GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Katar Devleti Hükûmeti Arasında Katar Askeri Hava Aracı ve Destek Personelinin Türkiye Cumhuriyeti Topraklarında Geçici Konuşlanması Konusunda Teknik Düzenlemenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:5
Birleşim:68
Tarih:17.03.2022

İYİ PARTİ GRUBU ADINA AHMET KAMİL EROZAN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben, izin verirseniz, konuya girmeden evvel yarının Şehitler Günü olması vesilesiyle tüm şehitlerimizi yâd etmek isterim ama burada, özellikle kendi geçmişimden kalan bir görevin gereğini de yerine getirmek istiyorum. Son elli sene içinde Dışişleri Bakanlığı 41 şehit vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin haklarını başka topraklarda korumak için bu kardeşlerimiz, büyüklerimiz, küçüklerimiz, maalesef, terörist saldırıların kurbanı oldular. Ben onları bugün, yarınki kutlamalar vesilesiyle, anmalar vesilesiyle de bir kere daha anmak isterim.

Katar'la ilgili önümüze gelen "teknik düzenleme" adlı bu belge konusunda birtakım istifhamlarımız var kafamızda ve bu soru işaretlerinden dolayı da bizim, bu yasa teklifine yani bu teknik düzenlemenin uygulanmasına yönelik yasa teklifine de olumlu oy vermemiz, maalesef, mümkün değil. Birincisi, bu Katar'la olan ilişkilerimizin niteliğinden kaynaklanan sebepler de var, içeriğine ilişkin mülahazalar da var. Bir defa, bizim Katar'la ilişkilerimiz başka birkaç ülkeyle de bu şekilde cereyan ediyor. Yani, kişisel ilişkiler devletler arası ilişkilerin önüne geçmiş vaziyette. Yani bu Katar Emiriyle olan ilişkilerin, özellikle bu bizim ucube "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" dediğimiz yapı içinde daha da garip uygulamalar olduğunu gözledik. Buna benzer kişisellik üzerinden yürüyen ilişkilerimizin Putin'le ilişkiler, Biden'la ilişkiler, Macron'la ilişkiler, geçmişte Merkel'le ilişkiler, şimdi önümüzdeki dönemde Scholz'la ilişkiler olarak da devam edip etmeyeceğini çok merak ediyoruz. Bu "teknik düzenleme" dediğimiz metin, aslında, sonunda bir yabancı ülkenin güçlerinin geçici olarak -tırnak içinde söylüyorum, o "geçici" kelimesine de döneceğim biraz sonra- ülkede konuşlandırılmasını gerektiriyor. Hâlbuki, Anayasa'mızın 92'nci maddesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisini Türkiye Büyük Millet Meclisine veriyor yani bir tezkere meselesi olarak telakki ediyor. Yani, bunun genel gerekçesinde dahi bu unsura atıfta bulunulmadığı için bu, garip bir metin olarak önümüze gelmiş; aslında, içeriği itibarıyla bir tezkere olması gerekirdi bunun.

Bu konu Komisyonda konuşulurken iktidar cephesinden bunun bir operasyonel işlev olmadığından söz edildi. Yani bu uçaklar buraya geliyorlar; teçhizatları yok, donanımları yok, cephaneleri yok ve Türkiye'de kendi ülkelerinde yapamadıkları birtakım tatbikatları yapacaklar, anladım. Bu şekilde... Başka türlü bunun izahı da yok. Ha, şimdi, bunun şöyle bir sıkıntı yaratacağı kanısındayız biz; aynı sıkıntıyı biz Katar'da bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri mevcudiyeti açısından da hissediyoruz. Biraz evvel sözünü ettiğim o kişisel ilişkilerden dolayı bizim Türk Silahlı Kuvvetlerinin oradaki işlevinin zaman zaman hatta Katar Emirinin muhafız alayı düzeyine geldiğini de hissediyoruz. Nitekim, geçmişte Katar Emirine yönelik bir darbe teşebbüsünün Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından engellendiği bugün bir devlet sırrı olmaktan çıkmıştır artık.

Ha, şimdi, "Katar" dediğimiz şey nasıl bir ülke? "Katar" dediğimiz 11.500 kilometrekarelik bir ülke, 11.500 kilometrekare yani İzmir'den küçük bir yer. İzmir'den küçük bir yer ve öyle bir yer ki buradan kalkan bir uçak hele bir savaş uçağıysa otuz saniye sonra ülkenin hava sahasını terk ediyor; ülkenin hava sahasını terk ettiği gibi, başka bir hava sahasını da ihlal eder duruma giriyor. Yani bu ülkenin kendi savaş uçaklarını kendi coğrafyasında, kendi ülkesinde kullanma yeteneği yok. Dolayısıyla bu uçakların, hem tatbikat yapabilmek hem de cephaneli bir tatbikat yapabilmek için kendi topraklarını kullanma yeteneği yok.

Ha, bu bize neyi anımsatıyor biliyor musunuz? Buna benzer bir anlaşma 1996 senesinde İsrail'le yapılmıştı. İsrail de yine boyutları itibarıyla küçük bir ülke olduğu için, onun da uçaklarını uçuracak -kendine özgü- kendi kontrolündeki coğrafya sınırlı olduğu için, Türkiye'yle 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanan bir anlaşmayla, Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşması'yla onlar da Konya'ya geldiler. Büyük ihtimalle bu Katar uçakları da Konya'ya gelecektir. Konya'da bir atış alanı vardır, Konya'daki o atış alanı üzerinde tatbikatlarını yapacak, bombalarını atacaklardır, sonuçlarına da kimler katlanacak hep birlikte göreceğiz.

Ama ben yine devam edeyim: "Hava aracı" kelimesi geçiyor anlaşmanın içinde, nasıl bir şeyden, ne gibi bir uçaktan söz edildiğini bilmiyoruz. Şimdi, "36 uçak gelecek." deniliyor, şimdi eğer bunlar savaş uçağıysa Katar'ın 47 tane uçağı var zaten. 47 tane uçağın 36 tanesini buraya getirirseniz abuk bir durum ortaya çıkacaktır. Yok, bu eğitim uçağıysa 43 tane uçağı var, yine yarısından fazlasını getireceksiniz demektir. Helikopterse 65 tane var, yine yarısından fazlasını getireceksiniz demektir. Nakliye uçağı 12 tane. Bunların hangisi geliyor, hangisi bizde tatbikat yapıyor, neye yarıyorlar ayrı bir mesele. İşin garip tarafı, bu ülkenin uçakları hiçbir zaman kendi millî savunması için kullanılmamıştır. Nerede kullanılmıştır Katar'a ait uçaklar? Körfez Savaşı'nda, Suriye iç savaşında, Libya iç savaşında, Yemen iç savaşında, yani başka ülkelerin iç işlerine karışmak için kullanılmıştır. Şimdi, bu uçaklar buraya gelecekler, biz, bu uçakların eğitim imkânlarını sağlayacağız ama bizim destek vermemiz suretiyle bunların yetenekleri arttıktan sonra bu uçakların Türkiye'nin çıkarlarıyla ne ölçüde bağdaşacak bir coğrafyada kullanılacakları konusu bizi hiç ilgilendirmiyor herhâlde.

Şimdi, bunun ne gibi sonuçları olacağını bilmiyorum ama geleceği varsayılan bu uçaklardan bazıları çok modern uçaklar. Bunlardan bir tanesi Rafale, Fransızların şu anda kullandıkları en çağdaş uçaktır. Biliyorsunuz, bizim coğrafyamızda S-400 diye bir şey var, nerede olduklarını ben şu anda bilmiyorum ama var olduklarını biliyoruz en azından. Amerikalılar da bize dediler ki: "Bu S-400'leri bu ülkeden çıkaracaksınız siz çünkü S-400'ler F-35'lerle aynı coğrafyada kullanılmaz, bizim F-35'lerimiz için bir risk taşır." Şimdi, ben çok merak ediyorum, Rafale'ler açısından bu bir risk taşıyor mu? Yani Rafale'ler S-400'lerin olduğu coğrafyada uçabilecek uçaklar mıdır, Katarlılar bunu düşünmüşler midir, Fransızlar buna izin vermişler midir? Bunları bilmiyorum ama büyük ihtimal iktidar şunu diyecek: "Hiçbir sorun çıkarmaz." Niye çıkarmaz? "Çünkü S-400'ler aktif değil, S-400'ler depoda, fişi çekilmiş vaziyette, sorun yok." Bu soruyu sormuyorum ben Komisyona, onlar da bunun cevabını bilmezler.

Biraz evvel bombalardan bahsettim, ne tip bombalar olduğunu bilmiyoruz ama bu teknik düzenlemenin içinde "çevresel koruma" diye bir paragraf var yani "Verdiği zararları telafi edecektir." diyor. O zararların ne olacağını ben bilmiyorum, askerî bir geçmişim yok ama burada konulacak mühimmatların -Konyalı milletvekilleri varsa onların asıl bence buna itiraz etmiş olmaları gerekirdi- oradaki tarım alanlarına veya yakın coğrafyaya zararlarının nasıl telafi edileceği konusunu ben yine sizlerin takdirine sunuyorum.

Bu anlaşmada yine teknik başka sorunlar var. Bu anlaşma daha evvelce yapılmış yani 27 Mayıs 2007 tarihinde yapılmış Türkiye Cumhuriyeti ile Katar Devleti Hükûmeti Arasında Askerî Alanda Eğitim, Teknik ve Bilimsel İş Birliği Anlaşması'na dayanıyor. Ha, şimdi, o anlaşmada 2 ülkenin biri tabii ki gönderen devlet -"devlet" kelimesinin altını çiziyorum- Katar, kabul eden devlet Türkiye. Bu anlaşmada "devlet" lafı yok, ikisi de çıkmış, buraya bir "ülke" lafı girmiş. Niye "devlet"ten "ülke"ye geçildiğine de ben anlam veremiyorum. Madem bu devletler arası bir anlaşma dolayısıyla bunun da bu şekilde birbiriyle ilintili 2 anlaşma olması nedeniyle en azından kelime uyumunun da sağlanmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bütün bu soru işaretlerinden dolayı, bu muğlak hususlardan ötürü İYİ Parti olarak bu anlaşmanın lehinde olumlu oy kullanamayacağımızı da belirtmek istiyorum.

Ama söz almışken biri maalesef kanlı canlı, biri biraz daha gölgede kalmış iki konuya da değinme ihtiyacını duyuyorum, bu anlaşmayla ilgili değil tabii. Biri "kanlı canlı" dediğim -üzülerek bu sıfatı kullanıyorum- Ukrayna ve Rusya Federasyonu arasındaki çatışmalar. Yani bunun geçmişini biraz geriye getirerek incelememiz gerekir, her ne kadar bu çatışma 24 Şubat tarihinde başlamış gibi gözüküyorsa da buna gelen adımlar ancak yıllar geriye gidilerek izlenebilir.

Biliyorsunuz 1991 senesinde Sovyetler Birliği dağıldı. Bu, o coğrafya için büyük bir travma oldu. Evet, yeni cumhuriyetler çıktı -Ukrayna yeni bir cumhuriyet- 1 tanesi Rusya Federasyonu olmak üzere 15 yeni cumhuriyet. O çöküş, Rusya Federasyonu dâhil bütün ülkeleri ağır şekilde etkiledi ve ekonomileri çöktü, siyasi olarak çöküş yaşadılar. Gorbaçov zamanını hatırlarsanız "Glasnost ve Perestroyka" diye bir yeniden yapılanma arayışına girdiler ama bu zaman aldı. 2000 yılında Putin'in iktidara gelmesiyle birlikte işlerin rengi ve Rusya'nın yakın çevresini ve yakın çevresinin ötesinde o eski dönemin Sovyetler Birliği'nin süper güç ve küresel güç olma arayışlarına yönelik birtakım beklentileri veya hedefleri olduğu anlaşılmaya başlandı. Şimdi, bu hedefler çerçevesinde Sovyet ordusu güçlenmeye başladı. Sovyet ordusu derken bu Sovyet ordusunun ardılı olan Rusya Federasyonu ordusu güçlenmeye başladı, ekonomisi göreceli olarak güçlenmeye başladı ve bir noktada da bu Varşova Paktından ayrılan ülkelerin Batı âlemi içinde yer aramaları, buna da Batı'nın olumlu yankı vermesi sonucu Batı âleminde "NATO'nun genişlemesi" diye bir kavram gündeme geldi. Şimdi, bu kavram çerçevesinde daha Gorbaçov zamanında, 1990 senesinde Amerikalılarla yapılan müzakerelerin bir tanesinde o zamanın Amerikan Dışişleri Bakanı James Baker ile Gorbaçov arasında bir görüşme yapılıyor ve Almanya birleşecek -daha birleşmemiş- ama Almanya'nın birleşmesiyle birlikte NATO kaçınılmaz olarak Doğu Almanya'ya kadar genişleyecek, doğu istikametinde genişleyecek. Ve bu müzakere yapılırken Amerikalılar, NATO'nun Doğu Almanya'nın ötesinde -kelime şu- 1 inç dahi genişlemeyeceği sözünü veriyorlar, 1 inç. Yıl 1990, bugünkü haritaya bakarsanız, 1 inç değil, 800 kilometre genişlemiş vaziyette. Ve Gorbaçov o verilen sözü, söz olarak kabul ediyor. Bu konu, o zaman bir yazılı metne bağlanmıyor, yazılı metne bağlanmadığı için de günler, yıllar birbirinin üstüne ekleniyor, iki Almanya'nın 3 Ekim 1990'da birleşmesiyle bir adım genişliyor, sonra 12 Mart 1999'da Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya'yla genişliyor. 29 Mart 2004'te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya'yla genişliyor. 2009'da Arnavutluk, Hırvatistan'la genişliyor. 2017'de Karadağ'la genişliyor. 2020'de Kuzey Makedonya'yla genişliyor ve gidiyor bu dalga dalga.

Bunun yarattığı birtakım sancılar var çünkü bu sancıların bir tanesi, biliyorsunuz, geçmişte, 2008'de Abhazya krizi olarak çıktı, Osetya krizi olarak devam etti 2008'de; Kırım ilhak edildi 2014'te ve 2022'ye geldik, Ukrayna meselesi.

Şimdi, pek çok kişi -ben biraz farklı düşündüğüm için onu sizlerle paylaşmak isterim- bütün bu genişlemeleri askerî faktörler üzerinden değerlendiriyor, hâlbuki ben başka bir açıdan bakılması gerektiği kanısındayım. O da şudur: Çünkü NATO'nun anlaşması bildiğiniz gibi bir savunma anlaşmasıdır ve her ne kadar savunma anlaşmasının 4'üncü ve 5'inci maddeleri çerçevesinde NATO'nun savunma refleksiyle "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için." anlayışıyla silahlı kuvvetlere müracaat edileceği yazıyor olsa da bu, savunma amaçlı bir saldırıya uğranılması hâlinde geçerli olacak bir husustur. Ama NATO'nun geçmişte -burada da söylediğime inanıyorum- başka bir işlevi vardır, o işlevi de maddelerinde değil, NATO Antlaşması'nın girizgâhında yazar. Girizgâhta ne yazdığını da okuyayım ben size: "NATO ülkeleri, demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdır." yazar. Benim anlayışıma göre, NATO açısından Rusya'nın tehdit algılaması askerîden çok, bu temel ilkeler, değerler manzumesinin Doğu'ya doğru kaymasıdır. Yani otoriter bir rejimseniz siz, sizi demokrasi ürkütür, hukuk düzeni ürkütür, halkların özgürlükleri ürkütür, uygarlıkların korunması ürkütür ve bundan ürkecek tek ülke de maalesef bizim coğrafyamızda Rusya'dan ibaret değildir.

Ha, şimdi, bu Ukrayna çatışmasının maalesef iktidara göre olumlu yansımaları var, tabii ki bize göre olumsuz yansımaları var. Olumsuz yansımaları sokakta da hissediyorsunuz her biriniz. Yani doğal gaz fiyatının ne olacağı, petrol fiyatının ne olacağı, enerji bağımlılığımızın genelde ne gibi sonuçlar doğuracağı büyük bir soru işareti olarak duruyor, ayçiçeği meselesi hepimizin derdi. Yani insanlar, akşamleyin eve giderken süpermarkete veya benzinciye uğrayarak eve gidiyorlar. Meyve, sebze ihracatımızın bundan nasıl zarar göreceği ayrı bir konu, taşımacılık sektörümüzün başına gelecekler ayrı bir konu, Akkuyu Nükleer Santrali'nin takvimine göre gidip gitmeyeceği ayrı bir konu. Turizm sektörümüz, en kritik olan o yani geçen sene 5 milyonun üzerinde gelen turistin bu sene 5 milyonun üzerinde gelemeyeceği... Maalesef böyle bir çatışma ortamında, insanların kendi can derdine düştükleri bir ortamda tatilleri düşünecek hâlleri kalmamıştır.

Başka bir sorun var, yine, yakın zamanda Sayın Çavuşoğlu "15 bin vatandaşımızı tahliye ettik." dedi; güzel. Bunların içinde kaç öğrenci var, onun bir analizi lazım. Yani bu öğrenciler oradan çıktılar, geldiler, kurtardılar canlarını, okullar ne oldu? Kolay kolay dönemeyecekler bunlar geriye. O öğrencilerin Türkiye'deki üniversitelere yatay geçişleri konusunda acaba Millî Eğitim Bakanlığı veya YÖK ne gibi bir hazırlık içindedir, bunu da sormak durumundayım ben, yoksa çocuklar canlarını kurtardılar, o ayrı mesele.

Dolayısıyla, geçmişte, biliyorsunuz, biz bir dönem Arap Baharı'yla yattık kalktık, şimdi Donbas kışıyla yatıp kalkacağız bir müddet ve bu Donbas kışının ayazından da en çok zarar görecek ülke maalesef Türkiye olacak. Ha, faydaları var mıdır? Fırsatçılık olarak bakarsanız konuya faydaları olacağını da maalesef gözlüyoruz. "Maalesef" diyorum, hayırlı olsun demem lazım; Türk Hava Yolları herhâlde bu sene bu durumdan dolayı kâra geçecek bir firma riskini taşıyor. Riskini taşıyor da, onu bilmiyorum ama ben resmin geneline baktığımda, bu konuda, maalesef, bu işin bu noktaya gelmesi konusunda herkesin -Türkiye dâhil- günahkâr olduğu kanısındayım. Şimdi başkaları günah çıkarmaya başladılar. İngiltere Başbakanı Boris Johnson, Avrupa Birliği ve güvenlikten sorumlu yardımcı Josep Borrell, her ikisi de daha bu hafta, sorunun bu hâle gelmesindeki günahlarını itiraf etmek durumunda kaldılar. Ama Amerika da bir süper güç olduğu için, o süper gücün her zaman hata yapmaya hakkı vardır.

Buradan başka bir sonuç da çıkmıştır, ben size bir benzetmeyle bunu anlatacağım, bir metaforla. Çocukların eğitiminde anlatılan bir hikâye vardır, 5 yaşındaki bir evladını baba masaya çıkarır, şöyle 2 metre çekilir, oğluna der ki: "Atla, ben seni tutacağım." Çocuk bir tereddüt eder, 2 tereddüt eder, atlar; baba çekilir, oğlan yere düşer. Oğlanı yerden kaldırır baba "Babana dahi inanmayacaksın." der. Şimdi, Zelenski'nin başına gelen budur yani Zelenski'ye neler vadedildiğini açık veya kapalı ortamda bilmiyoruz ama adamın onlara inanarak, NATO üyeliği konusu bugün hâlâ devam ediyor, "Hava sahamızı kapatın, Rusların bu uçaklarını engelleyin." diye... NATO'nun bunu yapacak yeteneği yok ama geçmişteki vaatler adamı bugün çaresiz, ortada bırakmış vaziyette. Gelinen ortamda maalesef komşumuzdaki yangın bir şekilde askerî olarak bize sirayet etmez ama mevcut durumda iktidarın denge politikasının yarattığı birtakım sancılarla karşı karşıya geleceğiz yani bana sorarsanız iki arada bir derede kalmış vaziyetteyiz, "Yukarıya tükürsek bıyık, aşağıya tükürsek sakal." durumundayız veyahut -daha da avam bir tabirle kullanayım- "Çok kocalı Hürmüz." vaziyetindeyiz.

Şimdi, önümüzdeki dönemde bu sorunların aşılabilmesi açısından tabii ki bir çözüm arayışları var ama sonunda şuraya geleceğiz büyük ihtimalle -yine özür dileyerek söylüyorum- "Biz bu haltları niye yedik?" diyeceğiz çünkü sonunda varılacak anlaşma büyük ihtimalle bundan iki ay evvelki anlaşma profilinde çıkacaktır, arada binlerce insan ölmüş olacak. Bir insanlık dramıyla karşı karşıyayız biz bugün, 3 milyondan fazla insan bugün Ukrayna'yı terk etmiş vaziyette, bunların bir kısmı bize de geliyor. Şimdi, bizim, çok şükür, misafirperverliğimiz içerisinde bunlara kucak açmamız bir ölçüde mümkün ama başka ülkelere yani Polonya'ya gidenlerin sayısı bugün... Bunların hemen hemen yarısı Polonya'ya gitti yani dolayısıyla önümüzdeki dönemde bunun sancılarını biz yaşamaya devam edeceğiz.

Daha önümde çok şey var anlatacağım ama ben, o ikinci gölgede kalan konuya da değinerek sözlerimi bitireyim, bu Libya meselesi. Şimdi, yakında bize bir Libya tezkeresi getirmeye çalışabilir iktidar. Biliyorsunuz, iktidar geçmişte tezkereyi getirirken o dönemde bir Ulusal Mutabakat Hükûmeti vardı, Ulusal Mutabakat Hükûmetinin ve haklı olarak o tarihte Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış Hükûmetin talebi üzerine o tezkereyi bize getirdiler. Şimdi o Hükûmet yok, o yardım talebi de yok, o Hükûmetin yani iktidar açısından oyuncusu olan Fethi Başağa -ki o zaman İçişleri Bakanıydı- bugün başka bir yerde, cephe değiştirmiş vaziyette, iktidarın "terörist" dediği Hafter'le yani ülkenin doğusundaki Hafter'le kol kola geziyor ve iktidarın yeni kankası dediğimiz Dibeybe'ye karşıda âdeta bir silahlı çatışma ortamına girmiş durumda.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Tamamlayalım lütfen.

AHMET KAMİL EROZAN (Devamla) - Böyle bir ortamda biz iktidarı yine uyarmak durumundayız. Dolayısıyla, ortada Birleşmiş Milletler tarafından da tanınmış bir Hükûmet olmadığına göre, mevcut Hükûmetin ne olacağı da bilinmediğine göre, kimsenin de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Libya'da bulunmasına ilişkin bir talebi bulunmadığına göre bizim sizlerden ricamız, bizi burada yeni bir tezkereyle hiç meşgul etmeyin.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (İYİ Parti ve CHP sıralarından alkışlar)