GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI
Yasama Yılı:2
Birleşim:33
Tarih:10.12.2011

BDP GRUBU ADINA SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli üyeler; İçişleri Bakanlığı ile ilgili konuşacağım fakat bunu hem Plan ve Bütçe Komisyonunda hem İçişleri Komisyonunda hem de değişik vesilelerle yeterince yaptığımızı düşünüyorum. Biraz daha derde derman olması kabilinden bugüne kadar içinde yaşadığımız bu haksız savaş, bu kardeşliğin hukukunun kaybolması bahsine dair herkesin ama herkesin her yöntemin ama her yöntemin kullanıldığı, bir tek bir yerin kullanılmadığı bir şey var. Bir tek Meclis bu işlerde devreye girmedi. Savaş tezkeresi onaylamaktan başka pek bir iş gördüğü söylenemez. Onun için, yüce Meclis bu konuda ne yapabilir? Bir şey yapabilir miyiz, yapmalı mıyız? Bu ülkenin en mühim sorunu bir yerde dururken biz yokmuş gibi davranabilir miyiz? Buna dair biraz hasbihâl edeceğim polemik havasından uzak.

Satrancın nasıl icat edildiğine dair bir Hint efsanesi vardır. Denir ki, bir bey iki çocuğuna hükümranlığı altındaki toprakları devretmiş. Sonra bunlar, bu iki kardeş birbirlerine düşmüşler. Birisi diğerini öldürmüş. Kardeş katli orada ağır bir suçmuş. Baba çağırmış, hayatta kalan kardeşe yani kardeşini öldürdüğü savlanan kardeşe ceza verecek. Onun üzerine demiş ki: "Ben öldürmedim." Ve bugün bildiğimiz satranç tahtasını çizerek orduları konuşlandırmış. "Bak" demiş, "Biz böyleydik, o şu hamleyi yaptı, ardından ben şöyle geriye çekildim. O şunları sürdü. Ben şöyle kuşattım. En sonunda öyle bir açmaza geldi ki `şah mat' dediğimiz mesele gerçekleşti." Biraz bugün yaşanan durum da artık kimin gerçekten kimi öldürdüğü tıpkı bu efsanedeki gibi belirsizlikler içermektedir.

19'uncu yüzyıl, Batı'daki, biraz tarihsel olarak bakarsak, Batılı bütün tarihçilerin dediği gibi, imparatorluğumuzun en uzun yüzyılı olmuştur. İkinci Viyana kuşatmasından sonra gerileyen Osmanlı bunun sebeplerini araştırmaya koyulmuş ve -vaktimiz yok, fazlaca tarihine girmeyeyim, özetleyerek geçeyim- biz bu savaşı ya da bu ülkeyi, bu sınırları savaş meydanlarında kaybettik, orayı toparlarsak tekrar eski günlere döneriz düşüncesi hâkim olmuş. Bunun üzerine hepinizin bildiği reform çabaları başlamış ama bu reform sadece orduyu ve askerî alanı düzenlemekle sınırlı kalmış. Oysa bunun içsel, dışsal bir sürü sebebi vardı. Bugün yaşanan da meseleye salt güvenlik konseptiyle bakmanın tarih boyunca, salt bir güvenlik meselesiymiş gibi bakmanın bizi getirdiği yeniymiş gibi duran bir yol. Biz, bu savaşı? Otuz yıldır yürütülen bir savaş, kaybedilmiş bir savaştır. Bunun kendi kendimize istediğimiz kadar propagandasını yapabiliriz. Otuz yıl sürmüşse, böyle bir devlet için bu kaybedilmiş bir savaş anlamına gelir. Şimdi yapılmakta olan, yeniden bir güvenlik konseptine dönmek ve sanki cepheyi tahkim edersek bu meseleyi tasfiye edermişiz yanılgısına kapılmak. Oysa, derinlerde bu meselenin sosyal, kültürel, demokratik haklardan kaynaklanan sorunlar gibi birçok önemli başlığı var.

Size, sayın üyeler, çok önemli bir şey anlatmak istiyorum. 1922'de bugün Musul civarı, Kuzey Irak diye sizin andığınız coğrafyada, Derbent ve Revanlı'da Türk Yarbay Özdemir Bey'in komutasında 80 kişilik bir milis, İngilizleri 3 kez yenilgiye uğratmıştır, 3 kez. 80 kişilik bir Türk milisinden bahsediyorum. O kadar İngilizler çıldırmışlardır ki savaş hukukunu bile yok sayarak, bu kentleri 3 kere uçakla tepeden bombalamak zorunda kalmışlardır. Peki, Yarbay Özdemir Bey, sadece bu 80 kişiyle mi bu bozgunu yaşatmıştır? Hayır, oradaki Kürt milisler, yaklaşık 15'e yakın Kürt aşireti ve onların milisleri Yarbay Özdemir Bey'in komutasında bu bozgunu yaşatmışlardır.

Aynı coğrafyaya 1925'te bakıyoruz; bir Kürt isyanı var. Peki, ne oldu da bu üç sene? Üstelik bu Kürt isyanı İngiliz iş birlikçiliğiyle itham ediliyor bugün tarih önünde. Peki, ne oldu da bu? Bir an için İngiliz iş birliğini de olmuş varsayarsak bile sormamız gereken soru bugüne çok ışık tutuyor. Üç senede ne oldu İngiliz'le savaşan bu Kürt döndü bu tarafa yöneldi? Bunun bir tek cevabı var, bugünün bütün sorunu da orada yatıyor. Bunun anlamı kıymetli arkadaşlar, "biz" kavramının içini ne kadar geniş ya da dar tutmamızla alakalıdır. Bizler son yüzyılımızda bu "biz" kavramının içini en dar anlamıyla kullanarak neredeyse "ben"e indirdik, tekçil bir anlayışa. Oysa "biz" kavramı geniş tutulduğu zaman tarihte neler yapılabildiğinin yüzlerce örneği var.

Size başka bir fotoğraftan daha bahsedeceğim. Konuşmamın sonunda da vakit kalırsa bir fotoğraf daha anlatacağım size.

BÜLENT TURAN (İstanbul) - Kalırsa bir tane daha, keyifle dinliyoruz.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Olur.

Adapazarı'nda "Birol Elmas" diye bir jandarma vardı sevgili arkadaşlar, Hakkâri Çukurca'daki çatışmada hayatını kaybetti. Bu vesileyle, hayatını kaybeden herkese Allah'tan rahmet diliyorum, Kürt, Türk, gerilla, asker, polis, imam, kim olursa. "Biz" kavramının içini geniş tutmak biraz böyle düşünmekten geçer.

Bu Birol Elmas öldüğünde ortaya çıktı ki bunun evinin, bu Jandarma Çavuşumuzun evinin elektriği borcundan dolayı kesik. Annesi engelli bir çocukla beraber, kocasını çoktan yitirmiş, hayata tutunmaya çalışıyor. Ana borcu bin liradan az, icraya verilmiş, 2.200 lira olmuş. "SEDAŞ" denilen özelleştirme belasıyla, sermayeye peşkeş çekilen dağıtım şirketlerinin, ne yaptığı belirsiz, ne ürettikleri belirsiz, ekonomiye ne kattıkları belirsiz. (AK PARTİ sıralarından "cık, cık, cık" sesleri)

"Cık"lamayın, böyledir. Üretim yapılmayan bir alana siz bu halkın kaynaklarını peşkeş çekemezsiniz. Sattığınız, çocuklarınızın geleceğidir. Neoliberal vahşi kapitalist sistem böyle bir şeydir. İnsanlığı alır. Ne oldu müminin celadetine? Siz vaktinde bunlara çok itiraz ederdiniz, şimdi neredeyse imanın şartı sayacaksınız. (BDP sıralarından alkışlar) Onun için, tekrar Birol Elmas kardeşimize dönelim. Yok, ben bir ajitasyon yapma derdinde değilim. Eğer kalbinizi açarsanız, önemli şeyler söylediğimi düşünüyorum.

Bu borç, ölüm haberi geldiğinde -şehitlik meselesine nasıl baktığımı bildiğiniz için o kavramı kullanmıyorum- kim tarafından ödeniyor biliyor musunuz? SEDAŞ çalışanları tarafından. Sizin çoluk çocuğumuzun kaynaklarını verip özelleştirdiğiniz, trilyonlarca, bir şey katmadan aldığı gelirle satın alma bedelini ödeyen firma, şu fukara çocuğun ödeyemediği -hayatını da bu vatan uğruna vermiş- "Bu 2.200 liranın da üstünü çizelim." dememiş. Siz sosyal yardım meselesini, efendi, sosyal yardım meselesini inayete bağladınız. Bu hamiyet değildir. Hamiyet, bunu yasal güvence ve çerçeveye bağlamaktır. Yani "Geliri şu kadar liranın altında olan herkes, insani şu kadar elektrik tüketimini ücretsiz olarak yapar, şu kadar suyu ücretsiz olarak kullanır?" Bunun adına "sosyalizm" diyorlar. İnsanlığın bugüne kadar kurduğu en güzel düşlerden birisi.

BEDRETTİN YILDIRIM (Bursa) - Sosyalizm mi?

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Sosyalizm ya! (AK PARTİ sıralarından "Çöktü" sesleri)

MÜSİAD'dan gelince bunu kavramak mümkün değil tabii ki! (CHP sıralarından alkışlar)

Şimdi, bu askerimizin parasını?

Bana laf atarken dikkatli olun. Bakın, ben çok seviyeli bir üslup tutturmaya gayret ediyorum, raydan çıkartmayın, şu bardağı da şuradan atmayayım. (Gülüşmeler)

MAHİR ÜNAL (Kahramanmaraş) - Ne güzel söyledin ya!

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - E, siz de gruba biraz bence telkinde bulunun.

AKİF ÇAĞATAY KILIÇ (Samsun) - Siz bunu yapmazsınız.

MİHRİMAH BELMA SATIR (İstanbul) - Espri yapılacak konu değil.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Evet, evet, espri... Espri yok zaten ortada, kendinizi bilseniz oturup ağlarsınız. (CHP sıralarından gülüşmeler)

BAŞKAN - Sayın Önder, lütfen, Genel Kurula hitap edin. Karşılıklı konuşmayın lütfen.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Bu SEDAŞ'ın gariban işçileri bu askerin elektrik borcunu kapatıp ondan sonra gelen taziyeleri kabul etmek zorunda kalmışlar. Bu fotoğraf bu ülkedeki savaşı en iyi anlatan fotoğraftır arkadaşlar. Yoksul çocuklarını bilmedikleri, sebebi olmadıkları, dahillerinin olmadığı, istense, yeterli gayret sarf edilse şu Meclis "Ben Meclisim yahu ülkemde bu kadar kan gölü, bir inisiyatif de ben koyayım." dese, "Şurada 3 genel başkandan ibaret değil, ben de şahsi bir adamım buradaki en mütevazı vekilin arkasında 40-50 bin seçmenin oyu var, işte geldik gidiyoruz bir devreye girelim, Allah için, insanlık için bir feraset, bir akıl, ortak akıl devreye sokalım." diye düşünseydi ölmeyecek olan gençlerden birinin küçük bir hikâyesi.

Şimdi, devlet ne yaptı? Devlet yeni bir güvenlik konseptine itibar etti, mimarları da aramızda. Bu da Türkiye'deki sağcılığın geleneksel hastalığı olan enstrümantalizm ile malûl bir anlayış yani eldeki belgeye, bilgiye, istihbarata lüzumundan ve gereğinden fazla önem atfetmek. Kim kiminle konuşuyor biliyoruz. O, öyleyse tamam, biz bu meseleyi çözeriz. Kim, kime, neyi demiş farkındayız. Peki, mesela merak ediyorum hiç şunu düşünüyor musunuz: Bu AK PARTİ İktidarı yüzde 50'yi nasıl aldı? Yüzde 50 bu iktidara nasıl sağlandı? Bu güvenlik enstrümanı yani bunun üzerine bina edilen politika birazcık şöyle gelişti: Milliyetçi Hareket Partisine büyük bir operasyon yapıldı, Cumhuriyet Halk Partisine de hakeza. Cumhuriyet Halk Partisinin başına gelen Genel Başkanının aidiyeti geleneksel muhafazakâr kitleye öyle bir sunuldu ki "Bakın, aman Allah korusun, Aleviler geliyor." diye. Diğer partinin elinden milliyetçilik silahı olduğu gibi alındı. Bu böyle olunca, çok basit bir matematik denklem. Gelip BDP'ye oy verecek hâlleri de olmadığı için, bu seçmen AK PARTİ'de ağırlıklı olarak toplandı.

Bunu yapan AK PARTİ değil arkadaşlar, bunu yapan dünyanın kaderine hükmeden daha büyük güçler. Belki AK PARTİ'nin haberi bile yoktur. Şimdi, bu yüzde 50? (AK PARTİ sıralarından gürültüler) Dinlerseniz, anlayacaksınız. Bugüne kadar dünyanın patronu İran, Lübnan, Suriye "versus" İsrail denkleminin yani bu tahterevallinin artık dünyaya nizâmât vermeye muktedir olmadığını gördü. Siz, bu denklem üzerine keşke biraz kafa yormuş olsaydınız. Bunlara dediler ki: Siz birer adım geri çekileceksiniz, Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu, Sayın Davutoğlu ikilisi de birer adım öne çıkacak.

Orta Doğu'da 300 milyon kredi kartı kullanmayan insan var, alışveriş merkezlerine gitmeyen insan var ve dünyadaki fonlar artık dağlar gibi, bunu satacak yer lazım. Bunu satmanın en etkili yolu insanları tüketici yapmak. Burada da böyle bir potansiyel var. Onun için, yeni dünya, yeni dünya konsepti, artık bunlarla savaşmaktan çok bunları sistemin içine çekme telaşında. Bunun için de siz, Allah bilir, bizim Afgan ordusunda bağbanlık yaptığımızı da düşünüyorsunuzdur. Onun için, bunları Türk askerini? Amerikalının dediği gibi "Sizin tek ihraç malınız var, ordunuzdur." dedi. Türk askerini, Orta Doğu'daki emperyalist çıkarların bir enstrümanı olarak, bir boynuzu olarak kullanma projesidir bu. AK PARTİ bunun farkında bile değildir belki. Ama resme biraz daha geri çekilip baktığımızda olan biten bundan ibarettir, yoksa bu tutarsızlıkları açıklamanın başkaca bir yolu yoktur.

Şimdi, peki, niye bu güçler Kürtleri kurban ettiler? Sizin bilip bilmeden tekrarladığınız bir söz var: "Paralel devlet kurmak istiyorlar. KCK dediğiniz proje, bir paralel devlet projesidir." Bunu duyunca da neuzübillah, sanki böyle bir ateşe basmış gibi? Aslında doğru söylüyorlar, yani bu teşhis yanlış değil. "Paralel bir sistem" desek tam yerine oturacak fakat bu sistem?

Bakın, Kürtlerden federasyonu isteyen Kürdü devlet töreniyle karşılayıp Türk Bayrağı'nın önünde Kur'an-ı Kerim hediye etti bu devlet, çok önemlidir. Onu Diyarbakır'da karşılamaya bir KCK operasyonunda tutuklananların yarısı kadar adam gitmedi.

Şimdi, o arkadaşımız federasyonu savunuyordu, bağımsızlığı savunanlar var. Devlet bunlara hiçbir şey demiyor. "Biz bu toprağın içinde kalacağız." diyen yapılanmaya "Kaderimiz bir." diyen yapılanmaya çok öfkeli, niye? Sistemi reddediyor da ondan. Egemenler sistemin reddedilmesine tahammül edemezler, aha bu 300 milyonun kredi kartı müşterisi yapılması gibi bir zaruret vardır.

Cumhuriyet dediğimiz rejim arkadaşlar, bundan yaklaşık yüz yıl önce kendi zorunluluklarımıza yarattığımız imkânın adıdır. Siz bu zorunluluğu -bu toprakların hastalığıdır- bir iman hâline getirdiniz. Onun için, sadece yetiştirilme tarzı, eğitimi düşman ve dost, suçlu ve devlet konseptine göre konuşlanmış olan ordu ve polisle bu işi çözeceğinizi zannettiniz. Oysa -vakit oldukça konuşacağız- kökeninde böyle çok büyük bir mesele var. Büyüklüğü büyük ama bu iradenin üstünde değil, bu iradeden daha fazla değil. Bir kez gönlümüzü yatırsak, "Ya, biz ne yapabiliriz bu konuda?" desek, Meclis olarak inisiyatif alsak... Bir tek biz inisiyatif almadık. Aldıysa bu Meclis ve ben bilmiyorsam, birisi söylesin. Bu Meclis inisiyatif alırsa, yaylacı vekiller de buna dâhil olursa... Adnan Ağabey sana bir kere sataştım, hakkını kullanamadın, onun için sataşmam artık. Bir kez gönlümüzü buna yatırırsak bu sorunun bir haftalık ömrü vardır.

"Peki, niye bu meseleye, bu kadar bigâne kalınıyor?"un cevabı bizim tıpkı dünkü şike oylamasında olduğu gibi, kendi benliğimizi, vicdanımızı, kendi siyasi aklımızı seferber etme ihtiyacı hissetmememizden kaynaklanıyor.

Bakın, ne polise değindim ne askere değindim, hiç kimseye bir şey söylemedim. Bir tarihî konsept ortaya koymaya çalıştım sürenin elverdiğince.

Sözlerimi bitirirken bu işi güvenlikçilerin elinden alalım, Meclis olarak biz bu işe müdahil olalım diyorum.

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Önder.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Ben de size teşekkür ederim Sayın Başkan.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)