GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sierra Leone Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığı ile Vergiden Kaçınmaya Engel Olma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:4
Tarih:05.10.2023

SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA HASAN BİTMEZ (Kocaeli) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Saadet Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım.

Ben konuyu tekrar açmak istemiyorum ama bizim grubun yer çözümüyle ilgili bir teklifim var. Bunlardan birincisi: AK PARTİ Grubunun en sağındaki sıra bize verilebilir veya en soldaki sıra bize verilebilir veya komisyon yeri de fena değil; güzel, o da tahsis edilebilir. Komisyonlar da bizim durduğumuz yerde çalışmalarını rahatlıkla yürütebilir.

Bununla birlikte, Sayın Grup Başkan Vekilinin bizim sivil itaatsizlik boyutundaki bir duruşumuzu ötekileştiren bir söylemi oldu. Bu Mecliste başörtülü milletvekilleri var. Bu başörtüsü mücadelesi 1990'lı yılların başından 2000'li yıllara kadar devam etti. Sayın milletvekili de bu başörtüsü eylemlerinde bilfiil bulunuyordu, bizim bugün burada yaptığımız hak hukuk mücadelesini o dönemlerde başörtüsü için yapıyordu. Dün ötekileştirme olarak tavır koyduğu Sayın Gergerlioğlu da Kocaeli'de bu başörtüsü eylemleri için kendisine ev sahipliği yapmıştı, bunu da buradan -2004 yılında- hatırlatmak istiyorum.

DERYA YANIK (Osmaniye) - Hiç alakası yok, demagoji yapmayın. Başörtüsünü böyle bir şeye alet etmeyin.

HASAN BİTMEZ (Devamla) - Genel çerçevesi itibarıyla dış politika, devletlerin bağımsızlıklarını ve egemenliklerini dünyaya sundukları ve bu yolla güç ve itibar edindikleri bir enstrümandır. Devletler, egemen devlet konumlarını coğrafi zeminde sınırları üzerinden, siyasi zeminde ise dış politikaları, diplomatik tutum ve kararlılıklarıyla somutlaştırırlar. Güçlü ve büyük devletler, dış politika ve uluslararası ilişkilerdeki duruşlarının yanı sıra öncelik verdikleri, hassasiyet gösterdikleri diplomatik konulardaki başarılarla da kendilerini belli eder. Bu açıdan esas olan, Türkiye'nin büyük ve güçlü devlet olduğunu iç siyasette deklare etmesi değil, uluslararası arenada kendini kabul ettirmesidir.

Önemli olan muteber, egemen, bağımsız bir hakem devlet rolüyle bölgesinde sözü geçen, her oyuncunun hesaba katmak zorunda olduğu bir ülke olmaktır. Bu bakış açısından hareketle ülkemizin dış politikasının genel manzarasına baktığımızda maalesef görmek istemeyeceğimiz bir tabloyla karşılaşmaktayız. Ne hazindir ki Hükûmet, devlet politikası kapsamındaki dış politika konularında şahsiyetten, diplomatik ilişkilerde ise ehliyetten kaynaklanan sorunlar yaşatmaktadır. Diplomaside en küçük bir toleransın dahi kabul edilemeyeceği gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Zaaftan ve tavizden arınmış diplomatik ilişkiler yürütme zorunluluğu kelimenin tam anlamıyla rafa kaldırılmış durumdadır. Maalesef, tüm bunların neticesinde, şahsiyetli dış politika sorumluluğunun ihmal edilmediği hiçbir mesele bırakılmamıştır.

Hükûmet özellikle 2 ülkenin NATO'ya üye yapılması konusunda attığı adımla ve NATO zirvesindeki tutumla zaaf üretme ve taviz verme eşiğini daha da düşürmüş gibidir. Terör örgütlerine yönelik tutumları sebep gösterilerek İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine yönelik takınılan katı tutum kamuoyunun bilmediği gerekçelerle bir anda yumuşatılıverdi. Hükûmetin herhangi bir üyesine soralım veya buradaki milletvekillerine soralım: Ne oldu, nasıl oldu, neye dayandırıldı da bu değişiklik ortaya çıktı; bunu bilen bir Hükûmet yetkilisi, bir iktidar partisi yetkilisi yok. İsveç ya da Finlandiya Türkiye'nin hangi ilkesel talebine karşılık verdi, hangi çözülmemiş düğümün çözülmesi için bir adım attı da Hükûmet dün "kara" dediğine bugün "ak" demeye başladı? Bu sonuca göre ya NATO üyelikleri hususunda veto yetkimiz yok ya da hiçbir ülkeyi veto edecek gücümüz yok; şahsiyetli dış politikadan verilen tavizlerin sonucu budur; dirayet gösterememek, ilkelerine sarılamamak, dimdik duramamak. Tıpkı Avrupa Birliği konusunda olduğu gibi Hükûmet bu alanda da sürekli gelgit telaşı içinde. Avrupa Birliği için bakanlık kuran da Avrupa'ya yönelen sığınmacı hareketlerini durduran da aynı Hükûmet. Hatta Avrupa Birliğine "İstediğimiz, anlaştığımız parasal katkıyı vermezseniz sınırları açarız." tehdidinde bulunan da Sayın Erdoğan Hükûmeti. Bu diplomatik zenginlik midir yoksa uluslararası ilişkiler zeminine yakışmayan bir gariplik midir, cevabı milletimizin takdirine bırakıyoruz. Cumhurbaşkanının son Amerika Birleşik Devletleri ziyaretindeki temasları, kabulleri ve beyanlarıyla verdiği pozlar hariciyedeki belirsizliğin, ilkesizliğin ve hedefsizliğin geldiği noktayı göstermektedir.

Bizim Hükûmete hem tavsiyemiz hem de Hükûmetten acil beklentimiz gelgit diplomasisi yerine şahsiyetli bir dış politika tercihini esas alması yönündedir. Şahsiyetli dış politika zemininden uzaklaşmak, şahsiyet bağlamında verilen her taviz ve yok edilmeyen her zaaf Türkiye açısından büyüklüğü her geçen gün artan kayıplara sebep oluyor. Hükûmetin dış politikası ve diplomatik ilişkileri yürütme biçimi nedeniyle en çok kaygı duyduğumuz hususların başında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs politikası yatıyor. Kıbrıs'ın huzura ve barışa, Kıbrıs'taki Türk kardeşlerimizin güvenliğe kavuşmasına ve nihayet Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurulmasına imkân sağlayan Barış Harekâtı'nın üzerinden neredeyse yarım asır geçti. Bu vesileyle, Kıbrıs'ın ikinci kez fethini gerçekleştiren Barış Harekâtı'nın siyasi ve diplomatik öncüleri Profesör Doktor Necmettin Erbakan'ı ve dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'i rahmetle anıyorum.

Bugün baktığımız zaman Kıbrıs politikası ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusunda Dışişlerimizin ilgisiz, isteksiz, dirayetsiz ve hedefsiz olduklarını görüyoruz. Kıbrıs'ın hem unutulduğu hem unutturulduğu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanıyan devlet sayısında hiçbir artışın yaşanmadığı, kalıcı çözüm noktasında kararlılığın ortaya konmadığı bu dönemin mimarı da bugüne kadarki AK PARTİ hükûmetleridir. Kıbrıs'ı korumanın, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin tanınmasını sağlamanın değil; Kıbrıs'ı sorun olarak görüp Kıbrıs'tan kurtulmanın tavrı içinde Hükûmet. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin varlığını sona erdirecek eşikler içeren, Kıbrıs'a dair bütün kazanımları yok etmeyi hedefleyen Annan Planı'nı kabul ettirmek için gayret gösteren, baskı üreten de bu AK PARTİ Hükûmetidir. Annan Planı'nın gerekliliği ve geçerliliği noktasında Türkiye tarafından kurulan cümleler ve ortaya koyulan tavırlar Rum tarafının hem de planı hazırlayanların düşüncelerinin çok üstündedir. Kıbrıs'a dair bütün kazanımları yok etmeye yönelik niyetin diplomatik belgeye dönüşmüş hâli olan Annan Planı ve benzerleri rahmetli Erbakan Hocamızın ve Ecevit'in 1974'te ortaya koyduğu dirayeti, duruşu, feraseti kavrayamamanın ürünüdür.

Mevcut Hükûmetin yandaş medyası her diplomatik süreçte ve çoklu uluslararası toplantı gündemlerinde Cumhurbaşkanına ve Hükûmete yönelik parlatma manşetleri atıyor ve haberlerini yapıyor. "Dünya lideri" "süper güç" "küresel güç ortağı" gibi sıfatların sıkça kullanıldığı bu türden sözde haberler hepimizin malumu. Hâl böyleyken hafızaları tazelemekte fayda var. "Dost" "kardeş" "müttefik" "stratejik ortak" sıfatlarıyla ilişkilerimizin yoğun ve güçlü tutulduğu ülkeler de dâhil Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni Türkiye hariç tanıyan bir tane ülke yok. Dünyaya yön verdiğini, dünya lideri olduğunu zannedenlerin Kıbrıs gibi hassas bir konuda bile hiçbir ülkeye tesir edememesi sizlerce manidar değil mi? AK PARTİ hükûmetleri yirmi iki yıla yakın süredir tek başına iktidar olmasına rağmen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin tanıması noktasında bir tek adım bile atamamış, herhangi bir kazanım da elde edememiştir. Ve anlaşılan şudur ki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin daha fazla devlet tarafından tanınması için çaba sarf etmemek Hükûmetin iradesiz ihmali değil, aksine kararlı bir iradesidir. Bu kürsüden tarihin üzerimize yüklediği sorumluluğun bir gereği olarak sesleniyorum: Kıbrıs konusundaki bu yanlış tutumunuzdan bir an önce dönünüz. Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ekonomik bağımsızlığını ve gücünü sağlamak, diplomatik kulvarda tüm ülkelerce tanınmasına yönelik çabalar noktasında sessiz ve hareketsiz kalamaz. Çünkü Kuzey Türk Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin tanınması Kıbrıs sorununun çözümü konusunda uluslararası kabul gören uzlaşmaya varabilme noktasında büyük önem taşımaktadır. Ülkemizin Kıbrıs konusundaki garantörlüğü uluslararası bir meşruiyet ifade etmektedir fakat ondan daha çok anlamlı ve geçerli olan bir başka husus ise Kıbrıs'a ve Kıbrıs Türklerine ilişkin tarihsel bağlılığımızdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ve Kıbrıs'taki Türk varlığının korunmasında hem siyasi hem iktisadi hem askerî açıdan gereken bütün irade ortaya koyulmalıdır. Hâlihazırda uluslararası toplumda devlet konumu Kıbrıs Rum tarafına atfedilmekte, Kuzey Kıbrıs tarafına ise "devlet" olarak değil "Kıbrıs Türkü" kitlesi olarak muamele edilmektedir. Hükûmet gerek genel dış politikada gerekse Kıbrıs politikasında şahsiyet, ehliyet ve mesuliyet tarafındaki zaaflarını ivedilikle gidermeli, tavizsiz ve şahsiyetli bir dış politika iradesini hayata geçirmelidir. Kıbrıs Barış Harekâtı'nı gerçekleştiren siyasi ahlakın ve diplomatik aklın gereklerini idrak noktasında Hükûmeti çaba sarf etmeye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin daha fazla ülke tarafından tanınması konusunda ter dökmeye davet ediyorum.

Kıbrıs odağında karşılaştığımız bir diğer olumsuzluk ise İsrail'le ilişkiler konusunda görünür olmaktır. Türkiye'nin İsrail'le gerçekleştirdiği enerji iş birliği, ortak sondaj çalışmaları ve Doğu Akdeniz'de birlikte hareket etme çabaları Kıbrıs'a, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne ve Kıbrıs Türklerine yönelik sorumluluklarla bağdaşmamaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımızın Amerika Birleşik Devletleri'nde İsrail Başbakanı ve ABD Yahudi Cemaatinin öncüleriyle verdiği son pozlar, kurduğu diyaloglar ve görüştüğü konular ciddi anlamda kaygı vericidir. İsrail'le iş birliği yapmak, her şeyden önce Kıbrıs davasına ihanet etmektir. İsrail'le iş birliği yapmak, her şeyden önce Filistin davasını kenara atmak, sümen altı etmektir. İsrail Başbakanıyla samimi pozlar vermek, Filistin ve Orta Doğu konusundaki beyan ve tespitlerde samimiyetsizlik suçlamasını göze almaktır. İsrail'i Doğu Akdeniz'de petrol ve doğal gaz arama çalışmalarının ortağı yapmak, antisiyonist, antiemperyalist tutumdan uzaklaşmak demektir. İnsanların kafasında şu soru dolaşır oldu: İsrail Başbakanını Türkiye'de ağırlamanın heyecanını duymak, Filistin'i ziyaret etmenize yirmi yıldır müsaade etmeyen İsrail'e resmî gezi programı yapmak BOP Eş Başkanlığı misyonunun bir gereği midir? Şayet İsrail'le Doğu Akdeniz odaklı bir yakınlaşma içine giriyorsanız, bu, İsrail'i Akdeniz'deki rolümüze ortak ettiğimiz anlamına gelir. İsrail'le birlikte petrol ve doğal gaz aramak, Doğu Akdeniz üzerinden İsrail'i akredite etmektir. "Katil devlet İsrail!" etiketinden ve "Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz!" tenkitinden vazgeçmek, ilkelerinize sırtınızı dönmektir. İsrail'i Akdeniz'in aktör devleti hâline getirmek için verdiğiniz bu mücadelenin doğal sonucu, Kıbrıs'ın çözüme ulaşmasının önünü kesmektir; tüm dünyaya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusundan, Kıbrıs davamızdan taviz verme temayülünün sinyallerini vermektir. Hükûmet bu yanlıştan dönmeli, uluslararası ilişkiler kulvarında taviz verme potansiyelini sıfır noktasına ulaştırmış, şahsiyetli dış politika eşiğinin zirve noktasına yaklaştırmış bir hedef ortaya koymalıdır.

Suriye'yle ilişkileri yeniden normale çevirme hususunda olağan çabayı dahi göstermekte isteksiz görünüyor AK PARTİ Hükûmeti. Aynı Hükûmet, 15 Temmuzun faili, azmettiricisi, finansal destekçisi ilan ettikleri ülkeyle hem siyasi hem de ticari ilişkileri hızla en üst düzeye ve içeriğe kavuşturdu. Parasını ödediğimiz savaş uçaklarını teslim etmesi noktasında Amerika Birleşik Devletleri'ne hak ettiği baskıyı uygulamaktan kaçınan Hükûmet, ABD'nin bölgeye ilişkin dış siyasetine taşeron desteği vermekten de uzak durmuyor. Bölgemizdeki çok devletli uluslararası kuruluş ve örgütler dahi Türkiye'nin ikircikli, belirsiz, değişken ve tutarsız diplomasi tutumundan dolayı ilişkilerimizi dengesizliğe sürükleyebiliyorlar.

Tüm bunlar apaçık ortadayken Kıbrıs konusunda kurulan cümlelerin büyüklüğü ve katedilen mesafenin küçüklüğü ortadadır. Deklare edilen iradeye ilişkin sözlü kararlılık ile gerçekleşen sonuçlara yönelik iradesizlik arasındaki çelişkileri bir diplomasi başarısı, Hükûmetin diplomatik zekâsı olarak gösterme telaşına da anlam vermek mümkün değildir. Biz, bölgemizde güçlü ve sözü dinlenen bir devlet olduğumuz iddiasındayız fakat bölgede hiçbir devlet Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımıyor. Biz, Türk Devletleri Teşkilatının en güçlü paydaşıyız fakat diğer paydaşlar resmî alanda bu güçlü paydaşlığı teyit etmiyor ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanıma iradesiyle ilgili bir cümle dahi kurmuyorlar. İslam İşbirliği Teşkilatına üye devletlerin hemen tamamının Türkiye'ye değer verdiği iddiası dillendiriliyor fakat bu devletlerin hiçbiri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanıma kararına meyletmiyor. Kıta Avrupasında ve küresel eşikte kanaat öncüsü ülke, sözüne ve gücüne itibar edilen devlet olarak kendimizi tanımlıyoruz. Buna rağmen ne Avrupa Birliği tarafında ne de G20 ve Birleşmiş Milletler ile NATO tarafında hiçbir devletin bize ilişkin olumlu bir mesajına şahitlik edemiyoruz.

Bütün bunların tek bir nedeni var esasen; mevcut Hükûmet eliyle diplomatik zeminde tutarlılığı, kararlılığı ve sürekliliği maalesef terk ettik. İlkelerimiz, diplomasi argümanlarımız Hükûmetin yönsüz ve iradesiz uluslararası ilişkiler anlayışı nedeniyle boşlukta savrulur hâle gelmiş durumda.

Geçen yirmi yıllık süre zarfında Hükûmetin bakışıyla şahsiyet temelli değil menfaat temelli bir dış politika kurgusu oluşturuldu. İrademizin karşılığını alamadığımız, hedeflerimize ulaşma noktasından engellendiğimiz, haklı beklentiler bağlamında ertelendiğimiz durumlara ilişkin tepki ve yatırım cümlelerimize artık hiç kimse itibar etmiyor.

"Kimse alamaz." denilen, yetkililerce ajan olduğu ileri sürülen bir rahip çok sürmeden ülkesine iade edildi. "Türkiye'de yargılandı ve ceza aldı, bu yüzden iade edilmesini beklemeyin." denilen gazeteci Almanya'ya tıpış tıpış teslim edildi. Bir büyükelçilikte öldürülen gazeteciyle ilgili olarak ortaya konulan "Sorumluları hesap verecek ve eldeki bilgiler paylaşılacak." beyanları dosyanın kapatılmasıyla birlikte maalesef sahipsiz kaldı. Bütün bunlar Türkiye'nin uluslararası ilişkilerdeki kararlarının, tepkilerinin ve tekliflerinin değişken, istikrarsız ve birilerince yönlendirilebilir olduğu kanaatini pekiştirmektedir. Hükûmetin artık bunlara bir son vermesi gerektiğini ifade ediyoruz. Tutarlı ve kararlı bir zemin üzerine inşa edilmiş şahsiyetli bir dış politika kulvarı genişletilmeli. Algıya dayalı düzmece itibar kaygıları yerine bir devleti hakikaten muteber kılacak bir yaklaşımla ülke içinde de uluslararası arenada da adil, hakkaniyeti esas alan, ilkeli ve güçlü bir Türkiye için atılması gereken adımlar derhâl atılmalıdır.

Şahsiyetli dış politika konusundaki kararın ve kararlılığın ilk hamlesi de Kıbrıs olmalıdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusunda hem destek verme hem de tanınmasını sağlama bakımından bugüne kadar yapılan yanlışlar terk edilmelidir. Erdoğan Hükûmeti, Kıbrıs başta olmak üzere dış politikada ve diplomaside BOP Eş Başkanlığını merkeze koyan bir bakış açısından ve iş birlikçilikten derhâl vazgeçmelidir. Türkiye'nin dış politika eskizinin küresel odakların, emperyalist ve kapitalist ortaklıkların, siyonist blokların hedefleriyle örtüşme tuzağından ve tezgâhından kurtulması gerekir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Bitmez, lütfen tamamlayalım.

HASAN BİTMEZ (Devamla) - Ne yazık ki mevcut iktidar ne bunu başarabilecek konumda ne de böylesi bir başarının gerekliliğini kavrayacak durumdadır.

Teşekkür ediyorum. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)