GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 10'uncu Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:43
Tarih:22.12.2023

SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA SELÇUK ÖZDAĞ (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2024 yılı Cumhurbaşkanlığı ve bağlı kurumlarına ait bütçe hakkında Gelecek-Saadet Grubu adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, 2017 yılında bir referandum yapılarak Türkiye, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemini kabul etti ve ardından da 2018 yılında bu sistemde ilk defa bir seçim yapılarak Sayın Erdoğan da Cumhurbaşkanı olmuştu. Biliyorsunuz, Türkiye'de çok partili hayat dönemi başladıktan sonra yine aynı şekilde parlamenter sisteme geçilmişti ve bu parlamenter sistemde de çeşitli sıkıntılarımız olmuştu. Buraya gelen hükûmetler hemen ortaklarıyla karşılaşıyorlardı; bunlar zaman zaman askeri cuntacılar, zaman zaman sermayedarlar -iyilerini tenzih ederiz- zaman zaman da medya patronları ve oligarşik bürokratlardı ve fakat en önemlisi de darbelerdi; 1960, 1971, 1980, 1997 postmodern darbe, 27 Nisan e-muhtırası ve ardından da 15 Temmuz darbe girişimi. Bu darbelerin tamamı ekonomimize ve demokrasimize ve de aynı zamanda kültürel hayatımıza, milletleşmemize mâni oldu.

Değerli milletvekilleri, ardından, bu Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçtikten sonra vaatler verildi, denildi ki: "Parlamenter sistemde ciddi problemlerimiz oldu, Türkiye'yi kalkındıracaktık ama Ankara'ya geldiğimiz zaman bu vesayetçi yapılarla karşılaştık. Bu vesayetçi yapılarla mücadele etmemiz gerekiyordu." Ve edildi de zaten, uzun süre bu vesayetçi yapılarla mücadele verilerek Türkiye, demokratikleşme hamlelerini bir noktadan bir noktaya kadar getirebilmişti. Bir yandan Avrupa Birliği kriterleri -o fasılların açılması- bir diğer yandan kanunlarımızdaki düzenlemeler ve Anayasa değişiklikleriyle beraber Türkiye, demokratikleşme yolunda çok büyük mesafeler katetti. O, "kör" dediğiniz, "şaşı" dediğiniz, "topal" dediğiniz, "çolak" dediğiniz parlamenter sistem de -göreceli de olsa- birilerine göre zaman zaman başarısız bulunsa bile bence başarılıydı.

Ardından da, bu darbe girişiminden öncesi, siz vesayetçi yapılarla mücadele ederken yanınıza bir ortak aldınız. Bu ortak "cemaat" denilen Fetullah Gülen ve arkadaşlarıydı. Bunlarla beraber bir yolculuk yaptınız, hatta bazı milletvekilleriniz televizyona çıkarak "Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı ve Türkiye'deki vesayetçilere karşı bu cemaatle iş birliği yaptık." diyerek konuşmalar yaptılar fakat onları tekzip etmediniz, o insanları taltif etmeye devam ettiniz. Ben, milletvekili olduğum zaman, 2011 yılında, Adalet ve Kalkınma Partisinden, Sayın Başbakana bir mektup yazmıştım. O mektupta bu cemaat hakkında kanaatlerimi, bilgilerimi paylaşmıştım ve demiştim ki: "Bunlar devleti ele geçirme çalışması yapıyorlar, 2009 yılından itibaren." Bunların gerçek yüzünü görmüştüm ve de bunlar zaten Darbe Komisyonunun Başkan Vekilliğini yaptığımda, 15 Temmuzun araştırma komisyonunun Başkan Vekilliğini yaptığımızda bunları gördük. 91 yılından itibaren devleti ele geçirme çalışması... Bir gün bir ihtilal yapacaklarını söylüyorlar ve ardından da şöyle söylüyor bu şahıs, bu "FETÖ" denen şahıs: "Humeyni ne ki, Humeyni üçüncü sınıf bir darbe yapmış, ihtilal yapmış; ben, birinci sınıf bir ihtilal yapacağım."

Ardından da bu şahısla beraber yolculuğunuz esnasında vesayetçi yapılarla mücadele ettiniz ama vesayetçi yapılar yavaş yavaş tasfiye edildikten sonra ve ardından da sizler bu yapıyla mücadele etmeye başladığınızda... Ki, ben de oradaydım, doğru bir mücadeleydi ama bu mücadele çok daha erken başlaması gerekirken 17-25 Aralıkla başladı. Çok daha öncesinden bizim istihbaratımızın; bizim Jandarma istihbaratımızın, Millî İstihbarat Teşkilatımızın, Emniyetimizin, askerîyemizin ve de devletimizi yöneten Hükûmetimizin mutlaka bunu bilmesi gerekiyordu. Nasıl bilemezsiniz? Benim 2009'da gördüğümü, 2011'de gördüğümü siz nasıl göremezsiniz? Birileri gördü, görmezlikten geldi; birileri ise görmezlikten gelerek -daha doğru bir gerekçe olarak- gelecekteki hedeflerine doğru yürümek istediler.

Şimdi size soruyorum... Bu 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra milletçe ayağa kalktık; o gece ben Sayın Devlet Bahçeli'ye Sayın Ümit Özdağ vasıtasıyla ulaşmaya çalıştım -aslında Erkan Akçay'la ulaşmam lazımdı, o da Manisalı, ben de Manisalıyım, bir noktada aklıma gelmedi- ardından, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanına Engin Altay'la ulaşmak istedim ve ulaştım onlara -Başbakana ilk haber verenlerden biriyim- dedim ki: "Bize de dönün, durum kritik." Onlar bana "Darbelerin karşısındayız, seçilmiş Hükûmetin yanındayız ve de Cumhurbaşkanının yanındayız." ifadesini kullanmıştı. Keşke bu mücadele daha öncesinde yapılmış olsaydı da Türkiye böyle bir darbeyle karşı karşıya kalmamış olsaydı.

Bu darbe girişimine öncelikle Türk Silahlı Kuvvetlerindeki vatansever, demokrasiye inanan askerlerle, Emniyet yetkilileriyle, ardından yargı mensuplarıyla ve siyasetçilerle, bu Parlamentoya gelen siyasetçilerle, tüm partililerle beraberce direndik ve gazetecilerle birlikte darbeye "Dur!" dedik. Bu, darbeydi ama "Gülenizm"di, "Gülenizm"i inşa edeceklerdi; buna müsaade etmedik.

Ardından "Daha fazla demokrasi olsun, daha fazla demokratik hamlelerle karşılaşalım, Türkiye'yi demokratik bir ülke yapalım, bir daha darbeler olmasın, aynı zamanda da gelir dağılımında adaleti ve eğitimde fırsat eşitliğini oluşturalım." diyerek çabalar sarf edileceğini zannettik. İlk zamanlar olağanüstü hâl ilan etmek doğruydu ve o demokrasi yürüyüşleri veya demokrasi nöbetleri doğruydu ama bunun bir süresi olması gerekiyordu. Bu çok uzun süreler aldı ve bu sırada bu yapının içerisine cemaat saikiyle girenler, bu yapının içerisine iyi niyetle girenler, bu yapıya Hükûmetin teşvikleriyle girenler... Çünkü bunların açmış olduğu okulların tamamında, bunların üniversitelerinde, hastanelerinde, bunların hemen hemen her basın-yayın organlarında imzanız var; bakanların, valilerin, kaymakamların ve bir yandan başbakanların, Bakanlar Kurulunun, Cumhurbaşkanının imzaları var ve bu yapıya da bu nedenle vatandaşlar bir noktada rağbet ettiler ve cerbezeli bir hâldi orası, oraya doğru yürümek istediler. Ardından, yargımızın devreye girmesi gerekiyordu. Türkiye'de yargı, Türkiye'de bürokrasi, Türkiye'de Hükûmet bu yapıyla mücadele edecek bir donanıma sahip değildi, ben bunu Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkan Vekiliyken gördüm. İstihbaratımız buna hazır değil çünkü istihbarat tamamen onların eline geçmiş; askerî istihbarat ellerinde, askeriye ellerinde, Emniyet ellerinde ve bunlar yapılırken bir noktada göz yumulmuş.

Size tarihî bir hakikati anlatacağım, ben bir tarihçi olarak da şunu söyleyeyim size: Bayezid ile Cem'in kavgasını biliyorsunuz değerli milletvekilleri. Bayezid ile Cem kavga ederler; Cem yenilir, Bayezid Osmanlı Sultanı olur, Cem de Venediklilere sığınır. Sonra pişmanlık duyar, döner, abisine bir mektup yazar "Ben pişmanım, Saruhan'ı ve aynı zamanda Menteşe'yi bana verirsen ben oralarda yaşarım; geri kalan topraklar çok büyük, oraları da sen idare edersin." der ve Bayezid ona bir mektup yazar "Bre Cem, sen bilmez misin ki iktidar paylaşılmaz." diyerek. İktidar kişilerle paylaşılmaz arkadaşlar, iktidar kesinlikle cemaatlerle, kesinlikle etnisite yapılarıyla, mezheplerle paylaşılmaz; iktidar milletle paylaşılır. Bakın, Türkiye'de "Gülenizm"e mâni olduk ama birileri de "Erdoğanizm"i inşa etmek istiyorlar. Birileri şöyle söylüyor: "Kemalizm kötüydü." Bütün "izm"lerde kötülükler vardır, bütün "izm"lerin iyi yönleri de vardır ama daha çok bu isimler dünya tarihî içerisinde hep acılar bırakmıştır, acı tortularla bizi karşılaştırmıştır. Şimdi de kalkıp birileri "Erdoğanizm"i inşa etmek istiyorlar. Bakın, kişi devleti kurdurmayacağız, bir parti devleti kurdurmayacağız, kesinlikle kurdurmayacağız. Bakın, "Erdoğanizm"le ilgili söyleyeyim size, bir arkadaşınızın sözü bu: "Yeni bir devlet kuruyoruz..."

VEHBİ KOÇ (Trabzon) - Çok ayıp, çok.

SELÇUK ÖZDAĞ (Devamla) - Ve o "Çok ayıp." diyen arkadaşa sesleniyorum "Yeni bir devlet kuruyoruz, beğenseniz de beğenmeseniz de o devletin kurucusu Recep Tayyip Erdoğan'dır." denildiği zaman niye sesiniz çıkmadı? Niye Sayın Erdoğan "Bu devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür ve ben de sadece ve sadece Cumhurbaşkanıyım, sistemi zenginleştirmek istiyorum, ülkeme katma değerler sağlamak istiyorum." niye demedi? Beklerdim ki bunu söylesin, bu ayıp değil. Arkadaşınız söylüyor bunu.

Değerli arkadaşlar, şimdi, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminde vaatlerinize gelelim. Ne demişsiniz gelin, bakalım: Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sürdürülecekti -makul sürede yargılama hakkı güçlendirilecek diye tarih bile verilmişti, mağdur odaklı bir anlayışa geçilecek diye umut dağıtılmıştı- reformlar devam edecek ve Yargı Reform Stratejisi güncellenecekti, güçlü ve etkili bir ülke olarak Avrupa Birliğine katılım hedefi sürdürülecekti ve -burası önemli- Filistin davasına tam destek ve yardımlar devam edecekti.

Şimdi, Filistin davasına gelince, bakın, bunun müsebbibi de sizsiniz. Niye sizsiniz? Çok sağlıklı bir dış politika izliyordunuz. Diyordunuz ki: "Komşularımızla sıfır problemli ilişkiler sürdüreceğiz." Sıfır problemli ilişkilerden başlayan problemleri söyleyeyim size: Avrupa Birliğine kafa tutmalar, ardından "Ey Hollanda!" "Ey Almanya!" "Ey Merkel!" "Ey Trump!" "Ey Biden!" ve "Ey Netenyahu!" bu konuşmalar devam etti. Ardından ne oldu? 15 Temmuz olduğu zaman Birleşik Arap Emirlikleri'yle ilgili bu gazeteler manşet atmışlar ve sizler de bunu tasdik etmiştiniz. Sabık İçişleri Bakanı da böyle söylemişti. "Şerefsizler" diye başlık atılmıştı. Sonra ardından, tekrar, yeniden al gülüm ver gülüm, al takke ver külah, bu şekilde bir yakınlaşma meydana geldi. Yine aynı şekilde, Kaşıkçı cinayetiyle Suudi Arabistan'la çok ciddi şekilde ilişkiler devam ederken... Ve ben oralara gittiğimde, Arap ülkelerine gittiğimde, Afrika'ya gittiğimde bana hep şöyle söylüyorlardı: "Osmanlı, Galatasaray, Recep Tayyip Erdoğan." Oradan buralara doğru evrilmeler. Bakın, işte, tek adamlık böyledir arkadaşlar. Eğer bir kişiye karşı... Hepinize sesleniyorum, bütün milletvekilleri ve bütün partililere sesleniyorum, diyorum ki sizlere: Bakın, Allah'ın peygamberine bile vermediği, arkadaşlarına bile vermediği şeyleri... Şimdi biz geliyoruz, parti liderlerimize, ona buna biat etmeye çalışıyoruz. Cumhuriyet hür akıl istiyordu, "Ben vicdanı hür, irfanı hür, fikri hür insanlar istiyorum." diyordu. İslam da kesinlikle fikirde birlik istemiyordu, fikirlerimiz farklı farklı olacak, hatta itikatta bile birlik istemiyordu, Amentü'de birlik istiyordu. O nedenle, biz buralarda geleceğiz, ve Filistin davasının sorumluluğunu da sizlere yükleyeceğiz. Niye? Eğer siz Mısır'ın iç işlerine karışmasaydınız, eğer sizin Birleşik Arap Emirlikleri'yle ilgili bildiğiniz belge ve bilgiler varsa, bunları sessiz ve derinden yürütseydiniz, Kaşıkçı cinayetiyle ilgili Suudi Arabistan'la ilişkilerinizi daha normalleştirerek daha doğru bir şekilde yapabilseydiniz, ardından da İsrail'e ilişkilerinizi doğru bir şekilde yürütebilseydiniz... Çünkü İsrail'e çok ciddi övgülerde bulunmuşsunuz -arkadaşımız burada konuşurken vefat etmişti, biliyorsunuz bunları söylerken- ardından da maslahatgüzarlığa kadar indirmiş oldunuz ilişkileri tekrar yeniden büyükelçilik noktasına getirdiniz. Getirmeyin mi? Getirin, iyi ilişkileriniz olsun ama bu kadar da savrulmayın canım, bu kadar da savrulmayın ve bunun bedelini işte Filistin ödüyor. Siz zannediyorsunuz ki bu İsrail şimdi Filistin'e geldi... Ben İsrail Büyükelçiliğinin önünde konuştum, dedim ki: Bunların meselesi önce Lübnan, Ürdün, ardından Mısır, Golan Tepeleri; Suriye ve ardından da Türkiye; Fırat ve Dicle. Bunların arzımevutları var, buralara gelecekler. Bilmiyor musunuz bunları? Biliyorsunuz, övgüler yağdırdığınız yapının durumunu da biliyorsunuz ama eğer bu dış ilişkilerinizi, dış işlerindeki ilişkilerinizi doğru, akli yapabilseydiniz, mantıklı yapabilseydiniz, hukuki yapabilseydiniz "win and win" şeklinde yapabilseydiniz, buraya nefsinizi, buraya egonuzu karıştırmasaydınız... "Dünya 5'ten büyüktür." diyorsunuz, doğrudur, dünya 5'ten büyüktür ama Türkiye de Recep Tayyip Erdoğan'dan büyüktür, Türkiye de bir partiden büyüktür; kesinlikle bunu herkesin bilmesi gerekir. Ortak akla ihtiyacımız var. Ardından ne diyordunuz? Ekonomik büyüme ivme kazanacaktı; faizler, enflasyon ve cari açık düşecekti; Türkiye'nin yatırım cazibesi daha da yükselecekti; enflasyon ve döviz kurları stabil hâle gelecekti; vergi kanunlarında kapsamlı reforma gidilecekti -motorlu taşıtlar vergisinin 2 kere alınmasını unutmuşsunuz, onu yazmamışsınız yani vergi reformunun ne olduğunu hep beraber gördük- daha itibarlı Meclis, daha güçlü Hükûmet, daha etkin, bağımsız ve güçlü yargı, derli toplu, etkili yürütme fonksiyonları, kuvvetler ayrılığının daha sağlıklı uygulanması sağlanacaktı; Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle ilgili bürokratik engeller kalkacak, kararlar hızlı ve etkili bir şekilde alınacaktı, Türkiye dünyaya örnek olacaktı. Evet, örnek oldu. Ve Binali Yıldırım'ın demiş olduğu gibi, ne diyordu Binali Yıldırım? "Dünyada parmakla gösterilen bir ülke olacağız." diyordu. Doğru, hayat pahalılığında parmakla gösteriliyoruz, enflasyonda parmakla gösteriliyoruz, faizlerin yükselmesinde parmakla gösteriliyoruz, adalet endekslerinde adaletin olmamasından parmakla gösteriliyoruz.

Şimdi, burada Abdullah Bey, AK PARTİ Grup Başkanı ve kendisi burada bir konuşmasında -kendisini gördüm, aklıma geldi- şöyle söylemişti: "Bakın, Türkiye'de bu problemler var, endekslerin problemleri yani cinayetler var, tacizler var, tecavüzler var, şunlar var, bunlar var." Hatta bazı İskandinav ülkelerinden de örnekler vermişti. Doğrudur, oralarda da vardır ama suimisal hiç emsal olur mu, kötü örnek emsal olur mu? Biz bir İslam geleneğinden geliyoruz -Türk-İslam geleneği- ve biz geleneğimize, medeniyetimize "gözyaşı medeniyeti" demişiz, "kitap medeniyeti" "ilmihâl medeniyeti" demişiz. Şimdi gelmişsiniz, burada başkalarının kötü örneklerinden... Niye bizim tarihimizin güzel örneklerini gösterip de "Bizim ülkemizde olmayacaktır, onlar bizi örnek alacaktır." demiyorsunuz. Doğru, her şeyde dünya bizi parmakla gösteriyor! Bu da bizim için çok ciddi sıkıntı.

Şimdi, Mehmet Şimşek Bey "Para var." dedi, konuştu. Ya, Mehmet Şimşek Bey, Sayın Bakan, para varsa eğer Türkiye'de, siz niye bu EYT'lileri yıllarca inim inim inlettiniz, "İskandinav ülkeleri battı, bundan battı." diyerek ve "Bir daha da bunlara dönmeyeceğiz." diyerek niye böyle cevaplar verdiniz? Ve de dediniz ki: "İktidarımıza mal olsa bile bu EYT'yi çıkarmayacağız." AK PARTİ'li bir arkadaş burada konuşma yaptı "Bizim iktidarımızdan önce çıktı bu kanun." dedi. Tamam, kötü bir kanunsa -bak, yıllar sonra kötü olduğunu anlamışsınız- niye o zaman bu sözleri sarf ettiniz siz, niye bunları söylediniz? Sayın Mehmet Şimşek, para varsa şimdi, bunların 5000 prim günleriyle ilgili emeklilik hakları var, sağlayın bunları; 3600'le ilgili aynı zamanda bunların kısmi emeklilik hakları var, sağlayın bunları; yardımcı hizmetler sınıfının problemleri var, yapın bunları; Türkiye'de çiftçilerin ciddi problemleri var... Ama yapamazsınız. Bak, niye yapamazsınız, söyleyeyim: Covid sürecinde bir maskeyi dağıtamadınız, hatırlayın, bir maskeyi dağıtamadınız ve Türkiye'de, hatırlarsanız eğer "Şehirlerimizde 500 lira kira vereceğiz, büyükşehirlerde 750 lira kira vereceğiz." dediniz. Allah aşkına, siz çarşıyı pazarı, bu dükkânları hiç mi gezmiyordunuz; Ankara'nın sokaklarından, Manisa'nın sokaklarından, Muğla'nın, İstanbul'un sokaklarından bihaber miydiniz siz? 500 liraya kira mı olur be, 750 liraya kira mı olur! Şimdi, kalkmışsınız, demişsiniz ki: "Biz emeklilere 5 bin lira para vereceğiz." Temmuz ayında memurlara zam yapmışsınız ve bunlara 8.077 lira seyyanen zam yapmışsınız, ardından da memur emeklileri unutmuşsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı da şöyle seslenmiş: "Ben duyuyorum bu serzenişleri ve şikâyetleri. Şimdi, bunlara, bir defaya mahsus olmak üzere 5 bin lira vereceğiz." Yahu yaptığınız işi düzgün yapın, Allah aşkına ya!

Burada çok fazla grup önerileri verdik, araştırma önergeleri sunduk, çok fazla basın toplantıları yaptık, hatta Parlamentoyu Cumhuriyet Halk Partisiyle beraber ve diğer partilerle birlikte -İYİ Parti, Saadet Partisi, Gelecek Partisi, DEVA Partisi, Demokrat Partiyle beraber- olağanüstü toplantıya çağırdık; gündemimiz zamlardı hatırlarsanız eğer, size yol gösterdik. Allah aşkına, biz işgal güçleri miyiz, biz teröristler miyiz, biz bu memleketin vatandaşları değil miyiz, söyler misiniz bize?

Şimdi, Suriye'den insanları getiriyorsunuz... Bu Suriye politikanız da bir noktada AK PARTİ iktidarı ile Amerika Birleşik Devletleri'nin politikası gibi gözüküyor ve gelinen nokta böyle çünkü bölünmüş bir Suriye, bölünmüş bir Irak, bölünmüş bir İran, bölünmüş bir Türkiye İsrail'in işine gelir, egemen güçlerin işlerine gelir. Suriye'nin toprak bütünlüğü olacak, öbür tarafta Irak'ın olacak, öbür tarafta İran'ın olacak, Türkiye'nin olacak; sıra bize de gelmiş olacak.

Şimdi burada bu 5 bin lirayla ilgili diyoruz ki: "Gelin, çalışanlara da verin." Vermiyorsunuz. Ardından geliyorsunuz, "Çalışanlara vereceğiz." diyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı oradan diyor ki: "Bunu düzelteceğiz." ÇKS'si olanlara vermiyorsunuz yani Çiftçi Kayıt Belgesi olanlara vermiyorsunuz, odalara kayıtlı olanlara, ziraat odalarına veyahut da öbür tarafta esnaf odalarına kayıt olmuş o şahıslara vermiyorsunuz çünkü işinizi güzel yapmıyorsunuz. Neden yapmıyorsunuz biliyor musunuz, söyleyeyim size: Bakın, bu sistemden dolayı yapmıyorsunuz. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi ortak aklı ortaya çıkarmaz, hür aklı ortaya çıkarmaz ve Cumhurbaşkanından izin almadan hiçbir kurum, hiçbir kurum hiçbir şey yapamaz; siz en acil meseleleri, ehem ve mühim meseleleri bile öne alamazsınız, almanız mümkün değildir çünkü burası bir tek aklın yönettiği ülke hâline gelmiştir. Çok akıl yönetecek, inisiyatif alacak Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri burada. Diyanet İşleri Başkanlığı gündeme gelecek, Diyanet İşleri Başkanlığına da geleceğim biraz sonra, ona da söyleyeceklerim var ve İletişim Başkanlığına da söyleyeceklerim var.

Değerli milletvekilleri, şimdi, burada "Türkiye Büyük Millet Meclisi güçlü olacak." diyordunuz, değil mi? Güçlü oldu mu Allah aşkına? Siz geçmişle bir kıyaslayın ne olur, Allah aşkına diyorum sizlere, aziz milletim duyuyor buradan. Siz parlamenter sistemde ne güzel işler yapıyordunuz -birileri, Cumhuriyet Halk Partisi itiraz edebilir, ben itiraz edebilirim, "göreceli" diyebiliriz- sağlıkta güzel reformlar yaptınız, iletişimde güzel reformlar yaptınız Türkiye'de, yollarda, ulaşımda güzel reformlar yaptınız, üniversitede güzel reformlar yaptınız. O zamanlar bir denetleme vardı; yasama, yürütme ve yargı birbirini denetliyordu. Zaman zaman şikâyet ettiğiniz hususlar vardı, yargıdan zaman zaman ayağınıza takoz koyanlar vardı veyahut da yürütmeden, yürütmenin dışında yasamada bunlarla karşılaşıyor olabilirsiniz. Bunları uzlaşarak yaparak... Bu kadar tecrübeli bir yapıyı bozmayacaktınız ve ardından da FETÖ darbesini bahane ederek gelip Türkiye'de 1 kişinin iktidarını sağlamayacaktınız sizler; bunları yaptınız.

Şimdi, Parlamento güçlü mü? Kanun teklifleri veriyoruz. Ne zaman... Allah aşkına bu kanun tekliflerinin bir tanesi geliyor mu buraya? Hani bu Meclis çok güçlü olacaktı, hani milletvekilleri çok güçlü olacaktı, milletvekillerinin kanun teklifleriyle Türkiye yönetilecekti. Hep kararnamelerle yönetiyorsunuz, kararla yönetiyorsunuz veyahut da kanun hükmünde kararnameyle yönetiyorsunuz. Ya, kararnameyle yönetme... Ona bile bazen şüpheyle bakıyorsunuz. Niye? Anayasa Mahkemesine giderse "Ola ki döner." diyerek, İstanbul Sözleşmesi'ni buradan kaldırdıktan sonra veya başka konularda, hemen "Danıştaya gidecek." diyerek, oraya göndermek için kararla yapıyorsunuz, Cumhurbaşkanlığı kararıyla yapıyorsunuz ve ardından da bakıyoruz ki Parlamento yok.

Parlamento -amiyane tabirle söyleyeceğim, bütün milletvekilleri beni bağışlasınlar- 1'in sonundaki sıfır gibi, matematikteki etkisiz eleman gibi Parlamento. Buraya niye geliyoruz ki biz? Ne yapabiliyoruz ki? Hangi soru önergemize "evet" diyorsunuz ki siz? Hazırladınız, şimdi bu bütçe geldi. Ya, bu bütçenin, Allah aşkına, sizler bir satırını bizlere değiştirttiniz mi? Hiç mi doğruyu söylemez bu CHP'liler, HDP'liler -DEM PARTİSİ oldu- Milliyetçi Hareket Partililer, İYİ Partililer, Gelecek, Saadet, DEVA, Demokrat Parti? Hiç mi bir şey söylemez? Cemal Bey görüyorum sizi, "Demokrat" diye de söyledim zaten. Ardından hiç mi bizim bir cümlemiz değişmez orada ya? Bir cümleyi değiştirmediniz, bir kelimeyi değiştirmediniz, bir virgülü değiştirmediniz; getirdiniz buraya, şimdi de aynı şekilde buradan geçireceksiniz.

Zaman zaman da tahammülsüzlük gösteriyorsunuz. Her şeyi yapıyorsunuz. Ara sıra söylüyorum, kadını erkek yapamıyorsunuz, erkeği kadın yapamıyorsunuz; her şeyi yapıyorsunuz. Kanunlarla yapıyorsunuz, kararnamelerle yapıyorsunuz. E, niye burada tahammül etmiyorsunuz bizim konuşmalarımıza? Neden burada sataşmalarda bulunuyorsunuz? Ne diyordu 17'nci yüzyılda Voltaire? "Senin konuşmalarının hiçbirine katılmıyorum ama düşüncelerini söyleyebilmen için canımı veririm." diyordu. Sizler de böyle söylesenize, niçin tahammül etmiyorsunuz?

Size söyleyeyim, örnek vereyim ben: Ben Adalet ve Kalkınma Partisinde milletvekilliği yaparken Manisa'da 2014 seçimlerini kaybetmiştik, Milliyetçi Hareket Partisi kazanmıştı ve geldim ben -yüzde 47 oy vardı o zaman, yüzde 37'ye düştü, seçim kaybedildi- buradan bir muhalefet milletvekili çok ağır eleştirilerde bulunuyordu, arkadaşlar ayağa kalktılar -bazıları "hocam" diyordu, bazıları "ağabey" bazıları "Selçuk Bey" diyordu- oturun dedim. "Niye? Çok ağır hakaretlerde bulunuyor, ne yapacağız?" dediler. Dövecek misiniz adamı? Biraz sinirlendiler, oturun dedim. Bak, Manisa seçimlerini kaybettik, kazanacağımız bir seçimi kaybettik. Ben on beş gündür evde kendimde değilim, hanım bana soruyor: "Ya, sen miydin belediye başkanı adayı?" Bendim, evet, bendim aday diyorum çünkü seçim kaybetmek zordur ve seçim kaybettikten sonra insanların muhalefet ederken de ara sıra hırçınlaşması doğaldır.

VEHBİ KOÇ (Trabzon) - Sizin gibi!

SELÇUK ÖZDAĞ (Devamla) - Siz iktidar oldunuz; taç giyen baş uslanırmış, uslanacaksınız.

RIDVAN UZ (Çanakkale) - Nerede, nerede?

SELÇUK ÖZDAĞ (Devamla) - Sayın Vehbi Koç, duyuyorum sizin sesinizi.

Ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi için şöyle söylüyorsunuz: "Gelin, bir kanun teklifimizi ortaklaşa kabul edelim, oy birliğiyle kabul edelim." diyorsunuz. Oy birliğiyle kabul ettiğimiz yasalar vardı burada, mesela İstanbul Sözleşmesi gibi. Birileri katılır, birileri katılmaz ama bu Meclis tarihinde çok nadirdir ki böyle konularda oy birliğiyle karar almış. 2011 yılı, ben de buradaydım, ardından Sayın Cumhurbaşkanı bunu imzalamış, Bakanlar Kurulu imzalamış, 2022 yılına kadar buna tahammül etmişsiniz, ardından da demişsiniz ki: "Bu İstanbul Sözleşmesi'ni kaldıralım." Kim kaldıracak? Meclis ama kim kaldırıyor? Sayın Erdoğan kaldırıyor. Oy birliğiyle karar aldığımız yasaları bile, kanunları bile Sayın Erdoğan ortadan kaldırabiliyor.

Şimdi soruyorum size: Sayıştay denetiminden kaçınmak için 50 tane takla attığınız, çevirdiğiniz düzenlemelere mi "evet" vereceğiz biz? Ardından liyakatli kamu görevlilerini havuzlara doldurup yerlerine liyakatsiz vatandaşları doldurmanıza mı oy vereceğiz biz? Ya, soru önergesi verdim, cevap verilmedi: Türkiye'de şu ana kadar, bu Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçildikten sonra genel müdür, hatta müsteşar dâhil -o sistemden geçerken müsteşarlar da vardı- genel müdür yardımcıları, daire başkanları, il müdürleri, bölge müdürleri, bu insanlardan kaç kişi kızağa çekildi? Yani Türkiye'de ondan önce siz kızağa çekerken CHP mi iktidardaydı ki yeni iktidar olduğunuzda siz kadrolarınızı değiştiriyorsunuz? bu da doğru değildir, niye kadrolar değişsin ki? Hepsi Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşları. Gelen bakan şoförünü değiştirsin, özel kalemini değiştirsin, korumasını değiştirsin, yürüsün o kadrolarla ama geliyor, bakıyoruz, burada bakanlar değişiyor, sistem değişiyor. Benim tahminim, on binlerce insan bugün kızakta, maaş alıyorlar; bunların ne kadarı... Çok değerli bürokratlar vardır bunların içerisinde. Bakan kendi arkadaşlarını, yandaşlarını getiriyor. Urfalı bir bakan geliyor, Manisalı bir bakan geliyor, öbür taraftan bir cemaate mensup bir bakan geliyor, öbür taraftan başka bir STK'ye mensup bakan geliyor, bütün kadroları onlarla dönüştürüyorlar ve değiştiriyorlar. Örnekleri veririm, vermek istemiyorum çünkü başıma geldi, çok şeyler geldi burada milletvekilliği yaparken.

21/f, 21/b, 21/c'li ihalelerle yandaşlara aktardığınız servet transferlerine mi, 1 liralık işi 5 değil, 10 değil, 20 katına yaptırdığınıza mı "evet" vereceğiz? Bu ülkenin kaynaklarını, vergilerini hortumlayanlara yol vermenize mi, ek motorlu taşıtlar vergisi getirmenize mi "evet" vereceğiz? Asgari ücretliyi açlığa mahkûm etmenize mi "evet" vereceğiz? Emekliye "ikramiye" adı altında harçlık verip ağızlarına bir parmak bal çalarken 50 dereden su getirmenize mi "evet" vereceğiz? Ve aynı işi yapan kamu çalışanlarına 40 değişik maaş uygulamanıza mı, atama bekleyen taşeron işçilerin hâlipürmelaline mi "evet" vereceğiz?

Ya, taşeron işçiler deyince aklıma geldi. Şimdi, taşeronla ilgili, Sayın Ahmet Davutoğlu Başbakanken, Sayın Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanıyken 800 bin taşeron kadroya geçirildi. Vallahi, o zaman da itiraz etmiştim; bu taşeronların çoğunluğu hiçbir kriter olmadan alınmışlar ama geçmişler kadroya. Bakın, siyasetçiyim, siyasetçi oy almak için zaman zaman karşısına kitleler almak istemez ama doğruları söyleyeceğim. Bugün varız, yarın yokuz; baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakmamız lazım. Yani iktidarda kalabilmek adına, Türkiye'nin servetlerini har vurup harman savurmak kimin hakkına ve kimin haddine olmalı Allah aşkına? Bunlar geldiler ve karar alındı. Bir daha taşeron işçi alınmayacak, taşeron şirketler lağvedilecek. Edildi mi? Edildi. KİT'ler unutulmuştu, KİT'lerle ilgili de çalışma yapılıyordu. Şimdi, 800 bin kişi taşeron olarak alınmış, Türkiye'de 800 bin taşeron var. Belediyelerde var, KİT'lerde var, her yerde var. Hangi kriterlerle alıyorsunuz? Bir kriter yok ki. Buradan referanslar yazılıyor, gönderiliyor. Ya, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığında çalışacaklar, bunlar ormanda çalışacaklar, öğretmenler, Millî Eğitimde çalışacak bu insanlar, belediyelerde çalışıyorlar. Gelin, bakın, bunların hepsine bir kadro verin ve ardından da kesin karar alın, bundan sonra bir kriter olmadan... İlkokul mezunu da olsa, ortaokul da olsa, lise de olsa, üniversite de olsa hangi yere ne eleman alacaksanız bunları KPSS'yle alın. Sonra şu mülakatları kaldırın Allah aşkına.

O gün burada İçişleri Bakanına soruyoruz, o gün burada Millî Eğitim Bakanına soruyoruz, diyoruz ki: "Sayın Cumhurbaşkanı seçim öncesinde 'Mülakatları kaldıracağım.' dedi." Tamam, güzel, alkışladık. Biz de dedik ki: Zaten bizim seçim beyannamemizde var. 6 partinin, Millet İttifakı'nın seçim beyannamesinde vardı. Bunlar kaldırılacak, mülakatlar kaldırılacak ancak yetenek sınavları için yapılacak ve bunlar da kamera kayıtlarına alınacak, üç ay içerisinde sonuçlandırılacak diyerek kriterler ve tarihler koymuştuk. Peki, Sayın Cumhurbaşkanı, İçişleri Bakanıyla, Millî Eğitim Bakanıyla veya diğer bakanlarla, taşeron işçi alan yerlerle, Tarım ve Orman Bakanıyla konuşup bunu yaptı mı? Şöyle söyledi: "Eğer ben bunu söylemişsem..." Ya, Sayın Bakanlar, hatırlatın, söyledi Sayın Erdoğan. Sayın Cumhurbaşkanı bunu söyledi. Peki, Millî Eğitim Bakanı ne dedi? "Mülakat gibi mülakat yapacağız." dedi, değil mi? Bu ne demektir mefhumumuhalifinden? Diyorsunuz ki: Biz burada daha önce torpil yapıyorduk, zaman zaman burada iltimaslar oluyordu, zaman zaman burada referanslar oluyordu, şimdi olmayacak manasına getiriyor. Ya, insan elinin değdiği yerde olmaz mı? Avrupa'da işe alımlarda mülakat mı var Allah aşkına? Hani, siz Avrupa Birliğini kendinize kriter alıyordunuz? Zaman zaman alıyorsunuz, zaman zaman da "Aman canım, almazlarsa almasınlar." falan diyerek kafa tutuyorsunuz; bir hafta sonra, on gün sonra, tekrar, yeniden "Avrupa Birliği bizi alabilir." diyorsunuz, bunları söylüyorsunuz. Benim de aklım karıştı vallahi, hangisi doğru, hangisi yanlış, bilemiyorum.

Şimdi, Anayasa değişikliğine gelince, yaşadığımız hangi sorunun, ekonomik sorunun, bu zamların, enflasyonun, hayat pahalılığının, adaletsizliklerin, hukukun adaletle buluşmamasının müsebbibi bu Anayasa, Allah aşkına sayın milletvekilleri, söyler misiniz? Anayasa'nın hangi maddesi sizin bu ülkeyi zengin yapmanıza, bu ülkeyi özgür yapmanıza, bu ülke insanlarını mutlu yapmanıza mâni? Hatta o eski Anayasa'nın maddeleri size kayyum atamayı da sağlıyor, İçişleri Bakanına sağlıyor bunu. Hatta Serap Yazıcı Hanımefendi geldi, ne dedi burada? Size "Gelin, bu maddeyi değiştirin, önce sizi göreyim -bir turnusol kâğıdı- ardından gelin, yeni bir anayasayla ilgili konuşalım." dedi. Siz mevcut Anayasa'ya uymuyorsunuz ki.

Anayasa Mahkemesi Can Atalay konusunda 2'nci kez bir ihlal verdi. Şimdi, değerli arkadaşlar, Can Atalay'la düşüncelerim yüzde 100 farklı; o İşçi Partili, ben Gelecek Partiliyim ve Saadet Partisinin Grup Başkanıyım ve dünyalarımız çok çok farklı. Benim meselem Can Atalay değil ki. Benim meselem, geçmişte Recep Tayyip Erdoğan da değildi, o zaman da Muhsin Yazıcıoğlu'yla siyaset yapıyordum. O zaman da aynı şekilde, başörtülü kızlarla ilgili mücadele verdiğimizde, 28 Şubatta, ben 3 defa üniversiten atıldım, onlar için atıldım ve 3 defa, iki buçuk sene işsiz kaldım orada. Niye? Alırdım doçentliğimi, yürürdüm ben orada, sesimi çıkarmazdım ama "challenge" yapmayı kendime şiar edindim ve dedim ki: "Meydan okuyacağım bu rektörlere." Okudum, beni de çok destekleyenler oldu.

Değerli arkadaşlarım, gelin, Türkiye'de bu mülakatı kaldırın; gelin, bu kriterleri koyun. İçişleri Bakanı, Millî Eğitim Bakanı, lütfen, Cumhurbaşkanının sözünü dinleyin. Sayın Cumhurbaşkanı, bunlar sizin sözünüzü dinlemiyorlarsa bunların hemen affını isteyin, bunlar hemen ayrılsınlar oradan. Başkalarını getirirse yine yaparlar mı böyle şey? Yaparlar. Niye yaparlar? Kötü polisi, iyi polisi oynuyorlar bu şekilde. Oysaki Sayın Cumhurbaşkanından habersiz kuş uçmaz Adalet ve Kalkınma Partisinde, kuş uçmaz; ondan habersiz hiçbir bakan hiçbir şey yapamaz.

Şimdi, Bakana soruyorum ben, Bakan cevabını vermedi, Bakana soruyorum: Bu kadar operasyon yapıyorsun, uyuşturucuya, baronlara, çetelere operasyon yapıyorsun, ee, sonuç? Tamam, güzel, devam et. Hemen bir soru daha soruyorum: "İstanbul Belediyesinden aldığınız dosyaları İçişleri Bakanı olarak yargıya intikal ettirdiniz mi?" diyorum, ses yok. Ettirirsen senin samimi olduğuna inanacağım. Yani şimdi, Süleyman Soylu o yedi yıllık İçişleri Bakanlığı döneminde yapmış olduğu icraatları habersiz mi yaptı zannediyorsunuz? İstihbaratın haberi yok muydu? Askeriyenin yok muydu? Medyanın yok muydu? Sezgin Baran Korkmaz olayını yazmadı mı bu medya bütün Türkiye'deki sansüre rağmen? Bütün Türkiye'deki basına sansür uygulanmasına rağmen, orada Sezgin Baran Korkmaz'ın İçişleri Bakanlığına geldiğini... Ne yapması lazımdı hemen? "Kamera kayıtlarını gösteriyorum, asla böyle bir şey yoktur." demesi lazımdı. Şimdi, Türkiye'de bu kadar baronla resminiz çıkacak, ardından kalkacaksınız, ocak ayında şöyle konuşacaksınız: "Yedi ay sonra, bak, yedi ay sonra..." Bir de böyle, bu şekilde bir gaz veriyor Adalet ve Kalkınma Partisinin tabanına. "Yedi ay sonra Almanya bizi kıskanacak." "Fransa bizi kıskanacak." "Bu Amerika var ya, darbenin arkasındaki Amerika, o da çatlayacak." diyordu; vallahi, kendisi çatladı herhâlde, sabık Bakanı hiç görmüyorum burada. Nerede? Gelsin ara sıra, burada bir boy göstersin, görelim bunu ya! Kurda kuşa yem mi oldun Sayın Bakan? Ara sıra gel buraya; bak, sonra "Ben bunları yaparken hiç kimsenin haberi yoktu, sorumlu bendim." veyahut da "Herkesin haberi vardı, ortaktık." diyerek söyleyeceksiniz bunları.

Anayasa değişikliğini yapamazsınız, yapmanız mümkün değildir. Neden? Siz mevcut Anayasa'ya uymuyorsunuz.

CEMAL ENGİNYURT (İstanbul) - Bravo!

SELÇUK ÖZDAĞ (Devamla) - Siz mevcut Anayasa'ya uymuyorsunuz, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili uymuyorsunuz; çifte standartlısınız siz. Devlet, bürokrasisinde kesinlikle çifte standartlı davranmaz, yargı kesinlikle çifte standartlı davranmaz. Devlet...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Özdağ.

SELÇUK ÖZDAĞ (Devamla) - Ben teşekkür ederim. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)