GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: On İkinci Kalkınma Planının (2024-2028) Sunulduğuna Dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:14
Tarih:30.10.2023

İYİ PARTİ GRUBU ADINA ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime başlamadan önce hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Cumhurbaşkanı Yardımcımız Sayın Cevdet Yılmaz nezdinde de bu kalkınma planında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Şimdi, ben yıllar yılı kalkınma ekonomisi dersini hem yurt içinde hem yurt dışında anlattım, birçok üniversitede kalkınma ekonomisi dersi verdim, somut projelerde bulundum ve bir akademisyen ve bu işin içinde olan birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki önümüzdeki bu On İkinci Kalkınma Planı'nın iki tane temel eksiği var. Bir, içinde kalkınma yok; iki, plan yok. Yani bizim şu anda karşımızda somut projelerle donatılmamış, bir iyi niyet belgesinden öteye de gitmeyen bir kalkınma planı var. "Neden?" derseniz, ilk önce, konuşmamın ilk başında, buna bizim "kalkınma planı" niye diyemeyeceğimizi size anlatmak istiyorum.

Şimdi, bir kalkınma planında ne olur? Vatandaşın en temel ihtiyaçlarının giderilmesi olur. Hepimiz Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini biliyoruz. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde ne vardır? Bir, vatandaşın güvenliğini sağlamalısınız, o vatandaşın barınma problemini gidermelisiniz, gıda ihtiyacını karşılamalısınız, o vatandaşı dinlendirmelisiniz. Yani Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi aslında size kalkınmayı tanımlamış; barınmasını çözeceksiniz, güvenlik problemini çözeceksiniz, gıda problemini çözeceksiniz ve o vatandaşın giderek daha fazla dinlenmesine yol açacaksınız. Türkiye, şu anda, Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında ortalama çalışma saatinin en fazla olduğu ülke. Peki, bir başka, kalkınma planında ne bekleriz biz? Sosyal devletin olması ilkesinden yola çıkarak fırsat eşitliği ve sınıflar arası geçişkenliği bekleriz. Şimdi, bu kalkınma planında maalesef bunu da göremiyoruz.

Detaylara geçelim, neden bunun bir kalkınma planı olarak değerlendirilmemesi gerektiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. İlk önce, "kalkınma" demek barınma krizinin yaşanmadığı bir ülke demek; kalkınma, barınma krizinin yaşanmadığı bir ülke demek. Bu ülke bir barınma krizi yaşıyor. Değerli milletvekilleri, bir konut krizi yaşamıyor, bir barınma krizi yaşıyor. Daha geçen hafta, bir üniversite öğrencimiz CİMER'e de daha önceden şikâyet edilmesine rağmen KYK yurtlarındaki bir asansörün bozulmasından dolayı hayatını kaybetti yani bu şikâyet dikkate alınmadığı için biz üniversite öğrencimizi kaybettik. Bugün, Kredi Yurtlar Kurumuna baktığınız zaman, bizim devletimizin o cömert, herkese eşitlikçi tavrını maalesef yansıtmıyor. Tarikatların, cemaatlerin, ne idiği belirsiz vakıfların yurtlarında kalmak istemeyip kendisini devlete emanet etmek isteyen üniversite öğrencileri maalesef bugün Kredi Yurtlar Kurumunda, Türkiye Cumhuriyeti devletine hiç yakışmayan yurtlarda bir barınma krizi yaşıyorlar, gıdaya erişemiyorlar. Kaldıkları odalara baktığınız zaman, bu insanların, bu öğrencilerin çok haklı şikâyetlerini eminim sizler de en baştan hissedersiniz, eğer hissetmezseniz gelin, sizlerle beraber videolara bakarız.

Şimdi, bu kalkınma planında, biz, Plan ve Bütçe Komisyonunda, kalkınma planına şöyle bir ibare koyulmasını istedik -hem Kredi Yurtlar Kurumunun şartlarının iyileştirilmesini istedik hem de aynı zamanda başka bir öneride bulunduk- çok basit bir öneri, öneri de şuydu -Kredi Yurtlar Kurumu borcunu birçok öğrencimiz ödeyemiyor çünkü üniversiteden mezun olduktan sonra hemen iş bulamıyorlar- dedik ki: "Bu Kredi Yurtlar Kurumu borçlarını, isteyen öğrencilerimiz kendi bölgelerindeki sosyal sorumluluk projelerinde çalışarak ödeyebilsinler." Yani parayla değil, sosyal sorumluluk projelerinde yer alsınlar ve böylelikle... Mesela diyelim ki siz bir hayvanseversiniz; gidersiniz bir hayvan barınağında çalışırsınız, borcunuzu böyle ödersiniz ve böylelikle Kredi Yurtlar Kurumu borcu silinen ve silinmeyen arasındaki hakkaniyet problemi de ortadan kalkar. Ne oldu? Bizim bu herkese mantıklı gelen önerimiz, maalesef, kalkınma planında yer almadı. Peki, sadece şunu söylemek mi gerekiyor? Barınma krizini üniversite öğrencileri mi yaşıyor? Hayır. Şimdi, sizlerle TÜİK'in ve Avrupa Birliğinin birkaç tane istatistiğini paylaşmak istiyorum. Pandemi sonrasında enflasyondan arındırsak bile Türkiye'de kira endeksi yüzde 68 artmış; bakın, hayat pahalılığından arındırsak bile Türkiye'de kira endeksi yüzde 68 artmış, euro bölgesinde ise yüzde 14 düşmüş. Dolayısıyla barınma krizini sadece gençlerin çektiği sorun olarak da göremezsiniz. Konut fiyatı ortalama ücrete bakalım. Yani sizin kazancınızla konut alma olasılığınız nasıl? Konut fiyatı ortalama ücret oranı son bir yılda yüzde 48 artmış, bizden sonraki en yüksek oran maalesef yüzde 13. Şimdi, barınma krizinin olduğu bir ülkede sizler bir kalkınmadan bahsedemezsiniz. Kalkınma demek ki -bu kalkınma planında önemli bulduğum şeylerden bir tanesi de şudur- afetlere dirençli şehirler inşa etmektir. Bu kalkınma planının bu özelliğini ben olumlu buluyorum. Peki, durumumuz ne? Yani Türkiye gerçekten afetlere dirençli bir şehir mi inşa ediyor? Bu durum ne? Bakın, burada da TÜİK verilerine bakıyoruz, başka bir veriye değil. Bu ülkede sadece en zengin yüzde 5'lik bir zümre yirmi yıldan daha genç konutlarda oturuyor. Bu ülkenin yüzde 75'inin oturduğu konutların ortalama yaşı 25'ten fazla. Şimdi "Afetlere dirençli şehirler yapacağım." diyeceksiniz ve ortada böyle bir durum olacak ve bugün, sizin, dar, orta gelirli ya da orta üst gelirli birisi olarak kazancınızla genç bir binaya, genç bir apartmana kavuşmanız neredeyse imkânsız. Bu mu kalkınma anlayışı? Kalkınma demek, ucuz ve kaliteli gıdaya erişmek ve tarım demek, kendi kendine yetebilmek demek. Bakın, belki yaşı benimle benzer olanlar hatırlayacaklardır, bizim müfredatımızda "Türkiye kendi kendine yetebilen 7 ülkeden bir tanesidir." ibaresi vardı, -hepimiz bunu hatırlayacağız müfredatımızda- artık bu yok. Size yine bir TÜİK verisi vereyim, biraz içiniz acısın. TÜİK verilerine göre, Türkiye'nin üçte 2'si iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren bir yemeği yiyemiyor; her 3 insandan 2'si iki günde bir et, balık, tavuk yiyemiyor. Bu mu kalkınma anlayışı? Türkiye'nin küresel tarım katma değerinden aldığı pay sizin döneminizde devamlı düşmüş. Devamlı "Tarımı destekleyeceğiz." diyorsunuz, bu kalkınma planında tarıma özel bir vurgu var fakat tarımsal amaçlı transferlerin bütçeden aldığı pay on beş yılda yüzde 3,63'ten tam yüzde 1,28'e düşmüş. Hâl böyleyken siz tarım odaklı bir kalkınma planından, bir kalkınma anlayışından bahsedebilir misiniz? Bahsedemezsiniz.

Kalkınma demek eşit bir gelir dağılımı demektir. Son on yıl içerisinde dünyada gelir eşitsizliğinin en fazla arttığı 5 ülkeden 1'i Türkiye. Gelir eşitsizliğinin arttığı bir yerde nasıl bir kalkınma anlayışından bahsedeceksiniz? Bakın, bu ülkede -TÜİK verileridir- 7 milyon yoksul çocuk var, 7 milyon; İrlanda, Norveç, Danimarka gibi ülkelerin toplam nüfusundan daha fazla yoksul çocuk var. Hatta şöyle bir şey söyleyeyim size: Türkiye'de 0-17 yaş arası çocuklarımızın ve gençlerimizin tam yüzde 45'i yani yaklaşık yarısı yoksul ya da sosyal dışlanmışlık riski altında; Avrupa Birliğinde bu oran yüzde 24, bizde yüzde 45. Sadece son on senede izlediğiniz sorumsuz sosyal politikalardan dolayı bu çocuk yoksulluğu ve sosyal dışlanmışlık tam yüzde 10 artmış; ben demiyorum, TÜİK verileri söylüyor, bizzat TÜİK'in kendi kurum verileri söylüyor. Demek ki çocuk yoksulluğu bizim için önemli. Peki, ne yaptık biz bu kalkınma planında Plan ve Bütçe Komisyonunda? Bu sadece bizim değil, diğer muhalefet partilerinin de önerilerinden bir tanesidir, dedik ki: Okullarda ücretsiz yemek verilsin. Bakın, bugün okullarda ücretsiz yemek verilmesinin yıllık maliyeti bir öğünde 65 milyar lira. 65 milyarın ne olduğunu biraz size anlatayım. Eğer bugün dolar 28 liradan 29 liraya çıkıyorsa bir günde bizim iç borç maliyetimiz 65 milyar artıyor. 65 milyara siz bu ülkenin 15,1 milyon çocuğuna bedava bir öğün yemek verebilirsiniz ve böylelikle ne yaparsınız biliyor musunuz, çocuk yoksulluğunu azaltırsınız, çocuklarına harçlık veremeyen ailelere bir sosyal transfer yapmış olursunuz. Biz bunu da önerdik, kalkınma planında bunu bir somut öneri olarak da sunduk ve yine reddedildi. Ben bunu anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum; iki sene boyunca, üç sene boyunca bütün muhalefet partileri çocuk yoksulluğunu da baz alarak "Okullarda ücretsiz yemek programı hayata geçirilsin." diyor ama taşımalı eğitim dışında bunu, okullarımızda ücretsiz yemeği anlaşılmaz bir sebeple bir türlü bütçeye koyup sağlayamıyoruz. İşte o yüzden diyoruz ki barınma krizinden tutun tarıma kadar, çocuk yoksulluğuna kadar bu problemleri somut önerilerle nasıl çözeceğini söyleyemeyen bir plan kalkınmadan eksiktir.

Şimdi, kalkınma olmadığını anlattık. Bu rapora plan diyebilir miyiz? Onu da çok fazla diyemeyiz ama bu plan olmama özelliğinden önce ben bir şeyden daha bahsetmek istiyorum: Türkiye'nin kişi başı millî geliri. Sayın Yılmaz, Cumhurbaşkanı Yardımcımız dedi ki: "Bizim için önemli olan millî gelirden daha çok kişi başı millî gelir." Peki, orada ne durumdayız? Bizim yüksek gelirli ülkelere göre kişi başı millî gelirimiz devamlı geriliyor. Ortalamasına bakın, yani biz yüksek gelirli ülkelerden giderek daha fazla uzaklaşıyoruz. Ha, eğer burayı düzensiz bir göç cenneti yaparsanız, buraya milyonlarca düzensiz göçmeni alırsanız o zaman belki millî gelirimiz büyür. Neden? Emeği baskılarsınız, ücretleri azaltırsınız, burayı yaşanmaz bir hâle getirirsiniz ama millî geliriniz büyür ama o büyüme kaliteli bir büyüme olmaz, kişi başı millî gelir de artmaz.

Bir başka itiraz noktam da şudur: Devamlı Türkiye'nin -ilk 10 ya da ilk 5 ekonomisi arasına girerken- satın alma gücü paritesini baz alarak hesaplamaları yapıyoruz; benim buna bir itirazım yok yani satın alma gücü paritesine göre millî gelir önemlidir, doğrudur fakat arkadaşlar burada çok temel bir problem var -iktisatçılar anlayacaktır- satın alma gücü paritesine göre bir millî gelir hesaplayacaksanız eğer, enflasyonu doğru ölçmeniz lazım. Enflasyonu doğru ölçmezseniz sizin karşınızdaki satın alma gücü paritesine göre hesapladığınız millî gelirin bir anlamı yok. İki önceki ya da üç önceki TÜİK Başkanını atayın, enflasyonu olması gerekenin onda 1'i ilan etsin, Türkiye iki sene içerisinde ilk 10 ekonominin içine girer, üç sene içerisinde ilk 5 ekonomi arasına gireriz. Dolayısıyla burada gerçekten satın alma gücü paritesine göre bir millî gelir hesaplaması yapacaksak eğer, ilk olarak enflasyonun doğru ölçüldüğünden emin olmamız gerekir.

Şimdi, bu kalkınma planında en heyecan verici şeylerden bir tanesi, üç sene içerisinde sıfır cari açık vermemiz; bu önemli. Bu cari açık meselesine bir açıklık getirelim. İlk olarak hem Plan ve Bütçe Komisyonunda hem de diğer yerlerde AK PARTİ'li arkadaşlarla tartışırken hep şöyle bir açıklama geliyor: "Türkiye enerji ithalatçısı olduğu için cari açık veriyor." Bu önerme çok doğru bir önerme değil, bu açıklama çok doğru bir açıklama değil. "Neden?" diye soracak olursanız, Türkiye'den çok daha fazla enerji ithal eden ülkeler var; Güney Kore, Japonya, Almanya, Çin, Asya Kaplanları'nın çok önemli bir kısmı, bunlar cari fazla veriyor. Önemli olan, dışarıdan ithal ettiğiniz enerjiyle ne üretiyorsunuz? Eğer sizler dışarıdan ithal ettiğiniz 1 birim enerjiyle çamaşır leğeni üretiyorsanız, Almanya da ithal ettiği 1 birim enerjiyle "tupperware" dayanıklı plastik -dayanıklı tüketim- üretiyorsa o zaman Almanya cari fazla verir, biz de cari açık vermeye devam ederiz. Buradaki çözüm şu: Dışarıdan ithal ettiğiniz 1 birim enerjiyle ne üretiyorsunuz, sizin üretim yapınız nasıl, yüksek katma değerli ürün üretebiliyor musunuz yoksa enerji ithal etmekte bir problem yok. Evet, enerji ithalatımızı azaltmalıyız; evet, önemli enerji projeleri yapılıyor, doğru fakat lütfen, enerji ithal etmeyi cari açığın tek sebebi olarak göstermeyin çünkü birçok karşı örnek var. Şimdi, cari açık vermek de suç değil yani sıfır cari açık bizim için önemli bir şeydir ama yüksek cari açık da verebilirsiniz yeter ki millî gelirinizdeki artış cari açığınızdan fazla olsun.

Bir de tabii, çok önemli; cari açığı nasıl finanse edeceksiniz? Şimdi, burası önemli. Türkiye'de cari açığın finansmanı için en önemli şeylerden bir tanesi nedir? Doğrudan yabancı yatırım çekmek. İlk önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Ederinin çok altında, değerinin çok altında Türkiye'deki şirketleri yabancılara satmak doğrudan yabancı yatırım çekmek değildir; o, peşkeş çekmek demektir. O yüzden, kimse, değerinin çok altına düşmüş Türk şirketlerini yabancılara satmayı bir doğrudan yabancı yatırım olarak görmesin.

Peki, biz doğrudan yabancı yatırımda ne yapmalıyız? Kaliteli bir doğrudan yabancı yatırım çekmek için ilk olarak ülkenin risk primini düşürmeliyiz. Şimdi, burada ülkenin risk primine bakalım, Türkiye'nin risk primine bakalım. Bizim CDS'imiz 400'ün üzerinde. Bunu bir başarı hikâyesi olarak görebilirsiniz çünkü daha önceki Hazine ve Maliye Bakanında bu 650-700'lere kadar çıkmıştı. Peki, bizim CDS'imiz 400'ün üzerindeyken bizim diğer rakip ülkelerimizin CDS'leri nasıl? Brezilya'nın 185, Meksika'nın 133, "Battı." dediğiniz Yunanistan'ın bile 95. Böyle bir durumda sizler makroekonomik riskleri azaltmadan kaliteli, ucuz maliyetli doğrudan yabancı yatırım ya da finansman çekemezsiniz. Yatırım çekmek için yapmanız gereken şey çok açık: Birincisi, kurumsal gelişmişlik göstergelerinde iyileşeceksiniz. Peki, nedir bu kurumsal gelişmişlik göstergeleri? Son on sene içerisinde AK PARTİ'nin istikrarlı bir şekilde geriye gittiği alanlar var; yolsuzluğun kontrolü, hukukun üstünlüğü, düzenlemenin kalitesi, hesap verebilirlik. Bu alanlarda bırakın ilerlemeyi, yerinde duramayan, gerileyen bir Türkiye ekonomisi var. Dünyada hiçbir ekonomi gösteremezsiniz ki kurumsal gelişmişlik konusunda, mesela yolsuzluk konusunda, hukukun üstünlüğü konusunda ilerleme kaydetmeden o cari açığı kaliteli bir şekilde finanse etsin. Yani cari açık vermede bir problem yok, önemli olan cari açığı sizin nasıl finanse edeceğinizdir.

Şimdi, ne yapmalı konusu da önemli. Burada, daha önceden Plan ve Bütçe Komisyonunda da bu konuyla ilgili konuşmuştuk. Artık yabancı yatırımcılar karar vermede ucuz iş gücüne bakmıyorlar, hükûmet teşviklerine de çok fazla bakmıyorlar. Eğer siz bugün dışarıdan gerçekten istediğiniz doğrudan yabancı yatırımları çekmek istiyorsanız AR-GE yetkinliklerinizi geliştireceksiniz, dijital altyapınızı geliştireceksiniz ve emeği baskılayarak değersizleşen TL üzerinden bir rekabet gücü oluşturmak yerine iş gücünüzün verimliliğini ön plana çıkaracak olan AR-GE yetkinliklerinizi artıracak bir rekabet politikası geliştirmelisiniz.

Eğer sizler bu ezberi bozmazsanız, eğer doğrudan yabancı yatırımları çekmek için iş gücü verimliliğini artırmazsanız, üniversiteleri revize etmezseniz, dijital altyapınızı geliştirmezseniz ben size ne olacağını söyleyeyim: Sayın Şimşek Gazze'de yaşanan katliama susan, bize karşı kibirli ve mağrur, Batı'ya karşı da ezik ve korkak olan kabine reislerinden para istemeye gider. Eğer biz bu ezberi bozmazsak, doğrudan yabancı yatırımları çekmek için hukukun üstünlüğünü, dijital altyapımızı, iş gücü verimliğimizi düzeltmezsek olacak olan şey Hazine ve Maliye Bakanının Orta Doğu ülkelerinde para istemesidir. Ha, ne olur başka, söyleyeyim; biz yine bu ezberi bozmazsak, aynı bildiğimiz yoldan devam edersek bu ülkede bir şehrin valisi yaşanan bir tartışmadan dolayı bir Arap turistten resmî yazıyla özür dilemek zorunda kalır. Eğer bu utancı bir daha yaşamak istemiyorsak o zaman bizim doğrudan yabancı yatırımları nasıl çekeceğimizi iyi anlamamız lazım; kurumsal gelişmişlikle, hukukun üstünlüğüyle, yolsuzlukla mücadelede çok daha etkili bir tavır ortaya koymamız gerekiyor. Şimdi, başka ne yapmamız lazım? Benim kalkınma planında gördüğüm en büyük eksiklerden bir tanesini zaten Plan ve Bütçe Komisyonunda değerli bürokratlarımızla paylaştım. Çok basit bir soru var. Bir ülkede enflasyonu, cari açığı, işsizliği aynı anda düşürmek istiyorsanız bunun tek bir yolu vardır; verimliliği sağlamak. Bir ülkede şirketlerin kârlılıklarını artırırken aynı zamanda ücretlerin de artmasını istiyorsanız bunun da tek bir yolu vardır, o da aynı yoldur; verimliliği arttırmak. Şimdi, biz bu verimlilik konusunda neredeyiz yani kaynakları etkili kullanabiliyor muyuz? Birkaç tane istatistik vereyim; bunlar TÜİK ve Avrupa Birliği istatistikleridir. Şimdi, iş gücü verimliliğimiz yüksek gelirli ülkelere oranla yüzde 42 yani bizim iş gücü verimliliğimizde olmak istediğimiz ülkelerin yarısı kadar verimli değiliz. Enerji verimliliğimizdeki artış, o çok övündüğünüz enerji verimliliğimizdeki artış Avrupa Birliği ülkelerinin sadece yüzde 6'sı kadar. Yani Avrupa Birliği ülkeleri enerji verimliliğinde 100 birimlik bir aşama kaydederken biz sadece 6 birim kaydetmişiz. Beyaz eşya sektöründe Polonya'yla rekabet ediyoruz, toplam faktör verimliliğinin Polonya'nın büyümesine katkısı bizim 2 katımız kadar. Bütün bunlar varken, biz verimliliği sağlayamazken o sıfır cari açık, yüksek büyüme, ondan sonrasında da düşük enflasyona ulaşamayız.

Bakın, bu verimlilikle ilgili beni kalkınma planında hayal kırıklığına uğratan şeylerden bir tanesi şu: Orada senaryolar var ve bu senaryolarda iş gücü verimliliğinin artışı bundan önceki on-on beş seneye oranla daha az varsayılmış. Ben bunu önemli bir yanlış olarak gördüğümü daha önceki komisyonda da söyledim. Bizim için iş gücü verimliliğini artırmak Türkiye'nin en büyük problemlerinden bir tanesi olan ücret problemini çözmek için en önemli şeylerden bir tanesidir. Eğer biz bu verimliliği artırabilirsek ücret problemini çözebiliriz ve insanlara hak ettikleri kazancı sağlayabiliriz, biz iş gücü verimliliğini artırırsak tekrardan rekabetçi olabiliriz. Ama ben kalkınma planında baktığımda bu konuda çok hevessiz bir anlayış görüyorum.

Bir başka nokta da şu: Beceri uyumsuzluğunu görmek isterdim mesela, Türkiye'nin en büyük problemlerinden bir tanesidir. İş dünyasıyla konuştuğumuz zaman ihtiyacı olan iş gücünü bulamadığını söylüyor, üniversite mezunu öğrencilerimizle konuştuğumuz zaman onlar da açlık sınırının altında bir ücret almak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Burada bir uyumsuzluk var, bir beceri uyumsuzluğu var. Bu beceri uyumsuzluğunu çözmek ancak yükseköğrenim politikası ve beceri politikasıyla olur.

Bakın, ben Türkiye'de Bilkent Üniversitesi, TOBB Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptım, yurt dışında da Harvard Üniversitesinde kalkınma ekonomisi dersi verdim. Çok basit bir şey anlatıyorum ve çok üzücü bir şey; Türkiye'de sayısı 200'den fazla olan üniversitelerin yarısını kapatsanız Türkiye maalesef bilim açısından bir şey kaybetmez. Bakın, çok üzülerek söylüyorum. Bugün Türkiye'de üniversitelerin çok önemli bir kısmı işsizliği öteleyen, kent ekonomisine talep yaratmaktan öte bir işlevi olmayan kurumlar hâline geldi. Bizler yükseköğrenim kurumlarını, üniversiteleri revize etmezsek, o kampüslerde öğrencilerimize 21'inci yüzyılın becerilerini kısa vadeli programlarla sağlamazsak bu beceri uyumsuzluğu problemini çözemeyiz, ne iş dünyası istediği becerilerde eleman bulabilir ne üniversiteden mezun olan öğrenciler insana yakışır işlerde doğru ücretlerle işe girebilir ama ben kalkınma planında bununla ilgili somut bir öneri de göremiyorum. Bizim bugün en fazla üzerinde durmamız gereken konulardan bir tanesi bu beceri uyumsuzluğunu çözmek olmalıdır.

Şimdi devam ediyorum bu sıfır cari açık meselesine. Sıfır cari açık, ihracat patlaması demek; doğrudur, inşallah ihracatımız daha da artar, 2023 hedeflerinin çok ötesinde bir ihracatla biz karşılaşırız fakat şöyle bir şey var arkadaşlar, planda da bahsediliyor: Yeşil dönüşüm. Bizim ihracatımızın yaklaşık yarısı Avrupa Birliğine; bence bu önemli, çok da olumlu bir şey. Neden? Çünkü uluslararası ticareti hepimiz biliriz, zengin ülkelere mal satarsanız zenginleşirsiniz, fakir ülkelere mal satarsanız da fakirleşirsiniz. Peki, şimdi, bu yeşil dönüşümde bizim ihracatımızın yaklaşık yarısını yaptığımız Avrupa Birliğine uyumumuz nasıl olacak? Bakın, size bazı sektörlerden, kritik sektörlerden oranlar vereceğim. Yüksek emisyonlu sektörlerde ihracatımızın içerisinde AB'nin payı çok yüksek, demirde yüzde 66, kimyevi maddelerde yüzde 52,5; çelikte yüzde 45; çimento, cam ve seramikte yüzde 42. Arkadaşlar, bu sektörlerde biz hemen ciddi anlamda yeşil dönüşüme girmezsek çok ciddi vergilerle karşılaşırız ve ihracatımız değil artmayı, geriler bile.

Ben şimdi, kalkınma planına baktığımızda yeşil dönüşüme bir vurgu yapıldığını görüyorum; bu, memnun edici. Buraya baktığımda, bu da 2024 bütçesi, burada bununla ilgili bir şey görmüyorum. Zaten birazdan anlatacağım, bize göre karşımızdaki temel problem yani kalkınma planı ile Türkiye'nin bütçesinin uyumsuzluğu yani burada yazanlar iyi niyet belgesi, burada yazanları yansıtmıyor, burada da ne kadar kaynak ayırıldığı var ama birazdan bu konuya daha fazla gireceğim.

Şimdi, gelişmiş ülkelerde bu verimlilikten bahsettik. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan bizim gibi ülkeler arasında bu verimlilik farkını nasıl kapatırız? Çok basit bir şey var: Teknolojiye uyum sağlamanız lazım yani Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok, size literatür, bilim bunu söylüyor "Teknolojiye uyum sağlayacaksınız." diyor. Şimdi, teknolojiye uyum sağlama konusunda üniversitelerin durumunu biliyoruz, maalesef önümüzdeki dönemin gerekli olan becerilerini bizim çocuklarımız şu andaki yükseköğrenim kurumlarından alamıyorlar, o yüzden de yeni bir müfredat politikasına ihtiyacımız var bizim. Ama verimlilik problemi sadece iş gücünün problemi değil ki küçük ölçekli şirketlere, işletmelere bakıyorsunuz -ben TÜBİTAK'ta bu işin projesini yaptım, şimdiki Sanayi ve Teknoloji Bakanı da o projenin yürütücüsüydü, o zamanlar Bakan Yardımcısıydı- orada bulunduğumuz şey şuydu: Küçük ölçekli şirketler hangi teknolojilere ihtiyacı olduğunu kestiremiyorlar. Bizim bunlara, bu küçük ölçekli işletmelere para yerine teknoloji danışmanlığı vermemiz lazım. Onlara bakıp onların hangi teknolojiye ihtiyacı olduğunu... Çünkü kaynakları da sınırlı ve bu sınırlı kaynaklarla hangi yatırımları yapması gerektiğini söylememiz gerekiyor. Bakın, hep gördüğümüz şeylerden bir tanesidir: "KOBİ'lere bu kadarlık destek ayırdık, büyük ölçekli işletmelere bu kadar destek ayırdık." O desteğin sonucunda ne olduğuna bakmak lazım. Hepimize sunduğunuz etki analizi bu amaçla yapılıyor. O yüzden bugün bence yapılması gereken şeylerden bir tanesi, küçük ölçekli işletmelere para vermek yerine onlara teknoloji konusunda akıl vermek olmalı. Bizim, KOSGEB gibi işletmelerimizi bu çerçevede geliştirmemiz gerekiyor.

Şimdi, son olarak, bu -biraz önce bahsettiğim gibi- On İkinci Kalkınma Planı ile bütçe arasındaki uyumsuzluklardan bahsetmek istiyorum. Şimdi, bizim bu kalkınma planındaki hedeflere en önemli itirazlarımızdan bir tanesi, şüpheyle yaklaşmamızın sebeplerinden bir tanesi, hem orta vadeli programda hem de bu bütçede kalkınma planının hedefleri ile bu bütçedeki kaynak tahsisi arasında çok ciddi bir uyumsuzluk olması. Birkaç tane örnek vereyim izninizle: Birinci örnek, bölgesel kalkınma ve tarım. Şimdi, ilk önce Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız Cevdet Yılmaz bölgesel kalkınmada tekrardan dedi ki: "İstanbul'u birçok sektörün cazibe merkezi yapacağız." Allah aşkına yapmayın! Artık ne olur İstanbul'u daha başka sektörlerde cazibe merkezi yapmak yerine yeni İstanbullar yaratalım. O havzanın artık daha fazla nüfusu, daha fazla yatırımı kaldıracak durumu yok. Bizim burada ilk yapmamız gereken şey, çok farklı bir bölgesel kalkınma perspektifiyle bütün bölgelerdeki farklı farklı şehirlerde cazibe merkezleri yaratmak. İstanbul zaten çoktan kapasitesini doldurdu, o havzanın daha fazla sanayi yatırımı alacak durumu yok, oranın daha fazla nüfus çekecek durumu da yok. O yüzden benim buradaki en temel itirazım bölgesel kalkınmada hâlâ İstanbul'u 4 alanda, 5 alanda bir cazibe merkezi yapmayadır. Eğer gerçekten sağlıklı bir şekilde büyümeyi kalkındırmayla süslemek istiyorsanız o zaman İstanbul'un yanına farklı cazibe merkezlerini de koymanız gerekiyor. Şimdi, bölgesel kalkınma, kalkınma planında yani bu On İkinci Kalkınma Planı'nda hatırı sayılır bir yer kaplıyor. Buraya baktığınız zaman, 2024 bütçesine baktığınız zaman ortalamanın altında bir ödenek artışı var. E, o zaman nerede bunun uyumu? Yok.

Başka bir örnek vereyim size: AR-GE. Plan ve Bütçe Komisyonunda da daha öncesinde de AK PARTİ'nin -AR-GE konusundaki- ne kadar fazla yatırım yaptığı, ne kadar fazla kaynak tahsisi yaptığı ve önümüzdeki dönemin o yüksek hedeflerine AR-GE'yle nasıl ulaşacağımız yazılıyor. Burası AR-GE'ye önem veriyor, kalkınma planı, fakat buraya baktığınız zaman AR-GE'nin bütçedeki payı yüzde 0,77'den yüzde 0,45'e düşmüş. E, nasıl olacak bu? Bir yandan diyorsunuz ki: "AR-GE'ye önem vereceğim." Ne kadar kaynak ayırmışsınız? Yüzde 0,77'den yüzde 0,45'e düşmüş, burada, bütçede.

Başka örnek mi istiyorsunuz? Mesela, Sanayi 4.0; 4'üncü Sanayi Devrimi'ndeyiz. Bizim çok daha fazla yatırım yapmamız lazım, sonra bakıyoruz, sanayinin geliştirilmesi, üretim ve yatırımların desteklenmesi programı 2024 bütçesinde ortalamanın altında ödenek almış. E, biz nasıl ülkemizin sanayisini uyumlandıracağız? Kalkınma planı diyor ki: "Sanayi 4.0'a uyum sağlayacağız." Buradaki bütçe diyor ki: "O kadar fazla ödenek sağlayamam." Nasıl olacak peki bu iş? İşte, temel problem burada.

Başka örnek mi istiyorsunuz? İşsizliği azaltacağınızı söylüyorsunuz. İstihdam ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi programına kalkınma planı önem veriyor, 2024 bütçesinde daha az ödenek ayrılmış. Sonrasında, cuma günü Meclis Başkanımız Sayın Numan Kurtulmuş "siber vatan"dan bahsetti, "uzay vatan"dan bahsetti, bunların yeni kavramlar olduğundan bahsetti; hiçbir itirazım yok. Sonra baktık "siber vatan" diyoruz, bunun öneminin artacağını söylüyoruz, bütçede bilgi ve iletişim programı en az ödenek artışı alan programlardan bir tanesi. E, nasıl "siber vatan" diyeceğiz? "Uzay vatan" diyorsunuz, uzay ve havacılık programının ödenek artışına bakıyorsunuz, en az ödenek artışı uzay ve havacılık programında. Yani kalkınma planı ile AK PARTİ'li değerli milletvekillerinin söyledikleri bu bütçede yansımıyor, o zaman da biz bu kalkınma planına samimi bir şekilde yaklaşamıyoruz.

Hadi, şimdi bütün bunları geçtim yani AR-GE'yi geçtim, istihdamı geçtim, yerel yönetimlere daha fazla kaynak ayrılmasını geçtim ama bu eğitim konusunda hakikaten ben sizleri anlamakta zorluk çekiyorum. Bakın, bu 2 planı da yani bu 2 tane dosyayı da aynı kurumlar hazırladı. Şimdi, AK PARTİ'li milletvekilleri ve bürokratlar diyorlar ki: "Eğitime her sene daha fazla pay ayırıyoruz, eğitim bizim için olmazsa olmaz." Komisyonlardaki değerli AK PARTİ'li çalışma arkadaşlarımla da bunun tartışmasını yaptık. Kalkınma planına baktığınız zaman yepyeni bir eğitim hamlesi yapılıyor zannediyorsunuz. Sonra buraya bakıyorsunuz, arkadaşlar, lafı çok eğip bükmeden söyleyeyim: AK PARTİ'nin bütçeden eğitime daha fazla pay ayırdığı doğru değil. Bakın, burada, bizzat sizin hazırladığınız, haftaya da tartışacağımız bütçede bunu kendiniz görebilirsiniz, lütfen bu konuda ya kendinizi kandırmayın ya da bizi kandırdığınızı sanmayın. Bundan yaklaşık on sene önce eğitimin bütçedeki payı yüzde 17,83. 2024 Orta Vadeli Program'da da tablo 8'e bakın, 2024'te eğitime ayrılan pay 11,94; 17,83'ten 11,94'e inmiş. O yüzden sizden bir ricam var benim, burada orta vadeli programda ya da bütçede ayırdığınız kaynaklarla, bunlarla uyumlu bir kalkınma planı hazırlarsanız o zaman çok daha geniş bir mutabakatla biz buna destek veririz ama bu kalkınma planına bizim "iyi niyet belgesi" dememizin en önemli sebeplerinden bir tanesi kalkınma planındaki hedefler burada yer almıyor, daha az kaynak ayrılıyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Özlale, lütfen toparlayın.

Buyurun.

ÜMİT ÖZLALE (Devamla) - Bitiriyorum Başkanım.

O yüzden, lütfen, bir an önce kalkınma planı ve bütçeyi birbirine uyumlu hâle getirin çünkü bu durum iktidar partisi milletvekilleri başta olmak üzere hepimizde maalesef şizofrenik bir ruh hâline yol açıyor. Ya dediğinizi yazın ya da yazdığınızı deyin diyorum ve yüce Meclisimizi saygılarımla selamlıyorum.

Teşekkürler. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)