluslararası örgütlerin, bunların tanımı için, Avrupa'nın, Avrupalılığın tanımı için anlamı nedir, bu çok tartışılan bir konu. Şimdi, Avrupa'yı bir coğrafi terim olarak düşünebilirsiniz; doğru, Avrupa ilk düşünüldüğünde akla bir coğrafi terim olarak, Asya'nın bir uzantısı olarak gelir, gelebilir ama bu çok sınırlı bir bakış açısı olacaktır. Birçok sosyal bilimciye göre, Avrupa bir kimliktir, Avrupa bir kavramdır, bir fikirdir. Şimdi buradan ne anlatılmak isteniyor yani Avrupa'nın bir kimlik olmasından, Avrupalılığın bir kimlik olmasından, Avrupa'nın bir fikir, bir ideal olmasından ne anlatılmak isteniyor? Bunu açıklamadan önce bir konuyu da yine belirtmem gerekiyor.

Değerli dostlarım, değerli arkadaşlar, sayın milletvekilleri; bu kavramlar, tabii, dönemden döneme değişebilir. Yani Orta Çağ'a gidin ya da Haçlı Seferlerine gidin, bizim bölgemizde insanlara "Avrupa" "Avrupalılık" derseniz o dönemde, herhâlde bundan Hristiyanlığı, Hristiyan uygarlığını anlarlardı ya da sömürgecilik döneminde Afrika'da bir insana sorsanız "Avrupa nedir? Avrupalılık nedir?" diye, bundan muhtemelen sömürgeciliği, emperyalizmi anlardı; soğuk savaş devrinde Doğu Avrupa'da, Batı-Doğu kamplaşması ortamında bir Doğu Avrupalıya "Avrupa nedir?" diye sorsanız bundan herhâlde kapitalizmi anlardı. Ama artık günümüzde, dünyada "Avrupa" dendiği zaman, "Avrupalılık" dendiği zaman gerçekten farklı bir şey anlaşılıyor ve bu anlaşılan şeyde de Avrupa Konseyinin -birazdan daha açma imkânım olacak- oluşturduğu fikir altyapısı, ilkeler altyapısı, öneriler altyapısı büyük bir yer tutuyor. Yani bugün Avrupa kendini insan haklarıyla, demokrasiyle, hukukun üstünlüğüyle tanımlıyor, Avrupalılıktan bunu anlıyor ve böyle bir örgüt var Avrupa'da, Avrupa Konseyi var.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'de ne yazık ki iktidar partisi dış politikayla ilgili kamuoyunu yanlış bilgilendiriyor, tabiri caizse zehirliyor yanlış bilgilerle. Öyle ki Avrupa Konseyi ile Avrupa Birliğini topluma aynı şey olarak sunuyor. Öyle değil, Avrupa Konseyi bizim dışımızda bir şey değil değerli arkadaşlarım; Avrupa Konseyi, bizim 12 kurucu üyesinden biri olduğumuz bir uluslararası örgüt ve hatırlatmak istiyorum, Avrupa Konseyinin birtakım organları, örneğin Parlamenter Meclisi, örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, örneğin Bakanlar Komitesi ya da Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi; biz Türkiye olarak bunların hepsinde varız. Türkiye'nin içinde olduğu, başından beri içinde olduğu, katkı yaptığı bir örgütten bahsediyoruz ve biz, 1954'te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni bu içinde bulunduğumuz yüce Mecliste kabul etmiş olan bir ülkeyiz, ta 1989'dan beri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu yargı yetkisini tanımış bir ülkeyiz. Türkiye'nin Avrupa Konseyi bakımından tarihinden size bir örnek vereyim: Bakın, biz Avrupa Konseyinin üyesiyken Almanya, Avusturya, bu ülkeler Avrupa Konseyinin üyesi değillerdi o tarihlerde ve Türkiye bu ülkelerin, Almanya'nın, Avusturya'nın bu örgüte üye olmasını destekledi, önlerini açtı. "Avrupa uygarlığının bu önemli kurumunda Almanya'nın da yeri vardır, Avusturya'nın da yeri vardır, onları dışlayamayız." diyen bir ülke konumundaydı Türkiye. Değerli arkadaşlarım, bugün geldiğimiz nokta gerçekten çok üzüntü verici hatta utanç verici bir durum.

Sayın milletvekilleri, özetle, insan hakları, demokrasi, hukuk; bu alanlarda çalışan bir uluslararası örgütün kurucusu olmak Türkiye açısından çok önemlidir, çok değerlidir ve bugün Türkiye'nin bu örgütte içinde bulunduğu durum gerçekten büyük üzüntü verici bir durumdur.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin, geçmişte başbakanları Avrupa Konseyinin Parlamenter Meclisinde konuşma yaptılar. 1979'da Bülent Ecevit Strazburg'da, Asamblenin genel kurul salonunda bir konuşma yaptı; on yıl sonra Turgut Özal bir konuşma yaptı ama en fazla konuşma yapmak sizin döneminizde, AK PARTİ'li politikacılara nasip oldu. Sayın Abdullah Gül, 2003 yılında Başbakan olarak orada milletvekillerine hitap etti. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Konseyinde 3 defa konuşma yaptı değerli arkadaşlarım ve bu konuşmalarının ilkinde, Başbakan sıfatıyla yaptığı konuşmasında şöyle seslendi milletvekillerine ve Avrupa Konseyini şöyle tanımladı: "Kıtamızın çeşitlilik içinde, birliğe dayalı ortak mirasını temsil eden bir kuruluş." Değerli arkadaşlarım, böyle tanımladı ve arkasından, Türkiye'nin Başbakanı olarak, Türkiye'nin, bireysel özgürlükler, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün yanında olduğunu belirtti; arkasından da Türkiye'nin uluslararası güvenlik ve demokrasinin pekiştirilmesine yönelik ortak arayışa olan güçlü bağlılığının altını çizdi; sonunda da yine Başbakan sıfatıyla, Türkiye'nin Avrupa Konseyinin aktif bir üyesi olmaya devam edeceği taahhüdünde bulundu; bundan on sekiz yıl, on dokuz yıl önce. Peki, bugün "Bizim mahkeme kararlarımızı tanımayanı biz tanımayız." durumuna neden geldik arkadaşlar? Yani Türkiye'nin bu on sekiz yıllık, yirmi yıllık süreci niye bu şekilde sonuçlandı?

Değerli arkadaşlarım, Avrupa Konseyi bahsinde, tabii, özellikle bu sıra Osman Kavala davasını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye'de uygulanmayan kararlarını konuşuyoruz ancak bir konuyu hatırlatmam gerekli: Avrupa Konseyi, Avrupalıların -buna kendimizi de dâhil ederek söylüyorum- kendi tarihlerinden çıkarttıkları derslerin bir sonucudur. Nasıl? Biliyorsunuz, geçtiğimiz yüzyılda dünyaya büyük acılar yaşatan 2 büyük dünya savaşı patlak verdi. Bu dünya savaşları Avrupa sorunları nedeniyle ortaya çıktı, Avrupalıların kendi aralarında yaşadığı çatışmaların sonucu olarak ortaya çıktı ve çok büyük insani yıkımlarla -tabii, başta Yahudi soykırımı olmak üzere çok büyük insani yıkımlarla- sonuçlandı.

Sayın milletvekilleri, bu kapsamda "Demokrasiler birbiriyle savaşmaz; halkın temsilcilerinin, halkın iradesinin yansıdığı, meclislerin güçlü olduğu ortamda barış korunabilir." fikri aslında bu Avrupa Konseyinin temelinde yer alıyordu. Yani "Demokrasiyi, insan haklarını, hukuku savunan, benimsemiş, ona göre davranan yönetimler Avrupa'yı savaşa sürüklemez." düşüncesi temel düşünceydi.

Yine, bunun yanında, hatırlatmak gerekiyor ki kendisini hukukla sınırlamayan yönetimler kendi halklarına da büyük acılar yaşatabilirler. Az önce ifade ettiğim, başta Yahudi soykırımı olmak üzere, bu türden acı olaylarla sonuçlanabilir demokrasiden uzak yönetimler. Hukukla sınırlanmış yönetimler anlayışıyla, az önce ifade ettiğim Avrupa Konseyinin temelleri atıldı ve yine malumunuz, soğuk savaştan sonra da neredeyse, istisnasız olarak eski Doğu Bloku ülkeleri de bu sistemde yerlerini aldılar. Bu sistemden neyi kastediyoruz? Kıta çapında demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü koruyacak, sözleşmelere dayalı bir garanti sisteminden bahsediyoruz.

Peki, değerli arkadaşlarım, bu şartlar içerisinde Türkiye'nin durumu nasıl, neler yapmak gerekli; burada da birkaç şey söylemek istiyorum. Bir defa, AK PARTİ hükûmetlerinin uygulamaları neticesinde -buna tabii, Avrupa'daki kimi vizyonsuz politikacıların politikalarını da eklemek gerekir- Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği ne yazık ki artık bir ham hayal hâlinde yani bugün Avrupa Birliği üyesi Türkiye vizyonu, düşüncesi tamamen askıya alınmış durumda ne yazık ki. Bir de bunun üzerine insan hakları, demokrasi, hukuk alanlarında çalışan bu prestijli uluslararası örgütte de Türkiye dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya.

Değerli arkadaşlarım, daha düne kadar -hatırlatmak gerekiyor- çok farklı bir iklim vardı, sizin döneminizde de atılan önemli adımlar vardı, unutmayalım bunları. Örneğin, 2004 yılında Türkiye, Avrupa Konseyinde denetimden çıkmıştı ve yine -AK PARTİ içinde de diplomat kökenli değerli arkadaşlarımız var, Sayın Yıldız da bizim Delegasyon Başkanımız, karşımda duruyor; hatırlayacaklardır- Türkiye ile Avrupa Birliğinin tam üyelik müzakerelerinin 2005'te başlayabilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi de Türkiye'nin 2004'te bu denetim sürecinden çıkmış olmasıydı. Yine, hatırlatalım, 2010-2012 yılları arasında şimdiki Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin Başkanıydı. Bir Türk milletvekili -ülkemiz için de gurur verici bir şey- iki yıl o Meclisin Başkanı olarak o Konseyin Başkanlığını yaptı.

Arkadaşlar, hatırlatalım, hepimizin bildiği adıyla İstanbul Sözleşmesi yani Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Değerli arkadaşlarım, bu sözleşme, Bakanlar Komitesinin İstanbul toplantısında imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi idi adı ve böyle bir sözleşmenin bizim kadim şehrimiz İstanbul'un ismiyle anılıyor olması, Türkiye açısından son derece prestijli, son derece olumlu bir şeydi. Yine, hatırlatalım, 2016 yılında güzel dilimiz Türkçe, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinin çalışma dilleri arasına eklendi.

Daha düne kadar böyle bir manzara vardı ancak Türkiye demokrasiden uzaklaştığı için, Türkiye'de hukuk, insan hakları ayaklar altına alındığı için bambaşka bir manzara ortaya çıktı. En önemli dönüm noktası 2017'de Anayasa değişikliğiyle yapılan Türkiye'de demokrasiden uzak bir tek adam anlayışının ve başkanlık sisteminin demokratik olduğu hiçbir ülkeye de benzemeyen, adına "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" dediğiniz sisteme geçildikten sonra işler tepetaklak gitmeye başladı değerli arkadaşlar. Hemen o yıl, daha önce denetim sürecinden çıkmış Türkiye'nin tekrar Avrupa Konseyi nezdinde denetime alındığını gördük. Avrupa Konseyinin tarihinde ilk defa denetim sürecinden çıkmış bir ülke, işte, verilen ismiyle "denetim sonrası diyalog" sürecine girmiş bir ülke olarak Türkiye, Konseyin tarihinde ilk defa tekrar denetime girdi; bu, ilk defa oldu. Düşünebiliyor musunuz? Yetmiş yıllık Avrupa Konseyinin tarihinde biz başka ilkleri yaşamak istiyoruz arkadaşlar. İnsan hakları, demokrasi, hukuk konularında Türkiye'nin öne çıkmasını istiyoruz ama Türkiye nasıl öne çıktı? Türkiye, Konseyin tarihinde ilk defa denetimden çıkmış bir ülke olarak tekrar denetime girerek öne çıktı. Bu yetmedi değerli arkadaşlarım, bu yetmedi. En son 2021 yılı sonu itibarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını uygulamayan bir ülke olarak hakkında ihlal prosedürü başlatılmış bir ülke durumundayız.

Değerli arkadaşlarım, sürem el verdiği ölçüde, biraz da bu durumu yaratan, daha doğrusu bardağı taşıran damla olarak Osman Kavala kararı hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum. Bakın, değerli arkadaşlarım, Osman Kavala dosyasına ben de baktım. Osman Kavala'nın tutuklu yargılanmasını gerektirecek -birçok hukukçu da bunun altını çiziyor- hiçbir şey dosyasında bulunmuyor. Ayrıca bunu Sayın Dışişleri Bakanına da teşrif ettiklerinde Plan ve Bütçe Komisyonunda sormuştuk ama ne yazık ki yanıt vermediler, aynı zamanda Adalet Bakanına da sorduk. Kavala, daha önce tahliye edildiği bir dosyadan, o sırada yargılanmakta olduğu davadan beraat ettiği gün tekrar tutuklandı. Bu durumu kime anlatabilirsiniz arkadaşlar? Hangi hukuk devletinde böyle bir manzara olabilir?

Ve tabii en çok bizi üzen olaya gelmek istiyorum Osman Kavala bahsinde. Bakın, Osman Kavala'yla ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararını okuduğunuzda ne görüyorsunuz, biliyor musunuz? Orada, Kavala'nın bireysel olarak haklarının ihlal edilmiş olmasından çok daha fazlası yazıyor o metinde arkadaşlar, üzülüyorum bunu söylerken ama o metinde şöyle yazıyor: Bu kadar uzun tutukluluk süresinin, Osman Kavala'nın bu kadar uzun süre tutuklu olmasının "üstü kapalı bir amaca hizmet ettiği" bu mahkeme kararında belirtiliyor ve ilerleyen satırlarda o üstü kapalı amacın ne olduğu mahkeme tarafından, yargıçlar tarafından şu şekilde açıklanıyor: "Türkiye'de insan hakları alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarını ve aktivistlerini caydırmak." Arkadaşlar, düşünebiliyor musunuz, şu Türkiye manzarasına bakar mısınız. Yani Türkiye'de insan haklarını, demokrasiyi koruyacak olan, koruması beklenen iktidarın uygulamalarıyla, insan hakları alanında çalışacak insanlar caydırılsın diye bir kişi çok uzun süre, haksız yere içeride tutuluyor; şu Türkiye manzarasına bakar mısınız, Türkiye'nin geldiği yere bakar mısınız arkadaşlar. Bu yetmiyor, bunu karar altına alan bu mahkeme kararından sonra Avrupa Konseyi, Türkiye'nin işte bu kararı uygulamadığını kayıt altına alarak Türkiye'yle ilgili ihlal prosedürü başlatıyor. Bu da yetmiyor, Sayın Cumhurbaşkanından açıkça yargıya müdahale anlamına gelecek ifadeleri hepimiz gazetelerde okuyoruz, televizyonlarda dinliyoruz.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin hukuk, demokrasi, insan hakları alanında çalışan uluslararası örgütten dışlanması, yaptırımlara maruz kalması bahsinde de bir konuyu hatırlatmak lazım. Bakın, bu yaptırımlar derken çok ağır bir şeyden bahsediyoruz çünkü bir devletin bir devlete yaptırımı gibi ekonomik ya da başka siyasi sebeplerle olan bir yaptırım demetinden bahsetmiyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

YUNUS EMRE (Devamla) - Sayın Başkan, toparlıyorum.

BAŞKAN - Tamamlayalım lütfen.

YUNUS EMRE (Devamla) - Siz ülkenizde hukuk tanımıyorsunuz, insan haklarını tanımıyorsunuz, insan haklarını savunanları içeriye atıyorsunuz diye uluslararası planda "Sizde hukuk yoktur kardeşim."in tescil altına alınmasından bahsediyoruz. Manzara budur, birbirimizi kandırmayalım, Türkiye'de olan şu anda budur. (CHP ve HDP sıralarından alkışlar) Değerli arkadaşlarım, Türkiye bu manzarayı hak etmiyor.

Bakın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında siyasi ilişkilerin temeli olan Ankara Anlaşması 1963'te imzalanırken dönemin Başbakanı İsmet İnönü Avrupa Birliğini tanımlarken, Avrupa entegrasyonunu, Avrupalılığı tanımlarken "Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser." diyor değerli arkadaşlar. Bu vizyondan Türkiye bugün ne noktaya gelmiştir, bunu Genel Kurulun takdirlerine sunuyorum.

Saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)