| Konu: | Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 107 |
| Tarih: | 23.06.2022 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA FERİDUN BAHŞİ (Antalya) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Hâkimler ve Savcılar Yasa Teklifi'nin geneli üzerinde İYİ Partinin görüş ve önerilerini arz etmek üzere söz aldım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Ülkemizde demokrasi, hukuk, adalet, temel hak ve hürriyetler günden güne gerilemektedir. Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla oluşturulan anayasal ve hukuki mekanizmalar temel hak ve hürriyetlere müdahale aracı hâline getirilmiştir. Hâkim ve savcılar temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tam tersi saraydan gelen talimatlarla hak ve hürriyetlere müdahale eden, hatta haksız tutuklamalarla insanların hürriyetlerini elinden alan görevliler hâline geldi.
İktidarı sınırlamakla görevli en önemli organ olan Anayasa Mahkemesi iktidarı sınırlandıran bir unsur değil, tam tersi onu tahkim eden bir organ hâline dönüştürüldü. Kısacası, hukuk, muktedirlerin gerektiğinde tüm Anayasa ve yasaları çiğneyerek her alana müdahale eden uzun eli hâline getirildi. Artık hukuk siyaseti sınırlamıyor, tersine siyasetin cenderesi altında. Artık Anayasa ve yasalardaki kurallara bakmak, karşılaşılan hukuki sorunun nasıl çözümleneceği konusunda da bir fikir vermiyor. Artık Anayasa Mahkemesi kararları Anayasa'ya değil, birtakım hukuk dışı faktörlere göre oluşuyor. Belirli bir davada Anayasa Mahkemesinin ne yönde karar vereceği konusunda anayasa hukuku profesörleri değil, yandaş gazeteciler daha doğru tahminde bulunuyorlar. Aynı durum, ilk derece mahkemeleri ve istinaf mahkemelerinde de geçerli, hatta Yargıtay ve Danıştay dahi delilleri, gerekçeleri aynı olan davalarda kişilere göre farklı kararlar verebiliyor.
İktidarın önem verdiği bir idari işlemin idari yargı tarafından iptal edilme ihtimali sıfır hâle geldi. Bugün siyasi niteliği olan bir olayda ki davanın siyasisi, adlisi olmaz; her dava adlidir. Bunlara muktedirlerin ilgilendiği davalar diyebiliriz. En kıdemli ceza hukuku profesörleri dahi gözaltına alınan bir kişinin tutuklanıp tutuklanmayacağını, yargılama sonunda mahkûmiyet kararı verilip verilmeyeceğini söyleyemiyor; ceza hukuku profesörlerinin bilgi birikimleri artık bu konuda bir işe yaramıyor.
Ülkemizde FETÖ'cü savcılar tarafından açılan ve yine FETÖ'cü hâkimler tarafından yürütülen kumpas davalarıyla başlayıp hâlen devam eden hukuksuzluklar silsilesinde, mahkemelerin uygulama tahmini konusunda, biz uygulamadan gelen ceza hukukçuları hatta ceza hukuku profesörleri de -dediğim gibi- cahil kaldık, ceza hukuku konusunda sadece okuryazar durumundayız. Vatandaş görülmekte olan bir davayla ilgili bize bir soru yönelttiğinde, ne acıdır ki "Normal hukuk uygulaması olsa" diye söze başlıyoruz. Ülkemizde her alanda olduğu gibi, başta anayasa hukuku olmak üzere hukukun tüm alanlarında bilimin değersizleştirildiği bir süreç yaşıyoruz.
Değerli milletvekilleri, önceden adı HSYK yani Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu olan hâkim ve savcıların en üst organının "yüksek" sıfatı AK PARTİ'yi rahatsız etmiş olacak ki kaldırıldı. Ben "yüksek" sıfatının kaldırılmasını bu düzende hiç yadırgamadım. Malum, tek adam rejiminde tek adamdan ya da onun uygun göreceğinden başkasına yükseklik sıfatı yakışmazdı. Neyse, bu konuda daha fazla açıklama yapmadan başka konuya geçeceğim.
Bu Kurum, benim de yargı görevi yaptığım yıllarda uygulamalarıyla pek çok yakınmaya sebep olsa da yargılama yetkisinin özüne, görülmekte olan bir davada nasıl karar verileceğine müdahale etmemesiyle, salt verilen kararlar sebebiyle hâkim, savcılara soruşturma açma ya da cezalandırıcı atamaya tabi tutmamasıyla yine de saygın bir yere sahipti yani atamalarda meslektaş kayırmalarının olduğuna dair yaygın bir kanaat olsa da hâkimin nasıl karar vereceğine ilişkin hiçbir baskı gelmezdi. Görevimin büyük bölümünü ağır ceza mahkemesi başkanı olarak yürüttüm, kamuoyunun yakından ilgilendiği birçok davaya baktım; belki de kişiliğimden kaynaklı ama hiçbir baskı ya da telkin ve tavsiyeye maruz kalmadım.
2010 referandumuyla HSK'nin yapısının değişmesi ve özellikle HSYK üyeliği seçiminde AK PARTİ ve Adalet Bakanlığının da taraf olup iradesini ilkokul mezunu, ağlak gözlü, sümüklü bir meczuba teslim etmiş avaneyi HSYK kurul üyeliğine seçtirmesiyle tam bir kaos yaşanmaya başladı. Önce, Adalet Bakanlığındaki yargı bürokrasisi aynı örgüt tarafından teslim alındı, ardından Teftiş Kurulu aracılığıyla bağımsız kişilikli, hukukun üstünlüğünden, bağımsız yargıdan taraf olabilecek hâkim ve savcıların müfettiş raporlarıyla sicilleri bozuldu, daha sonra da HSYK sekretaryasını yürüten bu güruh, hazırladığı kararname taslaklarını çok kalabalık olması sebebiyle Kurula onaylattırarak özellikle alt bölgelerde yandaşlarını kilit görevlere getirip kişilikli hâkim, savcıları tasfiye ettiler. İş birliği AK PARTİ'nin de işine geldiği için verdiği imkânları tepe tepe kullandılar. Malum kişinin veciz sözüdür: "Ne istediler de vermedik." Bir taraftan, tarafsız ve adil karar veren hâkim ve savcılar cezalandırılırken diğer taraftan da kumpas davalarıyla ülkenin başta ordusu olmak üzere tüm önemli kurumları tasfiye edildi. Bu süreçte, devlet kurumlarının en başındaki görevliler gibi başsavcılar dahi makamlarında gözaltına alınıp tutuklandılar. Hâkim ve savcılar üzerinde korku imparatorluğu kuruldu, görev yaptırılmaz hâle getirildi. Diğer taraftan da Adalet Bakanlığında oluşturulan mülakat komisyonu aracılığıyla terör örgütü üyeleri düşük puanlarla mesleğe alındı. Bu düzen 17-25 Aralık tarihine kadar pek güzel yürüdü ancak, bu tarihte her iki taraf da kendilerine düşen paya razı olmayıp daha fazlasını isteyince çatışma çıktı ve kamuoyunun bildiği olaylar yaşandı. Bir tarafın sıfırlama "tape"leri, ardından kriptolu telefonların dinlendiği feveranları, diğer taraftan başka feryatlar. Bir meselede iki taraf da haksız ya da haklı olabilir mi? Normal düzende olmaması gerekir ama burada her iki taraf da söylediklerinde haklı, maruz kaldığı sözlerde haksızdı. O gün kendilerini Ergenekon savcısı ilan edip lüks makam aracını bu savcılara teslim edenler, intihara kadar giden haksızlıklara uğrayanların feryatlarına kulaklarını tıkayanlar, kendi menfaatlerine dokunulunca onları da hain ilan ettiler.
Değerli milletvekilleri, bizim de istediğimiz terör örgütü üyesi hainlerin tüm devlet kurumlarından olduğu gibi yargıdan da temizlenmesiydi. 15 Temmuz darbe girişimine kadar dostlar alışverişte görsün tarzı uygulamalarla geçiştirildi ancak, 15 Temmuzdan sonra Yargıtayda, Danıştayda, Anayasa Mahkemesinde ve yerel mahkemelerde de HSK aracılığıyla bir miktar temizlik yapıldı ama birçok FETÖ'cüye yine dokunulmadı, hatta "Adil ve tarafsız bir yargı teşkilatı oluşturuldu mu?" derseniz, cevabımız tabii ki "Hayır." olur. Bu defa da terör örgütü yerine, teşkilatlarında siyaset yapan AK PARTİ militanları yargı kademelerine yerleştirildi. Kamu kurumunda istihdam edilecek personelin 70 puan alması şartı koşulurken hâkim, savcı alımlarında taban puan şartı kaldırıldı. Bir tarafta 96 puan almış adaylar mülakatta elenirken, diğer tarafta 42 puan almış AK PARTİ yöneticileri ve bunların bürokratlarının çocukları mülakatta hâkim, savcı yapıldı. Yargı, cemaat yargısı olmaktan kurtuldu ancak bu defa da AK PARTİ yargısı hâline geldi. Bağımsız hareket edebilen hâkim, savcılar ise korku imparatorluğunun hâkim olduğu bir HSK'yle karşı karşıya kaldı.
Değerli milletvekilleri, şimdi, bu HSK'nin son atama kararnamesinden de kısaca söz edeyim dedim. Bu kararname de öncekiler gibi toplumda çok tartışma yarattı. İktidarla emir komuta ilişkisine girmeyen hâkim, savcılar sürüldü. Neden? Çünkü adalet sistemimiz siyasi müdahaleye açık hâle getirildi. Hâkim bağımsızlığının ve tarafsızlığının güvencesi olması gereken HSK, doğrudan doğruya siyasal iktidar tarafından belirlenmeye başlandı. Biz, siyaset yapan hâkim ya da savcı istemiyoruz; siyasetten talimat alan hâkim ya da savcı istemiyoruz; hukukun gereği neyse onu yapan hâkim gibi hâkim, savcı gibi savcı istiyoruz. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) Bunun için de hâkim ve savcıları siyasi iktidara karşı güvenceli hâle getirecek, aynı zamanda keyfî işlem yapmalarını önleyecek doğru düzgün bir sistem kurulmasını istiyoruz. Biz, cemaat, tarikat yargısı da istemiyoruz; biz, partiye bağlı yargı da istemiyoruz; hukuku üstün tutan, adalet dağıtan, güvenilir bir yargı istiyoruz, en önemlisi bunu güvenceye alacak bir sistem kurmak istiyoruz.
Değerli milletvekilleri, kanun teklifinde yargıya güveni sağlayan, yargılamanın tarafsız ve bağımsız olduğunu pekiştiren, adalete erişimi kolaylaştıran herhangi bir şey bulmak şu anda mümkün değil. Türkiye'de yaklaşık 23 bin hâkim ve savcının beklediği coğrafi teminat, İnsan Hakları Eylem Planı'nda verilen sözlere karşı bugüne kadar gerçekleştirilmedi. Adalet Bakanlığı Nisan 2020'de hazırladığı uygulama takviminde altı ay içinde getirileceğini duyurdu ancak hâlâ getirmedi. Binlerce hâkim ve savcıyı ilgilendiren coğrafi teminat sözü ilk olarak 2019 yılında gündeme geldi. Planda, buna ilişkin 2021 yılında mevzuat değişikliği yapılacağı ifade edilmiş ancak gelen reform ve yargı paketlerinde buna ilişkin bir değişiklik talebi olmamıştı.
Peki, nedir coğrafi teminat? Yargı açısından çok önemli bir terimdir. Coğrafi teminat, hâkim ve savcıların istekleri dışında başka bir yere tayin edilmemesi, bulundukları illerde sürgün korkusu yaşamadan görev yapması anlamına gelmektedir. Yargıya güvensizliği ortadan kaldıracak, hâkim ve savcılara tarafsız, korkusuz, bağımsız karar vermelerini sağlayacak coğrafi teminat neden getirilmez? 1961 Anayasası sonrası çıkarılan Hâkimler Kanunu'nda coğrafi teminat tam olarak uygulanmıştı, 12 Eylül Anayasası bile bugünden daha teminatlıydı. Hâkimler, alt bölgelere keyfî uygulamalarla ya da verdikleri kararlar sebebiyle, cezalandırılma amaçlı gönderilemezdi. Bugün, herkesin bildiği gibi, durum ortada.
Değerli milletvekilleri, hukuki düzenlemeler son derece yeterli ülkemizde, Türkiye'nin ihtiyacına cevap verebilecek düzeyde; ayrıca, Avrupa Birliği standartlarına da uygun. İşte, bu kanunların daha düzgün, daha tarafsız uygulanması için de hâkimlerimizin gerçekten tarafsız ve bağımsız olmasını sağlayacak sistemin kurulması gerekir. Bunu isterken, yapılacak sınavlara baktığımızda, kanunda "Yazılı sınav kurulunun başkan ve üyeleri, akademide ders veren öğretim üyeleri arasından, başkanlar tarafından seçilir." ibaresine yer verilmiştir. Bu ibare tarafsızlığa gölge düşürmektedir. Şaibeyi ortadan kaldırmak için kura çekiminin getirilmesi daha uygun bir uygulama olacaktır.
Biz, bu kanun teklifine reform gözüyle bakmıyoruz, zaten de bakılamaz. Ne "altıncı yargı reformu paketi" denilebilir ne de bundan önce getirilen beş reform paketinde reform özelliği vardır. Yargının birikmiş sorunlarını günübirlik çözmeye çalışmak da imkânsızdır.
Değerli milletvekilleri, teklifin genel gerekçesine baktığımız zaman, şöyle başlıyor: "Yargı sisteminin en önemli unsuru hiç şüphesiz insan kaynağıdır. İnsan kaynağının temelinde ise hâkim ve cumhuriyet savcıları bulunmaktadır. Bu itibarla, hukuk devletinin vazgeçilmez unsuru olan adil, etkin ve güvenilir bir yargının temini bakımından hâkim ve savcıların en iyi şekilde yetiştirilmeleri büyük önem arz etmektedir." Ama "İnsan kaynağının temelinde hâkim ve savcı var." diyerek asıl bireyin savunma hakkını ihmal ederseniz, savunma hakkını görmezden gelirseniz, yine ciddi bir şekilde yanlış yaparsınız çünkü işin özünde, temelinde, odağında insan vardır; kutsal olan insanın kendisidir. Savunma ayağını ihmal eden bir sistemin başarılı olma şansı ise hiç yoktur. Cumhuriyet Dönemi'nde yetmiş sekiz yılda 24 hukuk fakültesi açılmışken AK PARTİ döneminde 62 hukuk fakültesi daha açılmıştır. Eğitimine dikkat edilmeden on binlerce hukukçu birikmiştir, staj yapan 25 bin hukukçu vardır. Tüm hâkim ve savcı adedinden daha fazla, 20 bine yakın her yıl hukukçu mezun olmaktadır. Görüldüğü gibi, bugünkü hâkim ve savcı sayısına neredeyse yakındır. Bugün baktığımız zaman, işin temel esasındaki savunma hakkının her aşamada ihmal edildiğini görmekteyiz. Yargının tarafsızlığının, bağımsızlığının ve temel esasların, yargıç güvencesinin, teminatların çoğunun, coğrafi teminatın hâlen sistemimizde olmadığı aşikârdır, bunlar olmadığı sürece de istediğimiz kadar yargı reformu paketi çıkaralım, sonuç hüsran olacaktır.
Değerli milletvekilleri, şimdi de noter meslektaşlarımızın taleplerini, benden isteklerini dile getireceğim. Gönderdikleri nottan aynen aktarıyorum: "Noterlik Kanunu'nun 27'nci maddesiyle getirilen hâl kâğıdına dayalı atamalar iltimas, adam kayırma, torpil, liyakatsizlik, keyfî atamalara yasal dayanak oluşturacak, eşitler arasında eşitsizliğe yol açacaktır. Hukuki güvenliği sağlayan noterleri, hukuk güvensizlik kurumu hâline dönüştürecektir. Maddenin metinden çıkarılması gerekmektedir.
Yine, 61/A maddesiyle, taşınmaz satış işlemleri için Kadastro Genel Müdürlüğü döner sermaye işletmesine gelir kaydedilmek üzere hizmet bedeli alınır ve bu işlemler sebebiyle noterlere herhangi bir pay veya aidat ödenmez." hükmü vardır. Anayasa Mahkemesinin 2018'de vermiş olduğu 93 sayılı Kararı'nda "İrade dışı çalıştırmada ücret ödenmiyor veya ödenen ücret bariz bir şekilde düşük ise angaryadan söz edilir." denilmektedir. Anayasa'mızda angarya yasaklanmıştır. Bu düzenlemeyle noterin emeği, sarf ettiği zaman, yüklendiği sorumluluğun dikkate alınmış olması gerekir. Taşınmaz satışına özgü ayrı bir tarifenin düzenlenmesi noterin üstlendiği sorumlulukla dengeli değildir; farklı işlem, ilgililer açısından da eşitsizlik yaratan, kanun sistematiğini bozan bir düzenlemedir. Noterlerin resen araştırma yetkisi de yoktur.
Harçlar Kanunu'nun 40'ıncı maddesinde "Noter harçlarını, harca mevzu olan işlemin yapılmasını isteyen kişiler ödemekle mükelleftirler." denilmektedir. Getirilen düzenleme, bu işlemlerde taraf olmayan noterleri harçtan müteselsil sorumlu hâle getirmiştir. Bunun hukukla, mantıkla, insafla bağdaşır yönü yoktur. Memur olmadığı hâlde 128'inci madde atfıyla noter, memur statüsüne sokulmak istenmiştir. 1512 sayılı Kanun'un 162'nci maddesindeki değişiklik... Medeni Kanun'un 1007'nci maddesinde kopyalayapıştır şeklinde maddede geçen "devlet" ibaresi "noter" olarak değiştirilmiştir, devletin kusursuz sorumluluğu notere yüklenmiştir. Devletin kusursuz sorumluluğu Anayasa'nın 125'inci maddesinin son fıkrasında olmasına rağmen, notere yüklenen sorumluluğun anayasal dayanağı yoktur yani devlet eşittir noter değildir.
Gazi Meclisi ve yüce Türk milletini saygıyla selamlıyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)