| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, hudut, şümul, miktar ve zamanı Cumhurbaşkanınca takdir ve tayin olunacak şekilde, 2713 (2023) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı'na ve uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerimize uygun bir biçimde, gerektiğinde üçüncü ülkeler ve uluslararası örgütlerle iş birliği imkânları da kullanılarak, Somali ile ülkemiz arasında akdedilen milletlerarası anlaşmaların uygulanması kapsamında, Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, Somali'nin terörizm, deniz haydutluğu, yasadışı balıkçılık, her türlü kaçakçılık ve diğer tehditlere karşı güvenliğinin sağlanması faaliyetlerine destek verilmesi amacıyla Somali'nin deniz yetki alanları dâhil olmak üzere iki ülke tarafından müştereken belirlenecek bölgelerinde ve münhasıran tespit edilecek kurallarla görevlendirilmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca iki yıl süreyle izin verilmesine dair tezkeresi (3/9 |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 110 |
| Tarih: | 27.07.2024 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA SELCAN HAMŞIOĞLU (Tekirdağ) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; İYİ Parti Grubu olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin karada ve havada olduğu gibi, denizde de terörizm, haydutluk, yasa dışı eylemler, her türlü kaçakçılık ve tehdide karşı uluslararası güvenliğin timsali olduğunu biz zaten biliyoruz. Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti'nin millî güvenliği ve vatan savunmasında olduğu gibi, küresel barışın tesisi ve bulunduğu bölgenin güven ve huzuru için de üzerine düşeni yapmaktan bir gün olsun geri durmamıştır ve bundan sonra da elbette durmayacaktır. Ama Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Somali'nin, Afrika'nın güven ve istikrarı için devreye sokulmakta imtina edilmeyen etkinliğinin, Türkiye Cumhuriyeti'nin güven ve istikrarını daha yakından ilgilendiren alan ve coğrafyalarda da hiçbir müttefiklik hatırı yahut çözüm projesine feda edilmemesini de temenni ettiğimizi bildirmek isterim.
İYİ Parti olarak biz de bugün deniz unsurları, yarın diğer kuvvetlere düşen her türlü görevde ama özellikle ve öncelikle terörle mücadelede ve elbette askerlerimizin kanını, canını bir pazarlık konusu yapmadan, askerlerimizin canını, kanını hiçbir emperyal niyete, hedefe feda etmeden, kimsenin ticari çıkar bekçisine dönüştürmeden, askerlerimizin canını, kanını kimsenin hiçbir saikle ucuz ve kullanışlı hâle getirmesine müsaade etmeden Türk Silahlı Kuvvetlerimize her türlü desteği vermeye bugün olduğu gibi devam edeceğiz ama hem ordumuz hem milletimiz lehine şerhlerimizi de düşeceğiz.
Mesela, Amerikalı Bakan Verma'nın İncirlik ziyareti bu şerhlerimizden biridir. Verma, askerî ve diplomatik personelle İncirlik'te krize hazırlık ihtiyaçlarını destekleyecek ve mevcut lojistik kaynakların durumunu değerlendirecekmiş. Şimdi, İncirlik Üssü kimin, sormak lazım; kriz, hangi kriz? Ve her şeyden önemlisi, bizim yani Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilgili makamlarının bizim üssümüzün hangi krizde, kime karşı kullanılacağından haberi var mı?
Tarihî bağlarımız olan, ekonomik ilişkilerimiz bulunan Somali gibi ülkelere dönük görevlendirmeler elbette önemlidir ama insanız, hepimizin duyguları var, bir hafızamız var dolayısıyla bir yandan bugün böyle gurur cümleleri kurarken diğer yandan millî gururumuz olmuş, millî kahramanlardan teşekkül bir gıpta merkezine dönüşmüş Türk ordusunun gururunun, onurunun ayaklar altına alındığı zamanları da hatırlamadan edemiyoruz.
Balyoz davasında, bugün, gururla yeni vazifeler yüklediğimiz Türk Deniz Kuvvetlerimizin tam 36 amiralinin, 115 subayının ve 5 astsubayının sahte delillerle haksız ve hukuksuz şekilde nasıl yargılandığını, bu kahramanların kendi vatanlarında nasıl bir düşman hukukuna maruz bırakılarak âdeta rehin alındıklarını, âdeta esir edildiklerini, askeri casusluk ve fuhuş davasıyla MİLGEM'in en kıymetli mühendislerinin, bilim insanlarının hangi alçak iftiralara kurban edildiğini, aktif görevdeki amirallerimizin yarısının nasıl tasfiye edildiğini ister istemez hatırlıyoruz bu konuları konuşurken, ki hatırlayalım da zaten; unutmayalım, unutturmayalım ki Türkiye Cumhuriyeti bu nevi ihanetleri bir daha yaşamasın.
Kıymetli milletvekilleri, hepimizin bildiği gibi, bu davalarla tasfiye edilen Türk subaylarının tamamı kurmay, yurt dışı görevlerde bulunmuş, yüksek lisanslarını yapmış, sınıflarının birincileri, donanmanın en güçlü savaş gemilerinin komutan ya da komodorlarıydı, geleceğin amiralleri ve kuvvet komutanı adaylarıydı. Lafta, konuştuğumuzda, herkes darbelere karşı. Böyle bir tasfiye ancak darbe dönemlerinde yapılabilirdi ve biliniz ki Türk ordusu tarihinde bundan daha ağır bir darbe yememişti. Bu darbe, darbeye karşı demokrasi maskesiyle yapılmıştı üstelik de. Öyleyse hepimizin düşünmesini salık veririm, darbe aslında neydi? Faili asker olduğunda hepimizin hesaplaşma sırasına girdiği darbe, siviller eliyle icra edildiğinde, hukuk kullanılarak, medya kullanılarak, sermaye kullanılarak, hatta bizatihi siyasi irade kullanılarak yapıldığında bu demokrasi kahramanı arkadaşlarımız nerelerdeydi, nerelerde kimlerle neler demekteydi? Sanılmasın ki zaman bunları unutturmaya kâfi. O millî ah nesillerce takip edecek birilerini.
Kıymetli milletvekilleri, İnebahtı Savaşı sonrası Venedikliler denizlerdeki üstünlüğün gemilerden çok insanlara bağlı olduğunu anlamış ve papanın kapıldığı dehşete aldırmadan Venedikli amirale acilen, erişimi dâhilindeki bütün yetenekli Türk denizcileri gizlice ve en uygun şekilde öldürme emri vermişlerdi. Zira siz istediğiniz gemiyi inşa edin, istediğiniz savaş gemilerini sıra sıra dizin tersanelerinizde; bir gemi komutanı on beş yılda, bir komodor yirmi yılda, bir amiral ise yirmi beş yılda yetişebiliyor ve ona kumanda edecek komutanınız yoksa eğer o gemiler maalesef hiçbir işe yaramıyor, limanlarınızda çürümeye terk ediliyor. Bu vesileyle Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayan bu kansız -aslında kumpas şehitlerimiz var, kansız da değil- bu namert baskına uğrayan her bir kahraman Türk askerini; Silivri, Hasdal, Hadımköy, Şirinyer ve Maltepe'de hücrelerde rütbelerine, şerefli üniformalarına, sağlıklarına, itibarlarına, ailelerine, eşlerinin ve çocuklarının onur ve itibarına kastedilen her bir subayımızı o günlerin mahcubiyeti ve utancıyla selamlıyor; Tuğamiral Cem Aziz Çakmak'ı, Deniz Yarbay Ali Tatar'ı, Murat Özenalp'ı, Muzaffer Tekin'i, Abdülkerim Kırca'yı ve bütün kumpas şehitlerimizi saygıyla anıyorum.
Anmak vefakârca ama anlamak da gerekli; ne oldu da bunlar oldu? Türk Deniz Kuvvetleri Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz'de küresel kurgulara engel olabilme kabiliyetini kazandı, Montrö rejimini koruma kabiliyetini, Hint Okyanusu'nda sürekli savaş gemisi bulundurabilme kabiliyetini, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilme kabiliyetini, Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan'ın deniz yetki alanlarımıza yönelik hak ihlallerini caydırabilme kabiliyetini kazanmakla kalmadı; bunu o dönemde göstermekten de çekinmedi. Türk Deniz Kuvvetlerinin Balyoz kumpası öncesinde Akdeniz'de varlık ve etkisi Preveze Deniz Zaferi'nden sonra geçen beş yüz yıla yakın sürenin en yüksek seviyesindeydi. O kepaze süreç, evet, Türk ordusunun gelecek kırk yılını ipotek alacak nitelikteydi ama kimse zannetmesin ki balyoz indi; onunla oluşturulan zeminde 15 Temmuz hançeri yendi ve Türk Silahlı Kuvvetleri bir vakitler birilerinin hiç utanmadan, arlanmadan yakıştırabildiği gibi kâğıttan kaplan hâline geldi.
Bakın, Türk donanması 1974'te Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra bir amfibi harekâtı başlatıp da Girne kıyısını tuttuğunda tam elli yıldır hiç savaşmamış hâldeydi. Dolayısıyla endişeye mahal yok. "Her Türk asker doğar." sözü safi hamaset değil, Mete Han'dan bugüne hüküm süren ordu-millet kimliğinin bir neticesidir. Bunca badireden sonra bugün hâlâ Türk ordusu, Türk donanması bölgesinin emniyet supabı var sayılabiliyorsa, bugün konuştuğumuz gibi iş birliklerine davet alıyorsa, kimsenin şüphesi olmasın, Türkiye yer ve gökteki hâkimiyetini mavi vatanda da yeniden ve en hızlı şekilde tesis edecektir, Türkiye denizcileşecektir.
Kıymetli arkadaşlar, dün gece Paris Olimpiyatları'nın açılış törenini çoğunuz izlediniz herhâlde, ben izleyemedim. Spora teşvik olsun, orada bayrağımızı, hepsi birbirinden değerli sporcularımızı görünce, bir millî gurur, aidiyet, şuur oluşsun diye 6,5 yaşındaki oğlumla izlemeye kalkıştım, gerçekten kalkışmaz olaydım.
Bakın, ben hayatım boyunca kendimi hiçbir zaman liberal olarak tanımlamadım ama hiçbir vakit bağnaz da olmadım. Hukukun temel hak ve hürriyetleri düzenlediği alan içinde adil, objektif bir bakış geliştirmeye çalıştım ömrüm boyunca. Bugün de "Kim över, kim yerer?" umurumda olmadan konuşacağım, bu kimlikle konuşacağım çünkü hepsinden daha çok umursadığım bir ülkü var, bir Türk kadını olarak, bir Türk annesi olarak ödev saydığım birkaç kelamı -burada konu ne olursa olsun aslında konuşulan- etmek durumundayım. Sizi bilmiyorum ama dün gece izlediğimiz şeyin bana anlattığı, bizim ivedilikle tüm dikkatimizi dünyanın içine çekilmek istendiği dönüşüme odaklamamız gerektiğiydi. Dünyanın en prestijli spor organizasyonunun nasıl bir dejenerasyon ihracına çevrildiğini görmemiz gerekiyor. Olimpizm insanın sadece bedensel değil bütün niteliklerini uyum içinde geliştirebilmekle ilgilidir. İnsana ve insanlığa dair ne varsa katleden İsrail'e en küçük yaptırım gereği duymadan alkışlayarak dâhil edilen, sözde cumhuriyet, sözde hürriyet övgüsü olarak kesik başlar sallandırılan, pagan ve satan sembolleriyle donatılmış, neresine dönseniz alenen yozlaşma istilasına maruz kaldığınız bu projenin küreselleşmenin final fragmanı olduğu aşikârdır. Toplumları var eden tüm yargıları ortadan kaldırmaya dönük bir rezil tuzak olduğu aşikârdır. Toplumların değerlerinin çeperlerine saldırarak o hep söylediğimiz aslında topla tüfekle olmayan işgal senaryosunu nasıl işlettiklerini, tüm dünyayı ahlaki çöküntünün içine çekip bu yolla yeni dünyayı yönlendirmek ve yönetmek isteyen küresel çetelerin ortaya çıkardığı bu tehdidi görmek ve buna direnmek, direnç geliştirmek zorundayız. Bugün gelinen noktada bu manadaki savunma hattımız o kadar geriye çekildi, tahkimatımız o kadar güçsüz hâle geldi ki her şeyi yeniden gözden geçirmek, baştan sona yeni bir kurguyla planlı, istikrarlı bir metotla yeni bir kültür inşa etme mücadelesine başlamak ve bunu da başarmak zorundayız. Bu mücadelenin de Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli'yle olamayacağını çok ama çok acilen idrak etmek durumundayız. Paranoya da diyebilirsiniz ama "Nerede o eski..." diye başlayan bütün hasretlerimiz de ortaya koyuyor; aileyi ve nesli içeriden ve dışarıdan gelen bu saldırılara karşı muhafaza edemezsek kaybedeceğimiz şeylerin büyüklüğünü tahmin bile edemezsiniz. Şunu söylemek ve iktidar sıralarındaki arkadaşlarımızın da dikkatini çekmek istiyorum; konuyu siyasi rekabetten, iktidar-muhalefet çekişmesi zemininden çıkararak dinlemelerini rica ediyorum çünkü emin olun, siyasi bir saikle söylemiyorum hiçbirini. Değerler manasındaki savunma hattının bu denli geride olmasına, tahkimatımızın bu denli yetersiz olmasına sebep olan politikalara "Dur!" demekte gereken duruşu maalesef sergileyemediniz. Değerler eğitimi diye millî eğitim sisteminin içine kahir ekseriyet nazarında meşruiyeti olmayan yapıları dâhil ederek değerleri tesis etmek bir yana, toplum ile o değerler arasındaki uçurumun açılmasına, millî, manevi kimlik unsurlarının partizanlaşmasına dolayısıyla da toplumun büyük bir bölümünden kopmasına vesile oldunuz. Sırf siz savunuyorsunuz diye -bu çok acı bir şey ama- kabul edilmeyen bazı doğrular oluştu bu ülkede. Bizim size dönük her uyarımızın peşine eklediğimiz bir cümle var: Bizden geliyor diye görmezden geldiğiniz ikazlar yarın memleketin başına iş açıldığında birlikte taşımak zorunda kalacağımız yüklere dönüşecek. Bunun bizim payımıza da düşürdüğü birtakım mesuliyetler olacak, o hassasiyetle konuşuyoruz aslında burada.
Eğitim sistemimizin muhtevasızlığı, gelir eşitsizliği ve dağılımındaki adaletsizliğin yarattığı toplumsal çöküş, kültür politikamızın olmayışı, kaybettiğimiz medeniyet tasavvurumuz, Diyanet İşlerinin geleneksel ya da Türk Müslümanlığından uzaklaşılarak oluşturduğu perspektif, ehlisünnet inanç sistematiğinin karşısına dikilen Vahhabi, Selefi, Tekfirci grupların varlığı, millî kimliği ortadan kaldırmaya yönelik politik tutumlar bugünkü kudretsizliğimize neden olan maharetsizliklerin sonucudur. Vakit hiçbir zaman geç değil ama yine de daha da geç olmasını beklemeden, daha da geç olmadan toparlamalıyız, toparlayabiliriz. Semerkant'tan, Horasan'dan Anadolu'ya, oradan Balkanlar başta olmak üzere gönül coğrafyamıza çekilen hatta, Türk'ü ve değerlerini temsil eden ne varsa dünyanın bu küresel tehditten kurtulmasının yolu da odur. Cihana nizam verme iddiamızın ardında yatan güç de budur. Eli kanlı bir katili Parlamentosunda ağırlayıp alkışlatanlar ile bizi ayıran insanlık ölçüsü de budur. Avuçları Müslüman çocukların kanlarıyla doluyken alkışlamak için ayağa fırlayanlara karşı tüm dünyayı kıyama dikecek inanç ve iman da budur. İsrail'in devlet terörüne karşı masum ve mazlum milletlerin umudu olacak devlet nizamını kuracak güç de budur. Bu, Türklüktür, yeniden bir Türk cihanı açabilenlerden olmaktır. Aksi hâlde, dünya ahlakını, milletler vicdanını, nesiller ve aile varlığını kaybetme tehdidi altında kalacaktır. Küresel çeteler kazanacak, eli kanlı katiller alkışlanacak, evlatlarımız katledilecek ve namusumuz ayaklar altında çiğnenecektir. Bu toprakların yaşamadığı şeyler değildir hiçbiri.
Dünden beri her nevi sapkınlığı özgürlük diye, görsel şölen diye sunan, cilalayan herkese de seslenmek istiyorum. Fransa rezilliğini yaptı, bari siz sıvamayın, gerçekten durun artık. Elinizdeki bütün imkânlarla özgürlüğün böyle bir şey olmadığını anlatın çünkü değil, eşitliğin böyle bir şey olmadığını anlatın çünkü değil, kardeşliğin de hiç böyle bir şey olmadığını anlatın çünkü değil. Bizler, ılımlı İslam projesinin bedelini -girişte en hazin örneklerinden birini verdim- her alanda çok ağır bedellerle ödemiş bir ülkenin vatandaşlarıyız. Dolayısıyla herkesten önce biz anlamalıyız. Dün gece izlediğimiz ılımlı küreselleşmedir, emperyalizmin topsuz tüfeksiz ordularının saldırısından başka bir şey değildir.
Üzerinde konuştuğumuz bu tezkerenin ve önceki tezkerelerin ve bundan sonra önümüze gelecek bütün diğer tezkerelerin de maksadının gerçekten hasıl olabilmesi için iç cephenin bir, bütün ve güçlü olması gerekir; bu da ancak millî kimliğin muhafazasıyla mümkün olabilir diyor, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)