| Konu: | (10/4413, 10/4430, 10/4431, 10/4432, 10/4433, 10/4434, 10/4435, 10/4436, 10/4437, 10/4438) No.lu Başta Marmara Denizi Olmak Üzere Denizlerimizdeki Müsilaj Sorununun Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 87 |
| Tarih: | 27.04.2022 |
HDP GRUBU ADINA RIDVAN TURAN (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; artık ne kaldıysa, her şeye rağmen Marmara Denizi'nde yaşamayı sürdürmeye çalışan zooplanktonundan fitoplanktonuna, memelisinden balığına, kabuklusuna, hepsine saygılarımı sunarak konuşmama başlamak istiyorum.
Değerli arkadaşlar, konuşmaya başlıyorum ama bu konuşmadan hiç de hazzetmediğimi baştan ifade etmek istiyorum. Bu kadar temel bir meselede, Meclisin bu kadar düşük yoğunluklu, Genel Kurulun bu kadar düşük yoğunluklu bir gününde konunun ele alınıyor olması gerçekten son derece sorunlu; bunu bir kenara koyalım.
Önce, bu, deniz nedir; bir buna bakmak gerekiyor galiba. "Marmara Denizi" deyince biz neyi kastetmiş oluyoruz? Marmara Denizi, bilindiği gibi, görece genç bir deniz. İkili bir su tabakalaşmasına sahip olan, altta yoğun suyu barındıran Akdeniz akıntısının, üstte ise daha hafif, daha az tuzlu suyu barındıran Karadeniz akıntısının binlerce yıldan beri altlı üstlü devam ettiği bir deniz burası. Peki, nasıl bir denizdi? Karekin Deveciyan Su Ürünleri Hali Başkanıyken diyor ki: "1909 ile 1910 yılları arasında İstanbul Balık Hali'ne 44.169 kilo kılıç balığı, 85 bin kilo orkinos, 2,5 milyon kilo uskumru geliyordu." Şimdi bunların hiçbir tanesi yok değerli arkadaşlar. Bu dönem aslında 1960'lara kadar bir biçimde devam etti yani denizin verimliliği 1960'lara kadar sürdü. Beykoz Dalyanı'nda 100 kilonun üzerinde kılıç balığı tutulduğu günleri hatırlıyoruz, 500 kilograma varan orkinosların yakalandığı, Ahırkapı açıklarında 10 kiloluk, 15 kiloluk, 20 kiloluk sinaritlerin yakalandığı dönemi hepimiz ya hatırlıyoruz ya tanığıyız ya da anlatanlardan duyuyoruz, dinliyoruz.
124 tür olan balık çeşitliliği şu anda 5-6 türe kadar azalmış durumda. Şimdi, meselemiz şu: "Ya, bu Marmara'yı geri kazanabilir miyiz?" Açık söylemekte fayda var "Marmara" dediğimiz deniz şu anda yoğun bakımda olan bir denizdir. Durumu olduğundan daha iyi göstermek de durumu olduğundan daha kötü göstermek de hiç birimizin işine yaramayacaktır.
Daha önce de benzer çalışmalar oldu; iktidarın, iradenin göstermiş olduğu etkiyle, çalışmayla daha önce de benzer araştırma komisyonları kuruldu. Bunlardan bir tanesi -tabii, müsilaj için söylemiyorum bunu ama- 1988'de çok yoğun balık ölümleri olduğunda kamuoyu dehşete kapıldı, o zamanın siyaset yapıcıları dediler ki: "Ya, buna bir bakalım. Bu gerçekten niye böyle oldu?" O zaman da bir sonuç çıkmadı. Raporu okudum, çok ayrıntılı okudum ve yazıldığından beri rapor üzerinde çalışıyorum. Bu raporun Marmara Denizi'ni kurtarmaya dönük herhangi bir iddiası aslında yok. Niye olmadığını ben size anlatacağım değerli arkadaşlar. Şimdi, Komisyon raporunu iki açıdan değerlendirebiliriz; raporun yöntemi ve raporun içeriği. Soru şu: Böyle bir Komisyon kurmamış olsaydık -orada Fatih Bey var- "Sen uzmanlarla görüş, bize bir Komisyon raporu, bize bir rapor çıkart lütfen." deseydik bize böyle bir rapor getirirdi. Bu raporun içerisinde bütün Komisyon çalışmaları boyunca yaptığımız tartışmalar, kurumlardan istediğimiz bilgiler, önemli olarak vurguladığımız konu başlıklarının hiçbir tanesi yok; tam tersine, bilim insanlarının anlattığı şeyler arka arkaya eklenmiş, yan yana getirilmiş ve eklektik bir bütün hâlinde buraya sunulmuş durumda. Komisyon faaliyeti bir habercilik faaliyeti de değil, bir vakanüvislik faaliyeti de değil değerli arkadaşlar. En azından, Genel Kurulun üzerinde yorum yapabileceği, bütünsellik arz eden bilgileri bir perspektif dâhilinde toparlayıp bir mantık, bir omurga çerçevesinde buraya sunması gerekirken rapor yazıcıları, âdeta bir yırtma-yapıştırmayla önümüze bir rapor getirdiler. Ya, bir panelin kolaylaştırıcısı olsanız, moderatörü olsanız arada dersiniz ki: "Bak, bunlar böyle söyledi, bunlar böyle söyledi, burada benzeyenler ve benzemeyenler var." diye, millet daha iyi anlasın diye bir ara toplam alma ihtiyacı duyarsınız. Bu raporda böyle bir şey yok. Arka arkaya eklenmiş, eklenirken de mümkün mertebe aslında yazıcının, yazıcı aklın perspektifini doğrulayacak şeyler eklenerek rapor hâline getirilmiş. Mesela Ergene yok; Ergene konuşulmamış, tartışılmamış. En fazla konuştuğumuz şeylerden bir tanesiydi. Kanal İstanbul yok. Komisyon diyebilir ki: "Ya, Kanal İstanbul'u biz tartıştık ama buradan bir şey çıkmadı." Çıkmadığını buraya getirmek bile Genel Kurula olan saygımız gereğince olması gereken bir şeydi, o da yok. Mesela, benim gelenlere, bürokratlara, sorularım vardı; muhalefetin aşağı yukarı tüm vekillerinin soruları vardı, bu sorular yok. Daha vahimini söyleyeyim mi size? Bakın, MAREM'in yaptığı çalışma sonucunda Ergene derin deşarjından denize basılan suyun kimyasal analizini, geldim, Komisyonda söyledim, size de söyleyeyim: Bakır, Dünya Sağlık Örgütü değeri 0,02 iken 2.544'e çıkmış miligram/desilitre birim; çinko, 1.932, oysa 0,5 olması gerekir; demir, 636... Yani saymayayım tek tek ama ağır metallerde inanılmaz bir artış var; bizim Komisyonumuz bununla ilgilenmedi. Hatta dedim ki: "Ya, yanlış olabilir, kalkın, gidelim, bir de biz ölçelim, belki MAREM'inki yanlıştır." Ne yazık ki olmadı.
Şimdi, dolayısıyla son derece tekniğe indirgenmiş ve denizin esas meselesi olan sistematik ve süreğen bir biçimde Marmara Denizi'nin insan eliyle, sanayi eliyle kirletiliyor olma gerçeği baskın bir gerçek olarak burada ne yazık ki durmuyor. Peki, ne yapacağız? Yani öznesiz bir şey mi tartışıyoruz, biz bu işin bir öznesi var mı? Bu işin bir öznesi var arkadaşlar, o özne de -yani bu cinayetin bir faili var tabii ki- yıllardan beri sistematik bir biçimde doğayı kirletenler, denizi kirletenler. Yani şimdi "Ya, olmuş zaten, burada fail aramanın anlamı nedir?" diye düşünülebilir, mesele öyle değil, o kadar basit değil. Termik santraller, reaktörler, petrol rafinerileri, devasa fabrikalar; bunlar kimin? Termik santrallere ek olarak mermer ocakları, deniz kenarındaki yalılar, yatlar, katlar, orada inşa edilen binalar; bunlar kimin? İşte, kiminse aslında denizi de sistematik olarak yıllardan beri, en fazla da 1970'ten sonra kirletenler ne yazık ki bunlar, değerli arkadaşlar.
Şimdi, aslında ben madde madde, 157 maddeye muhalefet şerhi yazdım ama ne yazık ki böyle bir zamanımız yok. Girişte "Küresel iklim değişikliği nedeniyle deniz suyu sıcaklığının yükselmesinden, Marmara Denizi'nin durgun yapısından ve bölgedeki yoğun nüfus dolayısıyla..." falan falan diye anlatılmış, müsilajın sebebi olarak ortaya konulmuş. Yine, deniz suyu sıcaklığının artması temel alınmış, güçlü tabakalaşmadan, uygun sıcaklıktan, sakin havanın eşlik etmesinden bahsedilmiş.
Arkadaşlar, burada temel mesele şudur: Fitoplankton, fotosentez yapan bir mikroorganizmadır. Azot ve fosfor yükünün fazla olması bu canlının sayıca artmasına yol açar ama esasen müsilajı tetikleyen şey, besin zincirinin kırılması ve fitoplanktonu yok eden canlıların ortamdan kaybolmasıdır. Ortam kirlenmeye başladığında öncelikle kaçabilen canlılar kaçar, kimisi ölür, kimisi ortama adapte olur. İşte, o ölenler grubunda fitoplanktonu yiyen, onları yok eden canlılar vardır. Dolayısıyla bu canlıların ortadan kalkmasıyla birlikte birey sayısında olağanüstü bir artış meydana geldi ve anlatıldığı gibi yalnızca sitoplazmik organellerin denize boşalması falan değil, onunla birlikte pek çok başka polisakkaritleri de içine alan, ortamda askıda olan her şeyi de içine alan bir süreç başladı. "Sıcaklık" "iklim değişikliği" diye dönüp dönüp söyleyenlere şunu sormak gerekiyor: "Ya, niye sıcaklık artıyor kardeşim yani niye Marmara'da Karadeniz'in 3 katından fazla sıcak artıyor? Bunu iklim değişikliğiyle izah etmeniz mümkün mü?" Elbette değil çünkü kirlettik. Çok basit bir deney yapın, 2 bardağın bir tanesine temiz suyu, diğerine mürekkepli suyu koyun; mürekkepli suyun aynı ortamda diğerine göre daha fazla ısındığını göreceksiniz. Yani şöyle bir şey yok: "Ya, oldu, iklim değişikliği oldu, şu oldu, ekosistemde bozulmalar..." Bunu biz kendimiz yaptık. Bunu biz kendimiz yaptıysak bunun çözümünü de mutlaka ve mutlaka burada bulmak, burada aramak zorundayız.
Bir Marmara Denizi Bütünleşik Stratejik Planı'mız var, biliniyor. Orada da raporun devamında da anlatılan esas şey şu: Marmara Denizi'nin alt akıntısı bir konveyör olarak kullanılmalı ve kirliliği Karadeniz'e uzaklaştırmalı. Bu konuda yapılmış çalışmalar var. 20'nci yüzyılın başından beri böyle bir iddia var yani iki tabakalı su olduğundan dolayı alt tabakanın oraya basılan kirliliği Marmara'ya ulaştıracağı vehmi var. Bu, çürütülmüş bir vehimdir; bu, gerçekliği yansıtan bir anlayış değildir. Hâl böyle olunca; bakın, eğer "Marmara Denizi'ni alıcı ortam olarak kabul etmiyoruz." demiyorsak, "Derin deşarjı mutlaka sonlandırıyoruz." demiyorsak, "Karada olan karada kalmalıdır, su arıtılmalı ve karasal ortamda tekrar kullanılmalıdır." diyorsak, aynı raporun dediği gibi "Şöyle arıtacağız da ondan sonra deşarja basacağız." gibi lafları anlatıyorsak bu zamana kadar yapılandan farklı bir şey yapmıyoruz demektir. Niye söylüyorum? 1988-1989'da, özellikle güney Haliç kolektörlerinin Haliç'i temizleme iddiasıyla Haliç'in pisliğini Marmara'ya basmasıyla olağanüstü balık ölümleri meydana gelmişti. O balıkları öldüren faktör her neyse şu anda müsilajı patlatan faktör de o. Şu anda yeniden müsilajın başka görüntüleriyle karşı karşıya kalıyoruz, onlara sebep olan da yine kirlilik. O nedenle, bu işin amentüsü şu olacak; başa yazacağız başa, bunu başlığa çekeceğiz: "Derin deniz deşarjına, Marmara Denizi'nin alt akıntısının bir konveyör olarak kullanılarak pisliği Karadeniz'e götüreceği anlayışına 'Hayır.' demeli ve denizi alıcı ortam olmaktan mutlaka çıkarmalıyız." Bu olursa raporun diğer taraflarındakiler az çok işe yarayabilir ama bu olmazsa istediğinizi yapın... Yani yazılmış, epey bir şey yazılmış; kıymetli arkadaşlar, bu yazılanların büyük kısmı da ne biliyor musunuz? Tarım Bakanlığı ile Çevre Bakanlığının vazifesi. Raporu yazan yazmış oraya, işte, "Sular takip edilsin." "Kirlilik araştırılsın." E, bunu Çevre Bakanlığı yapacak zaten. "Akarsularla gelen organik atıklar -gübre vesaire kastediliyor- konusunda önlem alınsın." E, zaten Bakanlık yapacak. Şimdi, benim anlamadığım şey şu: Bunu yazan bunu bilmiyor mu, Bakanlıkların vazifesi olduğunu bilmiyor mu; yoksa biliyor da Bakanlıklara vazifesini mi anlatıyor, bunu anlayabilmiş durumda değiliz.
"Deniz koruma alanı" ilan edildi biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı denizin koruma alanı olmasına ilişkin bir irade serdetti fakat öyle enteresan ki çok kısa bir süre sonra, bakın, Elektrik Üretim Anonim Şirketine ait Tekirdağ Doğalgaz Kombine Çevrim A Santrali ile santralin kullanımında bulunan taşınmazların ve deniz alanının özelleştirilmesine karar verildi Cumhurbaşkanı tarafından. Ya, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, gerçekten anlayabilmek mümkün değil. Yine, dip çamurunun, dip taramasından çıkan çamurun bazı yerlere boşaltılması konusunda Bakanlığın oluru var. Şimdi, bu nasıl bir koruma alanı, böyle bir koruma alanı olabilir mi? "Koruma alanı" dediğiniz şey, yapılaşma da dâhil olmak üzere ekosistemi her biçimde tehdit eden ve tehlikeyi atan şeylerin bir bütün olarak ortadan kaldırılmasıdır. Dönüp bakınca ne görüyoruz biz? Bunu Komisyonda da defalarca konuştuk, 1.700 kilometre uzunluğunda, Balıkesir ve Çanakkale illerinin bütün sahillerini kaplayan bütünleşik bir sahil projesi görüyoruz; yat limanları yapılacak, çekek yerleri yapılacak, o yapılacak, bu yapılacak. E, yani şimdi, burada Marmara Denizi'nin faydasına herhangi bir şeyin ortaya çıkması mümkün mü? Denizi böyle böyle öldürüyoruz. Denizi her gün daha fazla rant, her gün daha fazla kâr alanı olarak gördüğümüzden dolayı denizi öldürüyoruz. Denizin ölmesi öznesiz, failsiz bir süreç değildir. İşte bu akıl, denizi bizatihi öldüren akıldır.
Bir başkası Kanal İstanbul. Ya "Kanal İstanbul" dediğiniz şey 5 milyon kişilik -iyimser ifadeyle söylüyorum- bir nüfus yükü demek. Bunun kullanacağı su, kullanacağı otomobil, atıkları, kesilecek olan ağaçlar, tahrip edilecek olan akiferler, bunların hepsi bir araya konulduğunda... Ya, şöyle bir akıl olabilir mi "Yapalım da daha iyi olsun, Tuna yoluyla yukarıdan gelen su aşağıdaki ortamı temizlesin." denilebilir mi? Denilemez ama işte deniliyor. Yani neticesinde 22 maddelik bir şey yapıldı. Bu 22 maddelik planlama içerisinde birkaç tanesi kısmen hayata geçirilirken bir bütün olarak bu planlamalar olduğu gibi durduğu yerde duruyor. Söylenecek çok şey var ama vakit çok azaldı. Ben size kısaca ne yapılması gerektiğinden bahsedeyim.
Arkadaşlar, artık gelinen noktada mesele müsilajı falan aştı. Balıklarda vibriyo var. Vibriyo bakterisi, kolera ailesinden bir bakteridir ve balık konusunda, piştiğinden dolayı henüz insanda -suşiyi kastetmiyorum ama- bir enfeksiyona yol açmıyor olsa da bu balıkları yiyen daha büyük balıklarda, lüfer ailesi gibi, palamut, torik ailesi gibi ailelerde bir balık pandemisine yol açma ihtimali de artık oldukça yüksek.
Marmara Denizi'nde üretilen kabukluların Marmara Denizi'nin toksik özelliklerini bünyelerinde topladığını, paralitik ve diaretik toksinleri topladığını ve Avrupa'da bunların satışının yasaklandığını hepimiz biliyoruz. Olan bir şeye yokmuş gibi davranmayalım. Bu işi düzelteceksek ilkin çıkacağız, diyeceğiz ki: "Arkadaşlar, artık biz bedeli ne olursa olsun derin deşarjı bitiriyoruz." Marmara bir alıcı ortam değildir ve en önemli konulardan bir tanesi, Marmara'nın bu hâle gelmiş olmasının ve daha da fazla olumsuz bir tarafa doğru sürükleniyor olmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi Ergene derin deşarjı.
Bakın, öylesine vicdansızca bir şey ki Ergene derin deşarjı hikâyesi. Ergene havzasında 2 bin tane firma var; tekstil firması, metal firması, şu firması, bu firması... Bu firmalar yer altından suyu çıkarıyorlar, kullanıyorlar, kirletiyorlar ve Ergene Nehri'ne veriyorlar. O nedenle, debisi, çıktığı yerden sonra, bu fabrikaları geçtiğinde 10 kat artıyor. Şimdi, bunlar bundan kazanç sağlıyorlar. E, bunu temizlemesi kime kalıyor? Kamuya kalıyor. Yani bu varlıklar, su varlığı herkesin, börtü böceğin, insanın, bütün canlıların ortak varlığıyken bir avuç gözü dönmüş sermayedar Ergene'yi bu hâle getiriyor. Peki, kamu ne yapıyor? Vallaha, kamunun yaklaşımı, bence, bu gidişle kısa süre sonra bu arıtma işlerini, atık su arıtma işlerini özele ihale etmek biçimine dönecek yani bunun da üzerinden rant elde edilecek bir şey hâline dönüşme ihtimali -raporda da yazdığı üzere- oldukça fazla.
Oradaki atıkların -birbirine karışmış atıklar en zor arıtılan atıklardır- arıtıldığı varsayılıyor ama bizim elimizdeki veriler arıtılmadığını gösteriyor. Marmara Denizi'ne basıyorsunuz. Marmara Denizi can çekişiyor, çok açık söyleyeyim.
Ben dalıyorum. Düzenli olarak bir dalış yapılmıştı Komisyon aşamasında. Ondan sonra ben Marmara Denizi'nin muhtelif yerlerinde en az 8-10 dalış daha yaptım. Arkadaşlar, hani ortalığı yangın yerine çevirmek falan değil ama deniz gerçekten ölüyor. Bir sene önce olan canlılar şu anda yoklar. Bunun en büyük sebebi de Marmara Denizi'ni bir lağım çukuruna, bir atık su havuzuna dönüştüren zihniyettir. Bunun çözülmesi için öncelikle derin deşarjı halletmeli, alıcı ortam olma özelliğini ortadan kaldırmalı ve bağımsız bir komisyon kurulmalı. Bu bağımsız komisyon, bilim insanlarından oluşacak bağımsız komisyon hiçbir bakanlığın altında falan olmamalı. Bu komisyon bilimsel altyapıya, teknolojiye, laboratuvarlara sahip olmalı, bu çalışmaları burada sürdürmeli ve onların çıkardığı sonuçlar keskin bir kılıç gibi olmalı. Anlatabiliyor muyum? Yani insanların, kurumların riayet edeceği bir niteliğe sahip olmalı. Bununla beraber, dört beş sene içerisinde derin su deşarjı tamamen ortadan kaldırılmalı.
Ya, gerçekten ben şunu anlamıyorum -Sayın Başkanım, siz de buradasınız- biz bu Komisyonda demedik mi hep beraber, "Marmara Denizi'nin alıcı ortam olmasını doğru bulmuyoruz." diye hep beraber söylemedik mi arkadaşlar? Dedim ki -haddimi aşıyorum, ben bunu söylüyorum yani Komisyon adına konuşuyorum bazı yerlerde- "Bütün Komisyon böyle düşünüyor." "Biz derin su deşarjına karşıyız." diye hep beraber demedik mi? Şimdi, dememişiz gibi önümüze gelmiş rapor, deniyor ki: "İyi arıtılırsa basılabilir."
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun.
RIDVAN TURAN (Devamla) - Arkadaşlar, iyi arıtıyorsak, gerçekten nitelikli bir su hâline dönüştürüyorsak denize niye basıyoruz ya? Biz su zengini bir ülke değiliz ki su fakiri bir ülkeyiz; bu suyu her yerde kullanmak mümkündür. Bu zamana kadar da herkes dedi ki: "İyi arıtılıyor." İşte "İyi arıtılıyor." denilenin durumu ortada, durum ortada. Yani bunlara ilişkin bütünlüklü bir plan yapılmalı ve bu raporun ancak ve ancak geri çekilmesiyle bu söz konusu olabilir. Kıyılardaki yapılaşmanın tamamının ortadan kaldırılması lazım, inşai faaliyetlerin bitirilmesi lazım, gerçekten bir koruma alanı hâline getirilmesi lazım denizin, endüstriyel tesislere "Kendi suyunu arıt ve kullan, sana daha fazla su yok." denilmesi lazım, bu suların, arıtılmış, nitelikli suların peyzajda kullanılması lazım, zeytin kara suyunun deşarjının engellenmesi lazım.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
RIDVAN TURAN (Devamla) - Çocuklara, mutlaka müfredata "Marmara Denizi nedir?" diye bir ders koymamız lazım çünkü ne çocuklar ne yetişkinler denizin ne olduğunu bilmiyor değerli arkadaşlar.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)