GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: İstanbul Finans Merkezi Kanunu Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:5
Birleşim:105
Tarih:21.06.2022

HDP GRUBU ADINA EROL KATIRCIOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, sayın vekiller; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Efendim, İstanbul Finans Merkezi'yle ilgili getirilmiş olan bu kanun teklifi esas itibarıyla çok geç kalmış ve bir anlamıyla bence kadük olmuş olan bir hadiseyle ilgili. Neden böyle düşünüyorum açacağım, anlatmaya çalışacağım.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz, İstanbul Finans Merkezi Projesi 2009'da yürürlüğe girdi veya en azından 2009'da konuşulmaya başlandı ve aradan on üç sene geçti, şu anda hızlandırmaya yönelik olmak üzere bu kanun teklifi önümüze geldi. 2009 öncesi ve sonrası Türkiye'yi düşündüğümüzde, bir finans merkezi fikri ile şu anda geldiğimiz Türkiye bakımından bir finans merkezi konusu tamamen ayrı konular hâline gelmiş durumda. Neden böyle olmuş? Çünkü değerli arkadaşlar, benim görebildiğim kadarıyla, finans merkezi kurma kararı -ki bu uluslararası olması özellikle istenilen bir proje- gündeme geldiği tarihlerde ekonomik olarak, siyasi olarak ve ideolojik olarak farklı bir Türkiye var idi, şimdi ise farklı bir Türkiye var. Dolayısıyla da ancak bu değerlendirmeyi yaptığımızda, şu anda bu yatırımın gerçekten ne anlama geldiğini bizim daha iyi anlamamız mümkün olur diye düşünüyorum.

Şimdi öncelikli olarak şunu söyleyeyim: 2009 yılı, biliyorsunuz "2008 krizi teğet geçti, geçmedi." tartışmalarından sonra, Sayın Tayyip Erdoğan'ın -o zaman Başbakandı- büyük bir öz güvenle "Teğet geçti, gördünüz mü?" dediği tarihler... Ve tabii, asıl önemlisi -zaman zaman burada yaptığım konuşmalarda da altını çizme ihtiyacı hissediyorum- özellikle 2001 krizinden sonraki dönemde, 2002'de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonraki dönemde gerçekten ekonomik performans itibarıyla baktığımızda Türkiye olumlu bir iklimi yaşamıştı. Bunun bir sürü sebebi var ama açıkçası o günün iktidarının da hakkını vermek lazım gelir diye düşünüyorum. Böyle baktığımızda, özellikle Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz çerçevesindeki kararlılıklar, bazı demokratik reformların yapılması meseleleri... Tabii, ekonomik olarak baktığımızda, asıl önemlisi düşük enflasyonun olduğu -kurlar yine öyle- ekonomide genel bir istikrarın olduğu bir dönemde böyle bir fikir ki Sayın Cumhurbaşkanın Belediye Başkanlığı yaptığı zamanda -kendisinin söylediğinden anladığımız- aklına gelmiş olan İstanbul'un uluslararası bir finans merkezi olması projesi gündeme gelmiş, tartışılmış, raporlarmış vesaire.

Yine, o tarihler itibarıyla baktığımızda, siyasi olarak konuya baktığımızda gerçekten daha demokratik bir ortamın olduğunu görüyoruz ve bu demokratik ortamda özellikle konumuzun bağlamında önemli olan "bağımsız idari otoriter" dediğimiz regülatör kurumlar, gerçekten kanunlarının açıkça ifade ettiği gibi bağımsız bir biçimde çalışma şansına sahip bir ortamda idiler.

İdeolojik olarak baktığımızda da -hatırlayacaksınız- o tarihlerde yine Sayın Cumhurbaşkanımız sık sık şunu söylüyordu: "Sermaye istiyoruz, nereden gelirse gelsin, sermayeye ihtiyacımız var." Çünkü -bildiğiniz tespitleri yaparak- Türkiye'nin sermaye ihtiyacının olduğunu, tasarruflarının yetmediğini vesaireyi zaman zaman açıklıyordu.

Fakat değerli arkadaşlar, bugüne baktığımızda, bugün ekonomik terimlerle olaya bakalım, ekonomik terimlerle enflasyona bakalım, enflasyon uçmuş gitmiş; kurlara bakalım, kurlar uçmuş gitmiş. Ekonominin istikrarı mı? Şüpheli. Sürekli olarak işsizlik üreten, enflasyon üreten ve en son olarak da işte "yeni ekonomik model" olarak ifade bulan ve şu anda da uygulanan model istendiği gibi çalışmıyor yani cari açığın kapanması ve ondan sonra kurların düşmesi ve Türk lirasının değerlenmesi ve dolayısıyla da enflasyonun aşağı çekilmesi biçimindeki bir teorik beklenti gerçekleşmiyor. Çünkü Türk lirası gerçekten çok değer kaybettiği hâlde, belki ihracatımız artıyor ama ithalatımız da artıyor ve dolayısıyla da cari açık meselesi yıllarca yaşadığımız biçimde bir kısır döngü olarak devam ediyor.

Siyasi olarak bakalım, siyasi olarak ne görüyoruz? "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" denilen bir sistem var ve Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi gerçekten de OHAL koşullarında olmasaydı belki de Türkiye'nin kabul etmesi neredeyse mümkün olmayacak olan bir projeydi ama maalesef o günün koşullarında bu proje kabul edildi.

Değerli arkadaşlar, çok açık bir şey var, bir toplumda kararların merkezîleşmesi -özellikle ekonomik kararlardan söz ediyorum- her zaman için o toplumun aleyhine çalışır; bu, böyledir. Türkiye, esasında var olduğundan bu yana bunu aşmaya çalışan -1980'i hatırlayın, 24 Ocak Kararlarını hatırlayın- daha ademimerkezî yapılara doğru yönelmeye çalışan bir ülkeyken şimdi, bu kanunla birlikte, referandumla birlikte Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi, görebildiğimiz kadarıyla bir tek adam yönetim sistemi olarak işliyor. Tabii, bunun "implication"ları var, bunun bir sürü etkisi var çevrelerde. Bunlardan en önemlisi -altını yine çizerek söylüyorum- bağımsız idari otoriteler dediğimiz otoritelerin hemen tümü, 2011 tarihinde çıkarılan bir KHK'yle bakanlıklara bağlandı. Arkadaşlar, bu, öyle kolay bir şey değildi ama o günün koşullarında bu da tartışılmadı. Bakın, her birinin kanununda açık ve net bir şekilde bağımsız oldukları yazar, mali olarak özerk oldukları yazar ama şu anda, hepsi, bakanların denetimine tabi bir yan kuruluş hâline gelmiş durumda.

Şimdi, bir yandan siz "serbest piyasa ekonomisi" diyeceksiniz, bir yandan da serbest piyasa ekonomisinin vazgeçilmezi olan bu tür kurumları tek adam yönetimine bakanlıklar vasıtasıyla bağlayacaksınız ve ondan sonra diyeceksiniz ki "Türkiye'de serbest piyasa ekonomisi var." Yani buna kimseyi inandıramazsınız değerli arkadaşlar ve kimse de inanmıyor zaten. Belki de asıl farklı olan şey -biraz daha üzerinde konuşmak istiyorum bunun- Hükûmetin veya doğrudan doğruya Sayın Cumhurbaşkanının olaya ideolojik bakışı değişti. O zamanlar serbest piyasa ekonomisinden, o zamanlar yabancı sermayeden söz eden Sayın Cumhurbaşkanı, şimdi bütün bu kurumları aşağı yukarı "dış mihraklar, dış güçler" olarak niteliyor. Yani kendisinin yaptığı çeşitli konuşmalarda açıkçası bütün bu kurumlar -ki J.P. Morgan gibi, hatırlayacaksınız "Manipülasyon yaptı." diye mahkemeye dahi verilmiş, soruşturma açılmış olan- bu yabancı finans kuruluşları konusunda gerçekten düşmanca bir bakışa sahip şu anda.

Şimdi, tabii, böyle baktığımız zaman bu İstanbul Uluslararası Finans Merkezi ne işe yaracak Allah aşkına? Yani buraya gelecek mi o insanlar, o kurumlar?

İSMAİL GÜNEŞ (Uşak) - Geliyor da çoğu.

EROL KATIRCIOĞLU (Devamla) - Zaten buradalar çoğu. Dolayısıyla da aslında ne yapmış oluyorsunuz? Dış mihrakları içeriye siz almış olacaksınız teorik olarak baktığınızda.

Sayın Cumhurbaşkanının bu ideolojik kaymasını biraz daha ayrıntılamak istiyorum ve belki de belli bir haklılığı da olabilir diye de düşünmenizi tavsiye ederim. Şöyle ki: Sayın Cumhurbaşkanı bakıyor Türkiye finans sistemine, Türkiye finans sisteminde banka bazlı bir finans sistemi var, finans sisteminin yüzde 90'ı bankalar üzerinden cereyan ediyor yani kredi verme, alma meseleleri bankalar üzerinden cereyan ediyor. Ama dünya böyle değil, dünyada "piyasa bazlı" diyebileceğimiz finans sistemleri de var. En tipik örneklerini vereyim size: Mesela, Amerika ve İngiltere, piyasa bazlı finans sistemlerine sahip olan ülkeler olarak sayılır; Japonya gibi, Türkiye gibi ülkeler de banka bazlı finans sistemlerine sahiptirler. Peki, bu rahatsız edici bir durum mudur? Evet, bir bakıma öyledir çünkü eğer biz bu kapitalizm oyununu oynuyorsak ülke olarak, o zaman, bu sistemin olduğu yerlere de bakarak iş yapmamız lazım. Yani finans sisteminin toplamındaki yüzde 90'lık banka payını daraltmaya ve bunun yanı sıra, banka dışı finans sistemlerinin, şirketlerinin veya kurumlarının gelmesini sağlamaya yönelik bir yaklaşım içinde olmanız makuldür. Çünkü bankalar, hele hele 2001 krizinden sonra bizde bankalar çok ciddi bir şekilde regüle ediliyor ve bu regülasyondan dolayı da kredi verme problemleri var ve o da kredi alışverişini çok ağırlaştıran bir etki üretiyor.

Şimdi, bu çerçeveden baktığımızda, Sayın Cumhurbaşkanı da diyor ki: "Banka bazlı sistemlere ben karşıyım." Birkaç cümlesini de okumak istiyorum size, 2019 yılında Marmara Üniversitesindeki bir toplantıda yaptığı bir konuşmada söylediklerini size aktarmak istiyorum: "Banka bazlı, faize dayalı sisteme karşı çıkmamızın sebebi, inancımızın buna cevaz vermemesinin yanında, sistemin insani yükünün de ağırlaşmış olmasıdır." diyor ve devam ediyor, diyor ki: "Geleceğin dünyasında faize dayalı bir sistemin yerini, risk paylaşımının esas olduğu yeni bir finansal mimariye bırakacağına inanıyorum." Şimdi, bu cümle, risk paylaşımı cümlesi esasında banka dışı finansal kurumları ima eden bir cümle. Ve açıkçası şu cümlesini de okumak istiyorum çünkü ilginç geliyor bana, diyor ki: "Özellikle son iki yıldır -yani 2019, demek ki 2017'den itibaren gelişmelere bakıyor- yaşadığımız tecrübeler bize bankacılık dışı finans yönteminin ne kadar hayati öneme sahip olduğunu gösterdi. Bu dönemde kamu dışındaki bankacılık sistemimiz reel sektöre yeteri kadar destek sağlamadı. En ihtiyaç duyulan dönemde kredi muslukları kapatılan reel sektörümüzün âdeta altı boşaltıldı." Şimdi ne demiş oluyor Sayın Cumhurbaşkanı? Diyor ki: "Bu banka bazlı sistem esasında reel kesimi zaman zaman -yani bizim kontrolümüzde de olmadığı için- desteklemiyor ve o nedenle de aslında bu 'İstanbul Finans Merkezi' gibi banka bazlı olmayan, piyasa bazlı finans sistemini yerleştirmek daha doğrudur." Ve burada katılım bankacılığı meselesi konuşuluyor. Bu çerçevede, katılım bankacılığıyla ilgili olarak şunları söylüyor, dinlemenizi tavsiye ederim; diyor ki: "Başından beri hep 'katılım bankacılığı, katılım bankacılığı' derler dururlar. Ben buna hep karşı çıktım, zira 'katılım bankacılığı' diye bir kavram olmaz. Eğer faizsiz sistemse işte şimdi söylüyorum katılım finans sistemi olmalıdır çünkü -burası önemli bakın arkadaşlar- birbiriyle ters düşen bu iki kavramı niye kullanalım ki? Biri sömürüyü ifade ediyor -bankaları kastediyor yani- ama biz burada sömürüye değil reel sektöre destek veren kurumları tercih etmeliyiz. İşte 'katılım finans sistemi' dediğim de budur." Şimdi bunları niye söylüyorum? Bunları şunun için söylüyorum değerli arkadaşlar: Sayın Cumhurbaşkanı İstanbul Finans Merkezi'yle ilgili 2021'deki bir başka konuşmasında da şöyle diyor: "Ben esas itibarıyla, bu katılım finans sisteminin merkezinin İstanbul Finans Merkezi olmasını istiyorum." Daha doğrusu şöyle, okuyayım tam olarak: "İslami finans açısından da bir merkez olmasını arzu ediyorum." diyor yani Batılı anlamda finans şirketlerinin yer aldığı bir yer olmasının ötesinde, ama aynı zamanda İslami, katılımcı finans sisteminin de merkezi olması gerektiğini söylemiş oluyor.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bunlar bize ne söylüyor? Bunlar bize şunu söylüyor: Sayın Cumhurbaşkanının belli bir haklılığı var çünkü bankalar gerçekten Türkiye finans sisteminde çok büyük, çok büyük kazançlar elde ediyorlar. Ben buraya gelirken yaptığım hesaba göre 2020'de 58 milyar Türk lirası net kârları var iken 2021'de bu rakam 92 milyara çıkıyor yani yüzde 60'lık bir artış var. Değerli arkadaşlar, evet, böyle söylüyor Sayın Cumhurbaşkanı ama ilginç olan şey şu ki bankaların bu kârlarının arkasında Sayın Cumhurbaşkanının imzası bulunan politikalar yer alıyor; AK PARTİ'li arkadaşlar bunu değerlendirsinler isterim. Neden böyle? Hatırlayacaksınız, Covid'le ilgili olan tartışmalarda ekonomik olarak destek vermek üzere ne yaptı Merkez Bankası? Likitide genişlemesi sağladı, piyasalara para verdi. Niçin verdi? Mantıkları şuydu: Reel kesim kredi alacak buradan ve dolayısıyla da Covid'in yarattığı olumsuz etkiyi atlatacak fakat değerli arkadaşlar, şu oldu: Bankalar bu paraları aldılar, gittiler borsaya yatırdılar ve reel olarak söylüyorum, o seneki kârları -benim hatırladığım kadarıyla- 20 milyar dolar civarındaydı. Şimdi, peki, bu olurken ne olmuş oldu bir bakıma? Kredi vermek üzere bu paraları bankalara veren Merkez Bankası bir süre sonra farkına vardı ki bu krediler reel kesime gitmiyor, tam aksine finansal kesimin kârlılığını artırıyor. Bunun üzerine, biliyorsunuz "aktif rasyosu" diye bir cezalandırma sistemi geldi, getirtmek zorunda kaldılar ve böylelikle de kredilerin reel kesime akmasını sağlamaya çalıştılar.

Şimdi, değerli arkadaşlar, bunun sonucunda da yani konuşmamın bu son kısmında kısaca söylemek istediğim: Tespiti doğru olabilir Sayın Cumhurbaşkanının yani gerçekten de Türkiye'nin piyasa bazlı finansal sistemlere doğru yönelmesi lazım, sadece bankaların kontrol ettiği bir finans sisteminden uzaklaşması lazım. Doğru bir tespit fakat bu doğru tespit, Sayın Cumhurbaşkanı ne derse desin sonunda yine bankaların işine yarayacak olan adımların da atılmasının bizatihi sorumlusu da kendisi. Dolayısıyla da garip bir durum ortaya çıkıyor yani bir yandan yakınan bir Cumhurbaşkanı ama bir yandan da sorunu çözecek gibi duran ama çözemeyen bir Cumhurbaşkanı.

Değerli arkadaşlar, sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: İstanbul Finans Merkezi bu söylediğim değişimlerden dolayı yani ekonomik olarak, siyasi olarak ve ideolojik olarak iktidarın zaman içindeki değişiminden dolayı kadük olmuş veya belki sadece ve sadece bir rant projesine dönüşmüş durumda. Ve size şunu söyleyeyim: Şu anda yürümekte olan yeni ekonomik model esasında neye dayanıyor? Ucuz Türk lirasına dayanıyor açıkçası fakat İstanbul Finans Merkezi eğer gerçekten yurt dışından fonlar getirmiş olsa Türk lirası değerlenecek, dolayısıyla da aslında şu anda yürümekte olan projenize aykırı bir tutum ortaya çıkacak diye düşünüyorum. Dolayısıyla da her ne kadar başka bir çerçevede anlamlı olabilecek olan bir proje, şu anda anladığım kadarıyla bir rant projesi hâline gelmiş durumda. Özellikle Hükûmetin bugünlerde, biliyorsunuz ek bütçe getirdiği günlerde, paraya ihtiyacı olduğu günlerde böyle bir projeyi hayata geçirmesi Hükûmet açısından kaçınılmaz gibi gözüküyor ve o sebeple bu kanun teklifi önümüzdedir diye düşünüyorum.

Biz Halkların Demokratik Partisi olarak bu kanun teklifine "hayır" diyoruz.

İyi akşamlar diliyorum. (HDP sıralarından alkışlar)