GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: YABANCILAR VE ULUSLARARASI KORUMA KANUNU (S.S.:310)
Yasama Yılı:3
Birleşim:80
Tarih:20.03.2013

MHP GRUBU ADINA HASAN HÜSEYİN TÜRKOĞLU (Osmaniye) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, Türk milletinin saygıdeğer milletvekilleri; 310 sıra sayılı Yabancılar ve Ulusal Koruma Kanunu üzerinde Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini ifade etmek üzere huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum, yüce heyetinizi saygıyla selamlarım.

İnsanlık tarihi kadar eski olan göç olgusunun ortaya çıkmasındaki temel neden, bireylerin içinde bulundukları koşullardan daha iyi yaşam koşullarına ulaşma refleksidir. Bu refleks, insanın uygarlık yapma yeteneğinin de bir unsuru olarak çağlar boyunca hemen her coğrafyada gelişmenin altyapısını oluşturmuştur. Başka bir deyişle, insan kendi yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla göç ederken, uygarlığın gelişmesine de önemli katkılar sağlamıştır. Göç eden insan, geride bıraktığı yerlerin, geldiği yerlerin ve toplumların üzerinde siyasal, kültürel, ekonomik ve toplumsal etkiler yaratmış, olumlu ve olumsuz sonuçlara neden olmuştur.

İnsanların yaşadıkları ülkeden çeşitli sebep ve yollarla ayrılarak sınırları aşması ve başka ülkelere giriş çıkış yapması, iltica etmesi, başka ülkelere yerleşmesi, oralarda iş kurması ya da göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti gibi kavramlar, uluslararası göç kavramının konuları arasındadır.

Anadolu coğrafyası, çevresinde bulunan diğer coğrafyalardaki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle, geri kalmış devlet ve toplumlar ile kalkınmış devlet ve toplumlar arasında köprü olması, topraklarımızın ve Türk toplumunun stratejik, kültürel ve siyasi özellikleri nedeniyle hem tarihsel süreçte hem de günümüzde önemli ölçüde göç olgusu ile muhatap olmuştur. Bu sebeple, Anadolu sürekli bir insan trafiği sahnesi görünümündedir, içinde bulunduğumuz zaman dilimi de böyledir. Hükûmet temsilcilerinin bizlere sunduğu rakamlara göre ülkemize gelen yabancı sayısı yıllık ortalama 30 milyonu aşmıştır. Yabancıların ülkemizde oturma talebi ise 200 binleri bulmuştur. Uluslararası koruma talebi sayısı 10 bine yaklaşmış, "düzensiz göç" dediğimiz, yasa dışı yollarla ülkemize giren kişi sayısı son on beş yılda 1 milyonu bulmuştur.

Coğrafi konumu ve bu konumundan dolayı, yukarıda zikrettiğim göçe ilişkin rakamların muhatabı olan Türkiye Cumhuriyeti göç açısından ister geçiş ülkesi olsun isterse hedef ülke olsun, her hâlükârda güvenliğine, kamu düzenine, kamu sağlığına, ekonomisine ve demografik yapısına yönelen tehditten dolayı bazı tedbirleri almak zorundadır. Şüphesiz ki Türk devleti, bu tedbirlerin içinde hem konuyu belli bir yasal ve örgütsel zemine oturtmak hem de eldeki tüm enstrümanlar ve argümanlarla uluslararası iş birliği ve koordinasyona açmak durumundadır.

Göç, modern devletlerin dikkatle, özenle ve iş birliği ile yönetmeleri, özgürlük ve güvenlik arasındaki dengelerin hassasiyetlerini de muhafaza etmeleri gereken bir olgudur. Böyle bir hassasiyetin içerisinde sınırların tahkimi ve güvenli hâle getirilmesi, sınır kapılarının modern ve amaçlara uygun olması en önemli unsurlardandır.

Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; çeşitli mevzuat içerisinde dağınık olan hususların, hatta yasalarla düzenlenmesi gerekirken yönetmelik, talimat, protokol gibi ikincil mevzuatla düzenlenmiş konuların tek bir mevzuat çatısı altında derlenip toplanması ve bu tasarının hazırlanıp Meclise getirilmesi doğru bir karar olmuştur. Ayrıca, göç konusunda uzman kadro ve teşkilatı olmayan farklı kurumların yetki ve görevlerinin tek bir çatı altında, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü bünyesinde düzenleniyor olması da karmaşanın sona ermesi açısından isabetli olmuştur.

Bu özellikleri ile hukuki ve teknik altyapısının dikkatle ve özenle ele alınarak hazırlandığı değerlendirilen tasarının mutfağında çalışan değerli bürokratlara teşekkür ediyorum.

Bu çerçevede, Milliyetçi Hareket Partisi olarak tasarının devlet ve millet menfaati açısından yerinde olduğunu değerlendiriyoruz. Tasarının lehinde olduğumuzu, desteklediğimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu arada bir hususu da ifade etmeden geçemeyeceğim. Bu düzenleme çok geç kalmış bir düzenlemedir. Geçiş ülkesi ya da hedef ülke olsun, hepimiz biliyoruz ki Türk toprakları yasal ya da yasa dışı göç açısından önemli sorunlara muhatap olmuştur. Sadece soydaşlarımızın değil, bu coğrafyada başı sıkışan, darda kalan her toplumun sığınağı olmuştur Türk devleti ve Türk toprakları. Devletimiz imkânlarını seferber etmiş, Türk milleti de, bir misafir gibi, gelenleri baş tacı yapmıştır.

Yakın tarihte bu şekilde Türk milletine sığınanları şöyle bir hatırlatacak olursak: 1988 yılındaki İran-Irak Savaşı sırasında 51.542 kişi; 1989 yılı Mayıs-Ağustos ayları arasında Bulgaristan'dan sınır dışı edilen 345 bin soydaşımız; 2 Ağustos 1990-2 Nisan 1991 tarihleri arasında Körfez krizi ve Savaşı'ndan önce ve sonrasında yaklaşık 500 bin kişi; 1992-1997 yılları arasında eski Yugoslavya'daki iç savaş ve bölünme, Bosna-Hersek olaylarında yaklaşık 20 bin kişi; 1999 yılında Kosova'da meydana gelen olaylar sonrasında 17.746 kişi olmak üzere yaklaşık 900 binin üzerinde kişi ülkemize kitlesel akınla gelmiştir. Böyle bir tablonun 1950 tarihli 5683 sayılı Yabancıların Türkiye'de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun ile 5682 sayılı Pasaport Kanunu'nun bazı hükümleriyle çözüme kavuşması tabii ki mümkün değildir. Olması gereken hem hukuki hem teknik hem de örgütlenme açısından özel görevli bir kurum ve özel mevzuattır ki bugün bunu müzakere etmekteyiz.

Burada bir hususun daha altının çizilmesi ve AKP Hükûmetinin dikkat etmesi gereken bir konuyu hatırlatmak istiyorum. O da devletimizin mülteci tanımı ve yaklaşımıdır. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler 1951 Cenevre Sözleşmesi'nin 1967 tarihli protokolüne koyduğumuz coğrafi kısıtlama ile sadece Avrupa'dan gelenler mülteci sayılmakta, diğer coğrafyalardan gelenler mülteci sayılmamaktadırlar. Geçtiğimiz şubat ayında Avrupa Birliği Komisyonunun vize muafiyetine ilişkin görüşleri ve devletimize verdiği yol haritasından  anlıyoruz ki vize muafiyetinin sağlanabilmesi için en önemli şart, coğrafi kısıtlamanın kaldırılması ve tüm sığınmacıların mülteci kabul edilmesinin önünün açılmasıdır. Avrupa Birliği Komisyonu, vize muafiyetine ilişkin yol haritasında bu hususu şart koşmuş ve raporunda vize muafiyetinin Türkiye'nin Geri Kabul Anlaşması'nı imzalaması hâlinde devreye gireceğini -ki, böylece Avrupa Birliği ülkelerine Türkiye üzerinden kaçak giden üçüncü dünya ülke vatandaşlarının Türkiye'ye iadesi yani Türkiye'ye gönderilmesi söz konusu olacaktır- vize muafiyetinin, Geri Kabul Anlaşması ile paralel yürüyeceği, muafiyete yönelik ilerlemenin, Türkiye'nin yol haritasındaki beklentileri karşılamasına ve performansına dayalı olduğunun altı çizilmiştir.

Bu çerçevede devletimizden Avrupa Birliği açısından göç ve güvenlik riski yaratan ülkelerin vatandaşlarına sınırda vize uygulamasına son verilmesi, vize konusunda Avrupa Birliği ile daha fazla uyuma ve yasal mevzuatın uygulanmasına öncelik verilmesi, 1951 Cenevre Sözleşmesi'nin 1967 protokolünde Türkiye'nin koyduğu coğrafi kısıtlamanın kaldırılması, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Türkiye'de kısıtlama olmadan tüm yetkilerini kullanabilmesi, mülteci statüsü alabilenlerin kamu hizmetlerinden yararlandırılmaları istenmiştir.

Kısaca, Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa için mültecileri engelleyen bir baraj olmasını ve onları bir depo gibi tutan havuz olmasını istemektedir. Türkiye üzerinden geçen mültecileri ise geri gönderebileceği bir merkez olarak talep etmektedir. Millî güvenlik, millî ekonomi, kamu sağlığı ve demografik yapı açısından oldukça büyük riskler taşıyan bu talebin yerine getirilmesi tabii ki düşünülemez. Bu açıdan, eline verilen her yol haritasını iyi bir şey zanneden, her yol haritasına elinde tuzlukla saldıran AKP Hükûmetinin Avrupa Birliğinin sakıncalı talebine karşı olagelmiş hassasiyetlerimizi muhafaza etmesi önem taşımaktadır. "Ezber bozacağız" diye AKP'nin bu konuda da yeni serüvenlere yelken açmasının doğru olmayacağının bilinmesi gereklidir.

Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; 11'inci yılında hâlâ hükûmet olan AKP'den kendilerince "ezber bozma" diye ifade edilen ama tarafımızdan millî menfaatlere aykırı, hatta tehlikeli birçok politika ortaya sürülmüştür. Terör sorunu, Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği üyeliği, Ermenistan'la ilişkiler gibi daha birçok alanda AKP, süslü sözlerle, çarpıcı iddialarla ortaya çıkmış ancak her iddiası maalesef, Türk milleti için hezimetle sonuçlanmıştır. Verilen tavizler ve geri dönülmez yollar Türk devletini sıkıntılara boğmuştur.

Özellikle dış politikada hayal ve halüsinasyonlar üzerine kurulu anlayış, stratejik derinliklerden bahsederken sığ sularda boğulma komikliğine düşmüştür. "Komşularla sıfır sorun"dan başlayan iddialı çıkış, bugün bir tane dost komşusu olmayan bir realiteye dönüşmüştür.  Örneklerden birisi ve belki de en çarpıcı olanı Suriye'dir. Hükûmetin dış politika yanlışlarının en önemlisi olan Suriye yaklaşımı bugün iç ve dış güvenliğimizi, sağlığımızı, ekonomimizi, hatta ahlaki değerlerimizi tehdit eder hâle gelmiştir.

Osmanlı bakiyesi soydaşlarımızın yaşadığı Suriye, en uzun kara sınırımız olması sebebiyle Türk devleti için büyük önem arz etmektedir. 900 kilometreyi aşan bu sınırın öte tarafında 1998 yılına kadar özellikle, Ermeni kökenli sünnetsiz PKK'lıların ve elebaşı bebek katilinin barındığı bir coğrafya olması, ilişkileri önemli ölçüde bloke etmiştir. Ancak, 1998 yılında bebek katilinin Suriye'den kovulmasıyla ilişkiler gelişmeye başlamıştır. 1998'den bugüne ticari, sosyal, kültürel her alanda ivme kazanan ilişkiler, Suriye'de iç savaş çıkana kadar karşılıklı çıkara dayalı olarak gelişmiştir. 1990'lı yıllarda 190 milyon dolar olan ihracatımız, 2011 yılında 1,7 milyar dolara kadar ilerlemiştir. 1990'lı yıllarda 100 binlerde olan Suriyeli turist sayısı 2011 yılında 1 milyona dayanmıştır. Türk vatandaşlarının Suriye'de yapmış oldukları yatırımların gayriresmî rakamlara göre 1 milyar doları yakaladığı ifade edilmektedir. Böylesine bir bahar havası yakalamış olan Türkiye-Suriye ilişkileri bir anda alabora olmuş ve tüm veriler aleyhimize dönmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti, kendisi tarafından üretilmeyen, yabancı başkentlerin telkinleri ve projeleri ile ortaya çıkan politikalara AKP Hükûmeti eliyle alet olmuştur ve Suriye'de bir iç savaş başlamıştır. Ortaya çıkan ve halen devam eden istikrarsızlık, tüm bölge devletlerini olumsuz etkilemiştir. Resmî kayıtlara göre, iç savaş sebebiyle Suriye'den bugün için 300 bin civarında sığınmacı Türkiye'ye gelmiştir, kayıt dışı olanlar bilinmemektedir.

Sığınmacılar, devletimiz için ciddi bir mali külfet teşkil etmektedir. Görünür görünmez kalemlerle sığınmacıların iaşe ve ibateleri için 1 milyar doların üzerinde maliyetten söz edilmektedir. Sığınmacılarla birlikte bulaşıcı hastalıklar da giriş yapmıştır. Kızamık, verem gibi gündemden düşmüş hastalıklar risk ve panik sebebi olmuştur. Sığınmacıların sağlık hizmetlerine ilişkin, özel ve kamu hastanelerinin büyük miktarlarda alacakları doğmuştur.

Karşılıklı ticaret neredeyse bitmiş, Gaziantep'in, Hatay'ın, Kilis'in ve Şanlıurfa'nın toplam yıllık 3-4 milyar dolar zararı söz konusu olmuştur.

Mültecilerin ucuz iş gücü olmaları, sınır illerinde zaten işsizlikle boğuşan vatandaşımızı daha da olumsuz etkilemiştir.

En uzun kara sınırımız olan Suriye'deki iç savaş, sınır illerimizin ticaretini de olumsuz etkilemiştir. Suriye ve ötesine ulaşmak isteyen vatandaşlarımızın kullandığı Hatay, Kilis ve Şanlıurfa'daki sınır kapılarından 2010 yılında 1 milyondan fazla insanın geçişi söz konusu olmuştur. Ancak, Akçakale, Cilvegözü, Karkamış, Öncüpınar, Yayladağı ve Nusaybin sınır kapılarının Suriye'deki iç savaş nedeniyle kapatılmış olmasından dolayı araç geçişinin neredeyse durma noktasına gelmesi, buralardaki ekonomiyi olumsuz etkilemiştir. Örneğin, Şanlıurfa Akçakale Sınır Kapısı, iç savaş öncesinde, 2011 yılının ilk altı ayında 125 binden fazla kamyon geçişine sahne olurken 2012'de bu rakam 500-600 adet seviyesine düşmüştür.

Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; bugün müzakere ettiğimiz tasarı, sığınmacılara ilişkin bir düzenlemedir. Suriye'de bir iç savaş vardır ve bu savaştan kaçan sığınmacılar, yukarıda özetlemeye çalıştığım sorunlarla devletimizi yüz yüze getirmiştir. Peki, bu savaş neden ortaya çıkmıştır? Küresel güçler uzun yıllardır bölgenin doğal kaynaklarını kontrol etmek gayesiyle bu coğrafyada kendilerine uşaklık edecek hükûmetler aramakta ve yeni devletler kurma projelerini hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Ta Wilson Prensiplerinin 12'nci maddesinden Sevr Antlaşması'nın 62, 63, 64 ve 65'inci maddelerinde zikredilen projeler unutulmuş ya da çöpe atılmış değildir.

Suriye'deki iç savaş bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi de değildir. Suriye'deki iç savaş, tıpkı Irak'ta olduğu gibi bir etnik grubun tahrik edilerek önce bölgesel, sonra federatif yapıların ortaya çıkmasıyla Irak, Suriye, İran ve Türkiye'den alınacak parçalarla kurulması hayal edilen bir devlet projesidir. Türk dış politikası, maalesef, bu projeye hizmet etmektedir. Projenin müelliflerinin isteklerini bir emir gibi telakki eden Hükûmet, Suriye konusunda aramızda ortaya çıkan bahar havasını kara kışa çevirmekte tereddüt etmemiştir. "Kardeş Esad, ortak bakanlar kurulu" gibi hususlar bir anda çöpe atılmış, "kalleş Esed"den, "savaş"tan bahsedilir olmuştur.

Suriye'de devlet kuvvetlerine karşı çatışan isyancılar, topraklarımızda barınmışlar, toplantılar yapmışlar, organizasyonlar kurmuşlar ve daha birkaç gün evvel de sözde başbakanlarını tespit etmişlerdir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken Esad yönetiminin nefret ve düşmanlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti, ev sahipliği yaptığı, hatta lojistik destek verdiği iddia edilen isyancılar tarafından da çok fazla sevilmemektedirler.

Topraklarımızın hemen güneyinde ve Suriye'nin kuzeyinde olan bölge, Suriye devlet güçleri tarafından terk edildikten sonra PKK'nın Suriye'deki uzantısı olan PYD'nin kontrolüne geçmiştir. Peşmerge reisi Barzani tarafından da desteklenen bu yapı sonrasında ortaya çıkan gelişmelerden de anlaşılmaktadır ki Batılı devletler Suriye'den istediklerini şimdilik almışlardır.

Rusya ve Amerika, isyancılarla Esad'ın masaya oturmasından bahsetmektedirler. ABD Dışişleri Bakanı, Suriye'de ılımlı güçlerin de silahlanmasından bahsetmektedir. Görünen odur ki, Suriye'deki süreç aynen Birinci Körfez Savaşı sonrası Irak'taki sürece benzemektedir. Esad da aynen Saddam gibi bir süre görevde kalacak, Suriye'nin kuzeyi de bu arada PKK'lılar tarafından kontrol edilecek, teşkilatlanma süreci tamamlanacak, orada özerk-federatif yapı ortaya çıkacak, Esad'ın işi o zaman görülecek ve tabii ki bu yapı Irak'ın kuzeyindeki yapı ile birleşecek; ondan sonra sıra, İran ve Türkiye'deki parçaları koparmaya gelecek. Suriye'deki Türkmen varlığının karşılaşacağı sorunlar da umarım Irak'ta Türkmenlerin karşılaştığı gibi olmaz ve Hükûmet bu sefer bu kardeşlerimize sahip çıkar.

Bütün bu gelişmeler olurken, vatandaşın bu konuları öğrenmesi engellenmektedir. Medya bir yandan vergi borçları ya da kamu ihaleleri gibi enstrümanlarla dolaylı olarak baskı altına alınmakta, köşe yazarlarının, muhabirlerin ne yazacağı, neler yazmayacağı, hatta gazetelerde çalıştırılıp çalıştırılmayacağı, hangi gazetelerin okunacağı, hangilerinin okunmayacağı bizzat Başbakan tarafından tespit edilmektedir. Meclis çalışmalarımız ise TRT'den çok az verilerek halktan kaçırılmaktadır. Böyle kritik bir dönemin Meclis çalışmalarını halktan gizleyen Meclis Başkanı ve TRT'den sorumlu Bakan bunun hesabını bir gün muhakkak verecektir.

Bu arada İmralı'daki bebek katiliyle, devletimizin anayasal düzeni, siyasetin nasıl şekilleneceği konuşulmakta, AKP, PKK ve BDP'nin ortak hedefleri birer birer gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bir başka açıdan ise "Türk, Türklük, Türk milliyetçiliği" gibi kavramlar psikolojik operasyonlarla gözden düşürülmeye çalışılmakta, topluma bunların kötü kavramlar olduğu mesajı ince ince verilmeye çalışılmaktadır. Böylece Türklüğün olmadığı bir anayasa, Türk kimliğinin silindiği bir Anadolu projesi gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu projeye itiraz edecek olan tüm kesimler ise çeşitli metotlarla susturulmaya çalışılmaktadır.

Hepimizce malum, kamuoyuna mal olmuş davalarla bu sinsi ve hain projeye itiraz edecek üniversite aydınları, Türk Silahlı Kuvvetlerinin seçkin subayları, yargı bürokrasisinin hukukçu şahsiyetleri ve iş adamları, politikacılar gibi birçok kesim ya cezaevine ya da baskı altına alınmaktadır. Böylece, hem Hükûmetin alet olduğu küresel projelerin gerçek mahiyeti hem de devlet ve milletimizi bekleyen tehlikeler toplumumuzdan gizlenmek istenmektedir.

Hükûmet üyelerinin Türk milliyetçilerinin üzerinde baskı kurmak ya da Türk milletinin gözünden düşürmek hayaliyle teşebbüsleri vardır. Türk milliyetçileri Türk milletini oluşturan Türkmen, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza ve benzeri tüm unsurları, tüm alt kimlikleri kucaklayan birleştirici anlayışa sahiptirler. Türk milliyetçileri, Türk milletini "Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sınırları içinde yaşayan insan topluluğu." olarak tarif edenlerdir. Türk milliyetçiliği ise yukarıda tarif ettiğim Türk milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusu, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurudur. Türk milliyetçileri Fatiha Suresi'ni gayet iyi bilirler. Türk milliyetçileri başka milletlerin, başka dinlerin dualarını bilmezler, "amin" demezler, alet olmazlar. Aksini söyleyenler, ancak, başka milletlere ve dinlere hizmet edenlerdir. Türk milliyetçiliği de bir deryadır, onu ayaklar altına almak mümkün değildir. Bugüne kadar olduğu gibi bugün de onu ayaklar altına almak isteyenler, ya deliğe süpürülürler ya da sifonun çekilmesi suretiyle hak ettikleri yere giderler.

Türk milliyetçileri, bu duygularla, 23 Mart cumartesi günü Bursa'da, Genel Başkanımız Doktor Devlet Bahçeli'yle kuruluş mitinginde buluşacaklardır.

Bu duygularla, bu tasarının hayırlı olmasını diler, Türk milletinin  milletvekillerini saygıyla selamlarım. (MHP sıralarından alkışlar)