| Konu: | Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 88 |
| Tarih: | 10.05.2022 |
HDP GRUBU ADINA ZÜLEYHA GÜLÜM (İstanbul) - Şimdi, görüştüğümüz yasa ne için deniliyor? Kadınlara ve sağlık emekçilerine yönelik şiddeti önlemek iddiasıyla getirildi. Aslında kamuoyunun baskısıyla getirildi, İstanbul Sözleşmesi'nden geri çekilmeye kadınların gösterdiği tepki sonucu olayların üstünü örtmek üzere kadına yönelik şiddeti, sağlık emekçilerine yönelik şiddeti önlüyormuş gibi görüntü vermek üzere getirilmiş bir yasa teklifinden bahsediyoruz; gerçekte, çözüm üreten bir yasa teklifi değil.
Peki, önce şunu sormak gerekiyor: Gerçekten yasal düzenleme yapmak yetiyor mu? Bizzat şiddeti önlemesi gereken İçişleri Bakanlığı ve onun emrindeki kolluk kuvvetleri bu şiddeti uyguluyorsa, açıkça yasalar ihlal ediliyorsa ve bu yasaları ihlal edenler cezasızlıkla ödüllendiriliyorsa hangi yasayı çıkarırsanız çıkarın ne sonuç üretecek? Elbette ki hiçbir sonuç üretmeyecek. En yakın örneğini nerede yaşadık? Partimizin genel merkezine bizzat İçişleri Bakanlığınca yürütülen bir provokasyonda gördük. Erkek devlet saldırganlığı, yine, öncelikli olarak hedefine bir kadını aldı. Saldırgan polis, arkadaşımız Ayşe Acar Başaran'ı çivilemekle tehdit etti; ne bir engelle karşılaştı ne hakkında bir gözaltı yapıldı ne de soruşturma açıldı; aksine, arkadaşlarımız gözaltına alındı. Dolayısıyla ne yasalarınızın ne de aslında sizin uygulamalarınızın kadına yönelik şiddeti engellemek gibi bir derdinin olmadığı çok açık. Partimizi ablukaya alarak, bizleri tehdit ederek, provokasyonlarla hedef göstererek özgürlük mücadelemizden vazgeçireceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Biz kadınların şiddete, zorbalığa boyun eğeceğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ayşe Acar Başaran'ın da biz kadınların da bu ucuz tehditlerden korktuğunu sanıyorsanız, yine yanılıyorsunuz. Bizler, yıllardır özgürlük mücadelesi veren kadınlarız, yılmayız, korkmayız ama sizi de biliyoruz. Siz, 8 Martta gazla, copla, gözaltılarla durduramadığınız "Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!" diyen yüz binlerce kadının sesinden korkuyorsunuz. Siz, "İstanbul Sözleşmesi bizim, vazgeçmiyoruz!" diyen milyonlarca kadından korkuyorsunuz. Siz, "Nevroz" alanlarını dolduran milyonlardan korkuyorsunuz. Siz, sermayeyle ortaklaşıp hakkını yediğiniz on binlerce işçinin, emekçinin alın teri için verdiği mücadeleden, 1 Mayıs alanlarındaki dayanışmasından korkuyorsunuz. Bizler, sizlerden korkmuyoruz ama siz, hapishanelerde siyasi rehine olarak tuttuğunuz Gültan Kışanak'tan, Sebahat Tuncel'den, Figen Yüksekdağ'dan, Mücella Yapıcı'dan, Aysel Tuğluk'tan ve binlerce özgürlük mücadelesi veren kadından korkuyorsunuz. Bir yandan, kadınların en önemli kazanımlarından biri olan İstanbul Sözleşmesi'nden tek bir erkeğin kararıyla çıkıyorsunuz. 25 Kasımda, 8 Martta şiddete, tacize, kadın cinayetlerine ses çıkaran kadınları polis şiddetiyle susturmaya çalışıyorsunuz.
Çocuk teslimi düzenlemeleriyle erkeklerin çıkarlarını önceleyerek kadınların can güvenliğini hiçe sayıyorsunuz. Nafaka hakkını tartışmaya açarak kadının evdeki şiddete mahkûm olmasını istiyorsunuz. Kadınları, esnek, güvencesiz, düşük ücretli işlere yani aileye ve erkeğe mahkûm edip her türlü sömürüye açık hâle getiriyorsunuz. Kürtajı fiilî olarak engelliyor, kadınların kendi bedenleri, hayatları ve kimlikleri hakkında kararlarını vermesini engellemeye çalışıyorsunuz.
Canları pahasına boşanmaya, "Şiddete dur!" demeye çalışan kadınları korumuyorsunuz. 6284 sayılı Yasa'yı hakkıyla uygulamıyorsunuz. Katliam seviyesine çıkmış erkek egemenliğinin yarattığı erkek şiddetini durdurmak gibi bir niyetiniz yok. Şimdi de kalkmış, göstermelik bir yasayla sorunun üstünü örtmeye kalkıyorsunuz. TCK'de etkisiz ceza artırımlarıyla kadınların asıl taleplerini görmezden geliyor, gelen tepkileri de susturmaya çalışıyorsunuz.
Bu yasa teklifinde şiddet önlenmiyor, kadınların senelerdir talep ettiği düzenleme ve politikalar geçiştirilmeye çalışılıyor. Yasa teklifinde ne kadın-erkek eşitsizliğinden ne de toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi İstanbul Sözleşmesi'ni hatırlatan hiçbir tanımdan söz etmiyorsunuz, ısrarla, kadına yönelik erkek şiddetinin asıl kaynağının üstünü örtmeye çalışıyorsunuz. Erkek egemenliğinin yarattığı erkek şiddetini tariflememek için, yasaya geçirmemek için özel bir uğraş veriyorsunuz, hâlbuki "erkek egemenliğinden kaynaklı erkek şiddeti" olarak tariflediğinizde, bir kadının bir kadına karşı işlediği suç da yapılan ceza artırımları arasında sayılacak ve bu koşulda, bir kadının kadına karşı işlediği suç da ağırlaştırılmış olacak. Sırf erkek egemenliğini yazmamak için, sırf toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yazmamak için ceza yasalarıyla oynuyorsunuz.
Yargının erkeklik indirimlerinden biri olan iyi hâl indiriminde bir değişiklik yapmış gibi gösteriyorsunuz, kravat takarsan indirim yapmam ama nasıl pişman olduğunu iyice anlatırsan cezanı hafifletirim diyorsunuz. Bu maddeyle âdeta, faile pişmanlığını nasıl göstereceğini öğretiyorsunuz. Şunu açık söyleyelim: Failden pişmanlık gerekçelerini açıklamasını istemek erkek yargının cezasızlık uygulamalarını meşrulaştırmak demek. Yasayla âdeta, fail erkeklere pişmanlık rolü yaptırmaya çalışıyorsunuz. Bir de sanki hâkim zaten verdiği her kararda gerekçe yazmak zorunda değilmiş gibi "Hâkim gerekçe yazsın." diyorsunuz. Anayasa'nın 141'inci maddesi "Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır." diyerek zaten hukuki güvenliği sağlamıyor muydu? Hukuk devleti olmaktan çoktan vazgeçildiğini, hâkime "Gerekçe yaz." hatırlatması bile tamamen açığa çıkarıyor.
Kadına ve çocuklara yönelik suçlarda takdirî indirim olmaz, takdirî indirimin gerekçesi de olmaz. Erkek egemenliği kaynaklı olarak kadınlara ve çocuklara karşı işlenen suçlarda takdirî indirimlerin yani erkeklik indirimlerinin tümden ortadan kalkması gerekiyor.
Haksız tahrik indirimi de kadına yönelik suçlarda yıllardır bir cezasızlık aracı olarak kullanılıyor. Faillerin erkeklik savunmaları yargı tarafından meşru sayılıyor, hâlbuki kadınlar hayatlarını korumak için öldürmek zorunda kaldığında haksız tahrik indirimi alamıyor ama erkekler daha az ceza alsın diye her türlü gerekçe meşru sayılıyor. Bunun son örneklerinden birini Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Hatice Kaçmaz kararında gördük. Hatice Kaçmaz, evlenme teklifini kabul etmediği için Orhan Munis tarafından 15 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Yargıtay Ceza Genel Kurulu ne dedi? "Kabul etseydi öldürülmezdi." dedi. Yani erkeklerin tahakkümünü, erkeklerin hakimiyetini kabul etmemiz isteniyor aslında bu kararla.
En üst merci olan Yargıtay dahi erkeği korumak için her türlü yolu deniyorken erkek egemenliğinden kaynaklanan suçlarda takdir hakkının erkek yargıya verilmesi kabul edilemez. Haksız tahrik indirimi veya iyi hâl indirimi olan erkeklik indirimlerinin tamamen yasadan çıkarılması gerekiyor ama kanun teklifinde buna ilişkin de hiçbir düzenleme göremiyoruz. Kadına yönelik suçlarda ağırlaştırılmış hâl kapsamına alma ve cezalarda artırma yoluna gidilmiş ancak hepimiz çok iyi biliyoruz ki ceza miktarları çok düşük, ceza infaz sistemi erkek faillere yönelik etkili bir ceza yöntemi olarak uygulanmıyor. Örneğin, ısrarlı takip suç olarak tanımlanmış. Hepimiz biliyoruz, çoğu cinayetin öncesinde fail erkeğin bilerek ısrarlı takip eylemi vardır ama suç için belirlenen cezanın burada da bir karşılığı yok. Cezanın alt sınırı basit hâlde altı ay ve nitelikli hâlde bir yıl yani toplumun deyişiyle, yatarı bile olmayan, paraya çevrilebilecek, ertelenebilecek miktarlardan bahsediyoruz yani bir etkisi olmayacak.
Yine, ısrarlı takip, şikâyete bağlı bir suç olarak tanımlanıyor. Kadınların şikâyetten vazgeçmesi için erkekler tarafından nasıl tehdit edildiğini, ailesiyle, yakınlarıyla, çocuğunu öldürmekle nasıl tehdit edildiğini hepimiz biliyoruz. Bu tehditlere karşı kadınlar korunmuyor iken şikâyete bağlı olması binlerce ısrarlı takip suçunun cezasızlıkla sonuçlanmasına yol açacak. Yine, bu yasa teklifine göre, ısrarlı takip suçunun tanımlanması sadece ayrılık kararı verilen, nitelikli hâli için ayrılık kararı verilen veya boşanılan eşe karşı işlenmesi hâlinde gerçekleşiyor; oysa, erkekler, kadınlara yönelik ısrarlı takip suçunda tanıdığı, tanımadığı, herhangi bir ilişki biçimi olmadığı ya da sevgilisi, arkadaşı olduğu kadınlara yönelik de bu suçu işliyor. Yine burada kadınlar arasında bir ayrım yapılmış, medeni hâl ayrımcılığı üzerinden "Kadınlar sevgilisi olan ya da hiç tanımadığı erkekler tarafından ısrarlı takibe uğradığında basit hâli uygulayacağız." diyorsunuz.
Teklifte yalnızca kadına yönelik yaralama suçu tutuklama tedbirleri arasında sayılıyor, diğer suçlarda yine bu yönlü bir sıralama yok. İşkence, eziyet, tehdit ve yaralama suçları kadına yönelik olması hâlinde ceza artırımına gidilmiş; evet, ama bu suçların da bir yatarı yok. Failler cezaevine girmeden salıverileceği gibi ceza miktarları da aslında caydırıcılıktan uzak.
Özellikle, işkence suçundan bahsetmek gerekiyor. Türkiye'de işkence suçunun bir karşılığı yok aslında; yasal düzenlemede var ama fiiliyatta ne soruşturma açılıyor ne davalar görülüyor ne de açılabilen davalarda bir ceza karşılığını görebiliyoruz. Polisin, devlet görevlisinin, gardiyanın sokaklarda, eylemlerde, gözaltılarda, hapishanelerde yaşattığı işkencelerin soruşturulup cezalandırılabilmesi bir yana, bizzat iktidarın bir politikası olarak işkenceyi uygulama düzenli olarak sürdürülüyor. Kandıra Hapishanesinde işkence gören, cinsel şiddete uğrayan ve intihara sürüklenen Garibe Gezer bunun en somut örneklerinden biriydi ve yine cezasızlıkla sonuçlandı. Cezaevlerinde hâlen çıplak arama işkencesi sürüyor, reddeden kadın mahpuslar darbediliyor, disiplin cezalarına maruz bırakılıyor, kadınlara karşı işlenen hangi işkenceye ilişkin soruşturma yürütüldü de bir ceza aldı da şimdi de artırımdan bahsediyorsunuz.
Yine, bizzat devlet eliyle kadınlara yoksulluk dayatılıyor. Yoksulluk demek, kadına yönelik şiddetin çok daha fazla artması demek. Daha beş gün önce dört aylık bebeği olan KHK'li öğretmen Emine Üzel yaşamına son verdi, intihar gibi gözükse de bu bir intihar değil. Kadınlar KHK'lerle, farklı yöntemlerle yoksullaştırıldığı için intihara sürüklendiler yani aslında bir cinayet işlendi.
Kadına yönelik erkek şiddeti, yasalarla oynayıp iktidarınızın reklamını yaparak çözeceğiniz bir konu değil. Kadına yönelik erkek şiddeti ve erkek devlet şiddeti önlenmek isteniyorsa sorunun kaynağının öncelikle doğru konulması gerekiyor. Erkek egemenliğinden kaynaklanan bir ilişki biçimi ve bundan kaynaklı bir şiddet olduğu, iktidarınızın da bu egemenliği her gün siyasetiyle, sözleriyle büyüttüğü gerçeğinin ortaya konulması gerekiyor. Bu yasa teklifi hazırlanırken ne Komisyon aşamasında ne de bu aşamada erkek egemenliğinin yarattığı şiddetle mücadele eden feministlerin, kadın örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin deneyimlerine ve taleplerine başvurulmadı, yine her zamanki gibi "Biz yaptık, oldu." zihniyetiyle, bir torba yasa mantığıyla önümüze getirildi. Biz kadınlar, sorunun asıl mağdurları ve muhatapları olarak senelerdir, her yerden, erkek şiddetine karşı mücadele yöntemini ve taleplerimizin ne olduğunu haykırıyoruz ve diyoruz ki: Erkek şiddetiyle mücadele ceza yasalarına sıkıştırılmadan bütüncül bir biçimde ele alınmalıdır. İstanbul Sözleşmesi'nden geri çekilme kararı bir an evvel geri alınmalı, sözleşmenin her bir maddesi kadınların yaşama hakkı, güvenlik hakkı, özgürlük hakkı ve ekonomik hakları bakımından hayati değer taşıdığından bir an önce hayata geçirilmelidir. Tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve CEDAW kadınlar lehine iç hukukta ve mahkeme kararlarında esas alınmalıdır. 6284 sayılı Kanun etkin ve doğru biçimde uygulanmalı, birçok kadının hayatını kurtaracak bu yasa bir an önce doğru düzgün hayata geçirilmelidir. Önemli olan yasa yapmak değil, yasanın etkin biçimde, bütüncül politikalarla uygulanmasıdır. Karakollardan, adliye salonlarından kadınlar artık geri çevrilmesin, koruma kararları kolayca verilsin, kadını şiddetten koruma yöntemleri geliştirilsin diyoruz.
Şiddetin temeli erkek egemenliğinin yarattığı toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir. Bu cinsiyet eşitsizliğini önleyici, bütünlüklü politikalar tümüyle devreye sokulmalıdır. Erkek egemen sistemden kaynaklı kadına yüklenen bakım emeğini devlet üstlenmeli, bunun dışında kalan işlerin erkeklerle ortak paylaşılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. LGBT+'lara, mültecilere, farklı etnik köken ve inanç gruplarına, siyasi düşünceleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayanlara yönelik suçlarda da özel düzenleme yapılmalı, bu suçların kaynağı ortaya koyulmalı, bu suçlar nefret saikiyle işlenmiş olması nedeniyle nitelikli hâller arasında sayılmalı ve cezalar artırılmalıdır. Eğer bütün bu tedbirler dikkate alınırsa gerçekten kadına yönelik şiddet açısından çözücü politikalar üretilebilir.
Diğer bir mesele sağlıkçılar. Yine, burada da hikâyeden bir yasa teklifi getirilmiş durumda. Neoliberal politikalar devam ettikçe sağlıkta şiddetin de önüne geçilmesi mümkün değildir. Hastaneler ticarethaneye, hastalar müşteriye dönüştürülmüş durumda. Devlet hastanelerinde yoksul halk sıra bulamıyor. "Kapı önünde sıra olmasın." diye getirilen MHRS sisteminde sıra yok. Muayene sırası bulabilene beş dakika ayrılıyor. Bu aşırı yoğunluk hekim-hasta ilişkisini bozuyor. Şiddet, bu tıkanmış sistemin bir sonucu olarak gelişiyor ve olağanlaşıyor.
Sağlık sorunu son yirmi yıldır ülkeyi yöneten siyasi iktidarın sorumluluğunda ancak bu düzenlemeyle sağlıkta şiddet konusu da geçiştirilmeye çalışılıyor. Sağlıkta şiddetle mücadele sadece faillerin cezalandırılmasıyla veya karşılığı olmayan ceza artırımlarıyla mümkün değil.
Türk Tabipleri Birliğinin verilerine göre, sağlıkta şiddeti gösteren beyaz kod bildirim sayısı 2020'de 11.942 iken 2021'de beyaz kod bildirim sayısı 29.826'ya yükselmiş. Yine TTB'nin yaptığı anket sonuçlarına göre hekimlerin yüzde 84'ü meslek hayatlarında en az 1 kez fiziksel veya sözel şiddete uğramış ancak bunların yarısı beyaz koda yansıtılabilmiş yani önemli bir oranın yansımadığı beyaz kod verilerine göre bile 2021 yılında Türkiye'de günde ortalama 80'den fazla sağlıkta şiddet vakası yaşanmış.
İktidarın sağlık alanında yürüttüğü politikalar sağlık emekçilerine şiddet, ölüm, çaresizlik, umutsuzluk olarak geri dönüyor ve sağlık emekçilerinin dayanılmaz çalışma koşulları tüm taleplere rağmen düzeltilmiyor. Hekimler çözümü öncelikle istifa etmekte, emekli olmakta veya ülkeyi terk etmekte arıyor şu an.
Türk Tabipleri Birliğinin, sağlık sendikalarının defalarca şiddete karşı sunduğu çözüm önerilerinin üstü örtülüyor. Bu yasa teklifinde bir kez daha görüldüğü gibi, iktidar, kendi palyatif, sorunun temelinden uzak ve torba yasaya sıkıştırılan düzenlemelerle talepleri geçiştirmeye çalışıyor. Hâlbuki sağlıkta şiddet de kadına yönelik şiddette olduğu gibi öngörülebilir ve önlenebilir bir sorun. Tıkanmış sağlık sisteminin aynı şekilde sürdürülmesi ve derinleşen ekonomik buhran şiddeti artırıyor. Öncelikle, şiddetin kaynağı çözülmek zorunda.
Türk Tabipleri Birliğinin, sağlık sisteminin halk yararına değiştirilmesi, hekimlerin yaşama, çalışma ve ekonomik koşullarının düzeltilmesi amacıyla başlattığı "Sağlığımız İçin Hekimlere Kulak Verin!" başlıklı kampanyada 10 acil talep var. "Koruyucu sağlık hizmetleri esas alınsın." Birinci basamak sağlık hizmetleri güçlendirilsin, hastalık değil hastalanmama üzerine kurulu önleyici politikalar uygulansın. Basamaklı bir sağlık sistemi modeline geçilsin. Beş dakikada sağlık olmaz, hekimlerin hastalarına yeterli süre ayırmalarını sağlayacak uygun çalışma koşulları sağlansın. Nüfus başına hekim ve sağlık çalışanı sayısı nitelikli sağlık hizmeti için gerekli ve yeterli düzeye çıkarılsın. Şehir-şirket hastaneleri politikasından vazgeçilsin. Geleceğimizi ipotek altına alan şirketleşmiş hastanelerden vazgeçilsin. Sağlık hizmetleri bilime ve halk sağlığına uygun yapılandırılmış kamu ve üniversite hastanesine verilsin. Sağlığa ayrılan bütçe artırılsın. Sağlık, herkes için parasız, hekimlerin ve emeklilerinin karşılığını alabilecekleri bir şekilde düzenlensin. Katkı payları adı altında kalem kalem ücretlendirmeye son verilsin. Hekimlerin gelirleri, emeğinin karşılığı, insanca yaşanabilir, emekliliğe yansıyacak tek ödeme olarak sağlanmalı. 7200 ek gösterge uygulansın. Etkili bir sağlıkta şiddet yasası çıkarılsın. Covid-19 meslek hastalığı sayılsın.
Sağlık sisteminin eksiklerinin sorumluluğu sağlık çalışanlarına yıkılamaz. Sağlık hizmetlerinden kaynaklanan zararlarda hastaların kayıpları kamu tarafından üstlenilmeli, ödenecek tazminatlar hekim ve sağlık çalışanlarına yansıtılmadan vakit kaybetmeksizin karşılanmalıdır. Hekimler üzerinde baskılara son verilmeli, aile hekimliği, ceza yönetmeliği, mobbing, KHK, arşiv taraması ve güvenlik soruşturması gibi baskıcı uygulamalardan vazgeçilmelidir. Tıp ve tıpta uzmanlık eğitiminde nitelik öncelikli olmalı, tıp eğitimi ve tıpta uzmanlık eğitimi alanının uzmanlarının ve meslek örgütlerinin önerileriyle nitelikli, uluslararası standarda uygun hâle getirilmelidir. Hekimlerin örgütlenmesinin ve haklarını savunmasının önündeki engeller kaldırılmalı, başta hekimlerin meslek örgütü Türk Tabipleri Birliği olmak üzere hekim örgütlerini hedef alan konuşmalardan, yasal düzenlemelerden vazgeçilmelidir." diyor. İşte gerçekleşmesi gereken asıl düzenlemeler bunlar.
Şimdi yine sağlıkla ilgili başka bir şeyden bahsetmek istiyorum, otizm. Sağlık sisteminin ne hâle geldiğini gösteren başka bir çarpıcı örnek: Sinan 20'li yaşlarda otistik bir genç. Beş altı ay önce kaldığı bakımevinde ateşlendiği için hastaneye kaldırıldı. Burada, muayene sonucu kaburgasının kırılmış olduğu, vücudundaki izlerden şiddete maruz kaldığı ortaya çıktı. Sinan'ın annesi Sinan'ı bakımevinden aldı ancak maddi imkânsızlıklardan ötürü bakımevine geri bırakmak zorunda kaldı. Sinan bir buçuk ay sonra Sakarya Arifiye Bakımevine alındı. Bu tarihten sonra anneye Sinan hakkında bilgi verilmedi, "Öldüğü zaman haberdar ederiz." denilerek anne bilgisiz bırakıldı.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın sözlerinizi.
ZÜLEYHA GÜLÜM (Devamla) - Sinan, gizli olarak çekilen bir fotoğrafta, yatak olmayan bir odada, zeminde çıplak biçimde uzanıyor ve aynı yere tuvaletini yapmak zorunda bırakılıyordu. Sinan'ın barınma koşulları, sağlık ve bakım koşulları hakkında Sağlık Bakanlığı tarafından derhâl araştırma yapılmalı, sorun bir an önce çözülmelidir. Ayrımcılık, şiddet, saldırganlık insanların yaşama haklarını, sağlık ve beslenme haklarını engelliyor. Sinan sadece bir örnek, Sinan gibi binlerce çocuk var.
Son olarak, bu ülkede insanların şiddetten korunmasından bahsediyorsunuz ama daha yakın zamanda bizzat devletin şiddetiyle karşı karşıya kalanlar var. Van'ın Edremit ilçesinde 80 yaşındaki Makbule Özer ile 79 yaşındaki Hadi Özer hastalıklarına ve ilerlemiş yaşlarına rağmen, ev hapsi, koruma talepleri reddedilerek yardım ve yataklık yaptığı iddiasıyla tutuklandılar. Düşmanlığın bile bir hukuku var, bir sınırı var ama sizde bu sınır yok.
Makbule Özer ve Hadi Özer derhâl serbest bırakılsın. (HDP sıralarından alkışlar)