GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 10'uncu Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:43
Tarih:22.12.2023

DEM PARTİ GRUBU ADINA OSMAN CENGİZ ÇANDAR (Diyarbakır) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dönüp şöyle başlayacaktım: "..."(*) diyecektim, "..."(*) deyip bu sözlerimin ne anlama geldiğini kendisine hitap ettiğim Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz gayet iyi anladı diyecektim, burada yok ama tutanaklardan okuduğu zaman sanırım anlayacaktır çünkü bu dil onun ana dili. (DEM PARTİ sıralarından alkışlar) Sadece o değil, ana dili Kürtçe olan hangi partiden olurlarsa olsunlar sayın milletvekilleri de anlarlar, öyle sanıyorum. Aramızda anlamayanlar için Türkçesini de söyleyeyim "Bu toplantımızın, ülkemiz halkına, Kürtlerin ve Türklerin arasındaki kardeşlik ilişkilerine hizmet etmesini canıgönülden diliyorum, bunu ümit ediyorum." dedim. Bir süredir Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda, burada, Kürtçe sözcükler duymaya, buna alışmaya başladık. Öyle ki Kürtçe sözcükleri sadece Kürt milletvekillerimiz değil, benim gibi 65 yaşından sonra Kürtçe ders almayı, Kürtçe öğrenmeyi öne almış milletvekilleri de kullanıyor. (DEM PARTİ sıralarından alkışlar) O yaştan sonra Kürtçe öğrenmeye kalkışmamın tek bir sebebi vardı, bunu TRT ekranlarında da yıllar önce açıklamıştım, ülkemiz nüfusunda en az 5'te 1 oranında, neredeyse 4'te 1 oranında halkımızın ayrılmaz bir parçası olarak gördüğümüz Kürt vatandaşlarımıza göstermemiz gereken saygıdan ötürü. Kürt vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu benim ana dilimi biliyor, resmî dil olduğu için öğreniyor ama benim gibilerin de en azından gönüllü olarak onların ana dilini öğrenmeye çalışması, hem onlara saygı ve hem de ülkemizin ulusal, toplumsal ve hatta toprak bütünlüğü bakımından gerekli bir çaba olmalıdır. Öyle düşünmüştüm, bugün de öyle düşünüyorum. Bir durup düşünün, şu anda, Türkiye Büyük Millet Meclisinin çatısı altında Kürtçenin işitilmesi ülkenin birliği açısından daha hayırlı değil mi? Hatırlayın, Leyla Zana 1991 yılında milletvekilliği yemininde "Türk ve Kürt halklarının kardeşliği" sözcüklerini yemininin sonunda Kürtçe olarak söylediğinde kıyamet kopmuştu. Bugün ise Kürtçenin yani ülkemizin Kürt vatandaşlarının ve bir bölüm milletvekilimizin ana dilini burada "anlaşılmayan bir dil" olarak tutanaklara kaydedilmeden, bu çatı altında telaffuz edilebilmesini bölünme değil birleşme şansı olarak görmeliyiz.

Size tanınmış yazı insanı Şeyhmus Diken'in iki ay önce yayımlanmış bir sözlü tarih çalışmasında yer alan 20 yaşındaki bir Diyarbakırlı gencin Diyarbakır aidiyetiyle ilgili şu satırlarını okuyayım: "Eski Diyarbakır, sokaklarında çocuklarının rahatlıkla oynadığı, kardeşliğin ve birlikteliğin sembolü, ırkçılık ve din ayrımının olmadığı samimi bir yer. Eski Diyarbakır, her türlü insanı bağrına basan kadim bir şehir. Mertliğin, cömertliğin ve kardeşliğin şehri orası." Diyarbakırlı gencin bu sözlerine ben de bir şey ekleyelim: Sadece Diyarbakır değil tüm Kürt illeri, ülkemizin tüm Kürt illeri mertliğin, cömertliğin ve kardeşliğin mekânlarıdır. Mertliği, cömertliği ve kardeşliği ülkemizin her köşesine, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısının altına taşıyalım. Anayasa'nın 3'üncü maddesini okumaya, okutmaya hiç gerek yok, Türkçe'nin resmî dil olduğuna kimsenin itirazı yok zaten.

Bu vesileyle size geçen hafta Ankara'da yapılan ve birçok siyasi partiden milletvekilinin ve hatta çok sayıda akademisyenin katıldığı bir toplantıdan söz etmek istiyorum. "Kürt Çalışmaları Merkezi" adlı kuruluş en son yaptığı Türklerin Kürt algısını ölçen bilimsel çalışmanın sonuçlarını ve ortaya çıkan verileri paylaştı. Bu verilerin en önemlilerinin başında Türkiye'de son on yılda Kürt kimliğinin güçlenmiş olması geliyor ama Türkiyelilik zayıflamıyor, tam tersine, güçlenen bir Türkiyeli Kürtlük kimliği var ve taleplerde birinci sırada ana dili geliyor. Türklerde bu talebe karşı büyük bir reaksiyon yok. Türklerin yüzde 45-50'si bu konuyu müzakereye açık. Nüfustaki oranıyla buna Kürtleri de ilave ettiğiniz takdirde bu oran yüzde 60'ı geçiyor. Yani ülkemiz nüfusunun yüzde 60'ı ve üzeri "Dil meselesi ve diğer demokratikleşme taleplerini bir masa etrafında konuşabilmeye hazırız." diyorlar. Gel gelelim, araştırmacılardan biri şu uyarıyı yapma gereği duydu ve şöyle dedi: "Ancak siyaset sahnesi çok böyle değil. Görünen o ki toplumda değişen Kürt algısı ve Kürtçeye dair yaklaşım ile siyaset sahnesi çok uyum sağlamıyor. Siyaset buralardan kendine dersler çıkarıp bu değişen sosyolojiyi nasıl konuşuruz diye çalışmaya başladığında cevaplar bulacaktır."

Şimdi, burada Cumhurbaşkanlığı bütçesine bakıldığı vakit, ülke halklarının birliği, özgürlük alanlarının genişletilmesiyle, ana dilinde eğitimin sağlanmasıyla nasıl sağlama alınır, bu konuda hiçbir şey yok ama Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bütçesinin bir önceki yıla oranla 2 mislinden fazla artışı öngörülmüş, 286 milyona çıkarılması teklif ediliyor. Geçen yılın rakamı 114 milyon lira, bir yıl içinde yaklaşık 172 milyon lira artış; bu anormal artışın hiçbir inandırıcı gerekçesi yok. Millî Güvenlik Kurulu istişari bir organ olmaktan çıkartılıp yeniden güvenlikçi bir devletin payandası olarak sanki tasarlanmak isteniyor. Dolayısıyla bu zihniyetle hazırlanan Cumhurbaşkanlığı bütçesini reddetmek, ona "hayır" oyu vermek demokrasi ve özgürlüklere öncelik vermenin gereğidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerek Büyük Millet Meclisinin açılış konuşmasındaki gerek o günden bugüne çeşitli beyanlarındaki vurgularından anladığımız kadarıyla yakında yeni bir anayasa önerisiyle gelecek. Kendisine Anayasa'nın, ana dilinde eğitimi engelleyen 42'nci ve 66'ncı maddelerini ciddi bir değişikliğe uğratacak bir çalışma içine girmesini önereceğim. Ayrıca, "darbe anayasası" diye nitelediğiniz 1982 Anayasası'nın halk iradesini gasbeden, İçişleri Bakanına seçilmişleri görevden alma yetkisi veren 127'nci maddesini de kaldırın, sizin iktidarınız kadar Anayasa'nın baskıcı maddelerine başvuran hiç olmadı.

Söz Cumhurbaşkanı ve Anayasa'dan açılmışken, şu sırada, Cumhurbaşkanlığı bütçesini, yakın tarihimizin en ağır anayasal krizinin içine düştüğümüz bir sırada tartışıyoruz. Cumhurbaşkanının görevlerini tanımlayan Anayasa madde 104'te deniliyor ki: "Cumhurbaşkanı, Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder." Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay ters düştüler. Cumhurbaşkanının bu krizde yapması gereken Anayasa'ya başvurmak ve gereğini yapmaktı, Anayasa'nın 153'üncü maddesini uygulamaktı; bu madde Cumhurbaşkanını da bağlıyor ve derhâl uygulanmasını gerektiriyordu. Anayasa Mahkemesi dün Can Atalay'a ilişkin, üstelik bu kez 12'ye 3 gibi büyük bir oy farkıyla yeni bir ihlal kararı verdi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın derhâl bu kararı uygulatması gerekiyor ve Can Atalay, bu sıralardaki meşru yerini bir an önce almalıdır. Peki, ya, yüksek yargı organları arasında görüş ayrılığı varsa ne yapacağız? Kendisini kısa süre önce Silivri'de ziyaret ettiğim Hatay Milletvekili ve hukukçu Can Atalay, bana bu konuda yol gösterici bir şekilde, Anayasa'nın 158'inci maddesini hatırlattı; ben de gittim, baktım Anayasa'nın 158'inci maddesine ve Cumhurbaşkanlığı için hakemliğe de gerek bıraktırmıyor. Ne deniyor Anayasa'nın 158'inci maddesinin son cümlesinde? "Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır." Dolayısıyla, bitti... Söyleyeceğim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşları Anayasa'ya uyun, Anayasa'yı uygulayın, Türkiye'yi görülmemiş bu hukuk krizinden çıkarın.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

OSMAN CENGİZ ÇANDAR (Devamla) - Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. "..." (*) (DEM sıralarından alkışlar)