GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Kuzey Atlantik Antlaşmasına Finlandiya Cumhuriyetinin Katılımına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:6
Birleşim:82
Tarih:30.03.2023

İYİ PARTİ GRUBU ADINA AHMET KAMİL EROZAN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugünkü oturumumuz mutlaka bizden çok Finlandiya tarafından ilgiyle izlenmektedir çünkü neticede bugün onların NATO üyeliği konusunda bir karar almak aşamasındayız ama gönüllerini rahat tutsunlar. Ben tabii ancak İYİ Parti adına konuşabilirim; bu bir mutlu sona erecektir.

Ben bugünkü Finlandiya'nın ve bir ölçüde de İsveç'in durumunun analizini yapabilmek açısından sizi 1952 senesine götüreceğim. 1952 senesinde Türkiye NATO üyesi değil daha ama Sovyetler Birliği'nin tehdidini hissediyor, yani bunu hem toprak talepleri olarak hissediyor hem boğazlar üzerindeki talepler olarak hissediyor ve biraz da pahalı bir süreçten sonra -pahalı derken NATO'daki üyeliğimize giden yolda Kore'de kaybettiklerimiz açısından söylüyorum- pahalı bir yoldan giderek bu üyeliğe kavuştu 1952 senesinde Yunanistan'la birlikte. Ve emin olun ki bugün de alternatifi olmayan NATO 1952 yılından bu tarafa Türkiye'nin güvenliği açısından vazgeçilemez bir güvenlik mekanizması olarak kaldı; alternatifi de yok. Biz genelde NATO dediğimiz zaman hep savaş hâlindeki durumu dikkate alırız, bunun için de genelde 4'üncü, 5'inci maddelere atıfta bulunuruz. 4'üncü, 5'inci maddeler de "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için." dediğimiz maddelerdir ama çok şükür ki bu maddeler bizim üye olduğumuz 1952 yılından bu tarafa veya NATO kurulduğundan bu yana bir defa uygulamaya girmiştir, ona da değişik bir ortamda girmiştir. Doğrudan doğruya NATO ülkelerinin topraklarına farklı bir saldırı üzerine yani New York'taki İkiz Kuleler'in uğradığı saldırı üzerine bu maddeler işlemiştir ama şunu da belirtmem lazım ki NATO'nun barış zamanında da bir işlevi vardır. Bu işlev 4'üncü, 5'inci maddelerde veya maddeler manzumesi içinde değil, antlaşmanın dibacesinde, giriş bölümünde yazar. Antlaşmada "Taraflar demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar." yazar. Bu, savaş zamanındaki değil, barış zamanındaki NATO'nun bir görevidir.

Şimdi, biz kendimiz NATO üyesiyiz ama "Demokratik miyiz?" sorusunu gündeme getirmek durumundayım. Niye? Biliyorsunuz, uluslararası sıralamalar var, Türkiye demokratiklik açısından 167 ülke arasında 103'üncü sırada. "Nasıl bir demokrasiyiz?" diye baktığımızda, daha da garip bir tabloyla karşılaşıyoruz: Tam demokrasi değiliz, kusurlu demokrasi değiliz, "Melez rejim miyiz, otoriter rejim miyiz?" derseniz Türkiye'yi maalesef bir melez rejim kategorisinde buluyoruz. Özgürlükler cetveline baktığımızda Türkiye'nin aldığı puan 100 üzerinden 32'den ibaret. Kısmen özgür ülke bile değiliz, "özgür olmayan ülkeler" kategorisindeyiz. Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde 116'ncı sıradayız. Buna mukabil, bugün üyeliği üzerinde müzakere yaptığımız Finlandiya, İsveç'le birlikte ilk 10 arasında yer alıyor. Bunu niye söylüyorum? Türkiye, bugün 21'inci yüzyılın 2023 yılında NATO'ya üye olmasaydı ve bugün bir müracaatta bulunmuş olsaydık bütün bu kriterlere uymadığımız için bizim üyeliğimizin tartışılması gündeme gelirdi. Biz, bugün farklı şekilde Finlandiya ve İsveç'in üyeliğini tartışıyoruz.

Bugün geldiğimiz noktaya baktığımda, bu değerler manzumesi sadece NATO açısından değil, Avrupa Birliği değerleri açısından da maalesef bizim eksiğimizi teşkil ediyor yani bir anlamda sınıfta kalan bir profile sahip ülkemiz. Her ne kadar Sayın Erdoğan "Geleceğimiz Avrupa'da." demekteyse de şunun altını çizmek durumundayım ki Sayın Erdoğan'ın döneminde Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği de rayından çıkmıştır. Türkiye kendisini diskalifiye etmiştir ve daha da öteye gideceğim, Avrupa Birliği üyeliği Sayın Erdoğan'ın kurduğu düzen açısından bir risktir çünkü demokratik olmayan bir ülkenin Avrupa Birliğinde de yeri yoktur.

Şimdi, Finlandiya ve İsveç'in durumuna gelirsek -tabii, İsveç'i yine önümüzdeki dönemde tartışacağız ama- içinde bulunduğumuz koşullarda biliyorsunuz, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra her 2 ülke birbirinden biraz farklı olsa da bir tarafsızlık politikası izlemişlerdir. Ama 24 Şubat 2022 tarihinde Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesiyle birlikte bu 2 ülke geçmiş geleneksel çizgilerini terk etmek konusunda bir mecburiyetle karşı karşıya kalmış ve güvenli bir liman arayışına girmişlerdir. Bu kolay bir şey olmamıştır çünkü NATO'ya girebilmenin farklı prosedürleri var, ilk önce kendi kamuoyunuzu ikna edeceksiniz, kendi halkınızı ikna edeceksiniz, bunu başardılar; arkasından Parlamentolarını ikna ettiler, onu da başardılar ama biz sonunda, geldiğimiz noktada sona kaldık; Macaristan bile geçen hafta onayladı, biz bu akşam bu saatte Finlandiya'nın durumunu ele almak mecburiyetindeyiz.

Bizi bu süreçte -bu serüven diyeceğim, bir macera filmi gibi cereyan etti bu- rahatsız eden unsurlara rastladık. Bir defa, Sayın Cumhurbaşkanı -Finlandiya diyeyim, İsveç'i saymayayım- Finlandiya'nın üyeliği konusundaki süreçte ilk tepkisini, maalesef, bir cuma namazı çıkışında söyledi. Biz Sayın Cumhurbaşkanının tavırları ve davranışları konusunda bir analiz yapma yeteneğine sahibiz; benim analizim de Sayın Cumhurbaşkanı cuma namazı çıkışında bir beyanda bulunuyorsa bunun muhatabı iç politikadır, dış politika değildir. Dolayısıyla, ondan bu tarafa da yani 13 Mayıstan bu tarafa da Sayın Cumhurbaşkanımızın beyanları hep iç politika odaklı olmuştur. Çelişkili zamanlar da dakikalar da yaşamışızdır çünkü hatırlarsanız, Finlandiya Cumhurbaşkanı bir telefon konuşmasında kendisine üyeliğin hiçbir sorun yaratmadan gerçekleşeceği konusunda beyanlarda bulunulduğunu ifade etmişken Sayın Cumhurbaşkanı bunun aksi yönünde beyanlarda bulunmuştur bilahare.

Beceriksizce de yönetilmiştir bu süreç çünkü başlangıçta 30 kadar -iade edilmesi istenen insanlar açısından söylüyorum bunu- PKK-PYD/YPG ve başka teröristlerin barındığı bir coğrafya olması hasebiyle bu insanların iadesi gündeme geldiğinde, maalesef, verdiğimiz dosyaların kifayetsizliği konusunda bir kanaat oluşmuştur. Niye bunu söylüyorum? Bu dosyalardaki pek çok delilin eksikliği ortaya çıkmıştır. Bunun ötesine gidiyorum; onların hukuk düzeninin farklı olmasından kaynaklanan sebeplerle, açmazlarla karşılaşılmıştır. Biz FETÖ'ye, PYD/YPG'ye terörist derken, onlar terörist dememişlerdir. Talep ettiğimiz insanlardan bazılarının o ülkelerde değil, Türkiye'de oldukları anlaşılmıştır. Daha da öteye gideyim "Bize geri verin." dediğimiz adamların, insanların vefat edip Türkiye'de defnedilmiş oldukları ortaya çıkmıştır. Bütün bu beceriksizliklerle birlikte, geldiğimiz noktada Finlandiya açısından, bu akşam bizim onayımızla birlikte 30 ülkenin onayı tamamlanmış olacaktır. Ha, şimdi, biz tabii ayrıştırarak gittik Finlandiya ve İsveç konusunda ama benim kanaatim odur ki bu 2 ülke yola birlikte çıktıkları için yolun sonunda da bu işi birlikte bitireceklerdir. Ne demek istiyorum yolun sonunda birlikte bitirileceklerdir derken? Biliyorsunuz, bu onay süreci bittiğinde bunun bir depozitör ülkeye götürülüp teslim edilmesi lazımdır ve o depozitör ülke de Amerika Birleşik Devletleri'dir. Dolayısıyla, biz her ne kadar bu akşam Finlandiya'yı halletsek dahi zamanı geldiğinde -büyük ihtimalle seçimden sonra- İsveç'in durumu buraya geldiğinde bu 2 ülke kendi depozitör belgelerini birlikte Amerika Birleşik Devletleri'ne teslim edeceklerdir. Dolayısıyla, ben Finlandiya'ya, en azından bu akşam açısından "NATO ailesine hoş geldiniz." demek isterim.

Büyük ihtimalle 27'nci Dönemde bu kürsüden yaptığım son konuşma olması muhtemel olduğundan izin verirseniz Sayın Çavuşoğlu'na da sataşmadan gitmeyeyim. Sataşmadan derken şunu ifade etmek isterim: Dışişleri Komisyonu diye bir kurum var, biliyorsunuz, Sayın Çavuşoğlu son dört senede bir gün değil, bir saat değil, bir dakika dahi uğramadı o Komisyona. Bu, sadece o Komisyona değil, bu kuruma saygısızlıktır. Veda için de gelmedi ama ben kendisini devir teslim için bekliyorum.

Saygılarımla.