GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu:
Yasama Yılı:3
Birleşim:76
Tarih:11.04.2025

İYİ PARTİ GRUBU ADINA DURSUN MÜSAVAT DERVİŞOĞLU (İzmir) - Sayın Başkan, siyasi partilerimizin Saygıdeğer Genel Başkanları, kıymetli milletvekilleri, ekranları başında bizleri izleyen sevgili vatandaşlarım; 2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve 2024 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi'yle ilgili olarak İYİ Partinin görüş ve düşüncelerini açıklamak üzere söz almış bulunuyorum. Hepinizi en samimi duygularımla selamlıyorum.

Sözlerimin başında, sabah saatlerinde gerçekleşen bir saldırı sonucu şehit olan Özel Harekât Polisi kardeşimiz Emre Albayrak'a ve tüm şehitlerimize Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.

Görüşülen bütçe aynı zamanda bir yılın siyasi muhasebesidir. Bu sebeple, konuşmama dünyamızı, bölgemizi ve ülkemizi etkileyen fay hatlarını ele alarak başlamak istiyorum. Bugünün dünyasında dramatik değişimlere tanık oluyoruz. Soğuk savaş sonrasında hâkim olan geçici iyimserlik geçmişte kalmıştır. Küreselleşme kavramı ise etkileri ve sonuçlarıyla sorgulanmaktadır. Evrensel norm olarak kabul görmüş birçok ilke de itibarsızlaşmıştır. Uluslararası hukuk kolayca göz ardı edilmektedir. Küresel ticaret koruma duvarlarıyla sınırlandırılmaktadır. Böyle bir atmosferde doğal olarak güvenlik kaygıları yükselmektedir. Çatışma alanlarının en uzağında olduğu var sayılan devletler bile askerî harcamalarını artırmaktadır. Diplomatik kural ve teamüller yok sayılmaktadır. Böylece, yaşanan tüm gerilimler kolayca tırmanmakta, sıcak çatışmaları önlemek ve sınırlamak daha da zorlaşmaktadır. Ancak tüm bu tabloyu küreselleşmenin sona ermesi diye okumak doğru olmayacaktır. İkili bir düzenden hatta bir ikilemden bahsedilmesi gerekmektedir çünkü tüm bunlar olurken küresel ticaret büyümekte, enerji, teknoloji ve madencilik başta olmak üzere yeni iş birliği ağları örülmektedir. Öte yandan, küreselleşmenin olumsuz etkileri de sürmektedir. Terör, kitlesel göç, dijital manipülasyon ile çevre ve iklim sorunları tüm coğrafyaları etkilemektedir. Açıktır ki tehditler daha asimetrik hâle gelmiştir ve ülkeler kendilerini bu tehditlere karşı korumak için çareyi yeniden ulus devlette aramaktadırlar. Ancak neoliberal tahribat neticesinde geri dönen, geriye dönülen çoğunlukla baskı ve zor aygıtlarıdır. Bu çelişkili ve çetrefilli dönemde dış politikanın iç politikaya tahvil edildiğine tanıklık etmekteyiz. Dış politikada emperyalizmin ve irredantizmin, iç politikada ise despotizmin ve otokrasinin yeni biçimlerini görmekteyiz. Amerika Birleşik Devletleri'nden Çin'e, Rusya'dan Türkiye'ye, İtalya'dan Macaristan'a kadar farklı düzeylerde benzer durumlar söz konusudur. Kısaca, güvenlik riskleri güvenlik ihtiyaçlarını beslerken aşırı güvenlik arzı da demokratik kurumları ve süreçleri daha da sakatlamaktadır. Bu kapsamda, dünyanın yeniden tarihsel bir kısır döngüye kapılma ihtimali artmaktadır. Zira güçlü, istikrarlı ve rasyonel yönetim talebi arttıkça bu hükûmetlerin ellerindeki gücü hoyratça kullanma ihtimalleri de artıyor; belirsiz, tekinsiz ve kaygılarla yüklü toplumlar manipülasyona çok daha açık hâle geliyorlar. Güvenlik gerekçelerinin arkasına sığınılarak denge ve denetim mekanizmaları bertaraf ediliyor. Dolayısıyla böyle zorlu zamanlar ülkeler için bir yol ayrımı niteliği taşır. Reel politik anlayışın yeniden yükseldiği bu dünyada duygusallığa, ideolojik takıntılara, hayalperestliğe, kimlikçiliğe, hamasete, romantik heveslere, değerli yalnızlıklara, derinlikli fantezilere yer yoktur. İktidardan beklenen, fayda-maliyet analizini doğru yapmasıdır. Muhalefete ve bir bütün olarak millet aklı ve iradesine düşen ise iktidarın şahsi ve siyasi hesaplarının karar alma süreçlerini belirlemesine izin vermemektir. Bu açıdan, Türkiye'nin asıl imtihanı budur. Şimdiye kadar, üzülerek söylüyorum ki Türkiye'yi yöneten iktidar uluslararası sistemdeki dönüşümleri ve güvenlik ihtiyaçlarını defalarca istismar etmiştir. Konuşmamın sınırları bakımından tek bir örnekle yetineceğim; düşen Rus uçağının üstüne kutusunu bile açamadığımız S-400 savunma sistemini satın alarak parasını ödediğimiz F-35 projesinden dışlanmamız bunların başında gelmektedir. O günlerde âdeta tek koruyucumuzun S-400 sistemi olduğu söyleniyor, yapılacak teknoloji transferleri anlatılıyordu. Neticede, 8 Aralık 2025 tarihi itibarıyla elimizde ne kullanabildiğimiz gelişkin bir hava savunma sistemi ne de aldığımız ya da ürettiğimiz bir savaş uçağı yoktur. Üstelik, F-35 projesinden çıkmamızın asgari maliyeti 15 milyar dolardır. Bunları niye hatırlattım? Kaynak arıyorsunuz ya, işte size buhar olmuş bir kaynak örneği.

Devam edeyim, şimdi İsrail tehdidinden bahsediyorsunuz. Bakıyoruz, İran'ı yüzlerce kilometre öteden F-35'lerle vuruyor, Ege ve Akdeniz'de Yunanistan'ın şeytani emellerine işaret ediyorsunuz. O da F-35'lerine güveniyor. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Amerika Birleşik Devletleri'ne "Bari F-16 ver." diyorsunuz, bunun için de sayısız kapitülasyonların yanında 30 milyar dolarlık yolcu uçağı almayı taahhüt ediyorsunuz. Medyanızda İngiltere'yi "Her taşın altındaki şeytan." diye taşlatıyor sonra da onların başarısı oldukça şüpheli olan savaş uçaklarını almak için 11 milyar dolarlık anlaşma yaparak misliyle para veriyorsunuz. Soruyorum: Tüm bunlar ulusun güvenliğini mi yoksa iktidarın güvenliğimizi sağlamak içindir? Sırf buraya kadar vergi mükelleflerinin sırtına yüklenmiş ve buhar olan 50 milyar dolardan bahsediyorum. Eğer başka türlüsünü yapabilseydiniz bugün bu bütçe görüşmesinde "geliştiriliyor" diye hepimizin övündüğü yerli silah sistemlerimizin çoktan Silahlı Kuvvetlerimize yapılan teslimatları konuşulacak, dost ve kardeş ülkelere ihracatının getirilerinden bahsetmiş olacaktık, bugünse bize kalan boşa harcanan paralar ve geri gelmeyecek tam on yıllık zaman. Ortaya çıkan risk ve kırılganlığı hiçbir iletişim çalışması telafi edemez. Yarın, Allah korusun, büyük bir çatışma çıkarsa "Kusura bakmayın, 2030'a kadar savaşamayacağız." mı diyeceksiniz, mola mı isteyeceksiniz? Türkiye, bekası üzerine zar atılacak bir memleket değildir. Bu vatanı, uzak akrabanızdan miras kalan tarla olarak görmekten artık vazgeçmenizi istiyoruz. Güvenlik riskinin böylesine yüksek olduğu bir dünyada, Türkiye'de hükûmetin, böyle irrasyonel adımlar atma, böyle fahiş hatalar yapma lüksü asla yoktur. Milletin karşısına çıkıp oy isterken kendilerini ulusal güvenliğin ve bekanın teminatı olarak sunanların, onu böyle hoyratça harcamasının mantıklı bir açıklaması da yoktur. Bugün, vatandaş olarak hepimize ait ortak servet olan beytülmalı konuşmak için toplanmış bulunuyoruz. Yüzyıllardır olan ve olması gereken şey parayı harcayan kim ise paranın asıl sahibine hesap vermesidir, Parlamentonun varlık gerekçesi de budur. Gelin görün ki harcamanın sorumlusu olan Sayın Cumhurbaşkanı, bütçeyi sunmak üzere, milletin seçilmiş vekillerine kendi tayin ettiği yardımcısını yollayarak her zamanki gibi bugün de Meclise teşrif buyurmamışlardır: Orta Doğu'nun meşruiyet pazarından takviye aramak yerine devlet ve millet düsturuna saygı duyarsanız başka yerlerde meşruiyet pazarlıkları yapmak zorunda kalmazsınız. Tekerleme yaptığınız zaman anlamını unuttuğunuz yerlilik böyle bir şeydir, millîlik ise milletin Meclisinden başlar.

O sebeple bugün burada iktidarın programdan çok propaganda olarak gördüğü ekonominin sadece rakamlarını değil, her gün yüzümüze tokat gibi çarpan hakikatlerini ele almak üzere konuşacağım ve konuşmamı da mümkün olduğu kadar bütçenin sınırlarında kalarak gerçekleştirmeye çalışacağım. İktidar kürsülerde sürekli bekadan, güvenlikten ve büyüyen Türkiye'den bahsediyor; doğrudur, ilgili rakamlardan da bu büyüme fazlasıyla görülüyor. Ancak büyüyenin yurdum insanının rızkı ve umudu olmadığı kesindir. Ballandıra ballandıra anlatılan aslında toplasanız ancak bin odayı dolduracak kadar kişinin servetidir. O bin hanenin servetinin kaynağı ise 26 milyon hanenin yani 85 milyon vatandaşın hakkı ve emeğidir. Bu gasp rejimini de Yeni Türkiye ambalajıyla sunuyorsunuz. Kurduğunuz bu rejimin adı yeni değil, eşitsiz Türkiye'dir; eşitsizliğin bedelini ödeyen ise tükenen, tüketilen Türkiye'dir. Bu sebeple bütçenizin ismi de bize göre tükeniş bütçesidir.

Alt alta sıralanan bol sıfırlı rakamların, rengârenk tabloların hiçbiri çeyrek asırlık yetersizliğinizi, sekiz yıldır derinleştirerek yönettiğiniz sürekli krizi gizleyemiyor. Çünkü hakikat korkuyla ve baskıyla susturulmak istenen Türkiye'nin sessiz ve öfke dolu çığlıklarındadır. Siz artık o çığlıkları duyamayacak hâldesiniz. Hakikat, siftahsız esnafın, güvencesiz çalışanın, istikrarsız piyasanın hakikatidir. Hakikat, maalesef ve maatteessüf sahipsiz Türkiye'dir.

Bütçe teklifinde Hükûmet 19 trilyon liralık devasa bir harcama yetkisi istiyor. Geçtiğimiz sekiz yılda olduğu gibi, serveti harcayan ile serveti harcanan arasında hiçbir ilişki bulunmuyor. 13,8 trilyonluk vergi gelirinin kaynağı vatandaş, bütçenin en büyük kara deliği ise 2,7 trilyon liralık faiz gideridir. Faiz giderinin bütçeye oranı on yılda neredeyse ikiye katlanmıştır. Yani daha en başından 2026 bütçesinin yedide 1'i yatırım ve üretim yerine faiz lobilerine aktarılacaktır. Netice ise yüksek bütçe açığı, yüksek maliyetli borçlanma, yüksek enflasyon ve alım gücünün çöküşüdür.

Emekliye gelince "Kaynak yok.", öğretmene gelince "bütçe yükü", asgari ücretliye gelince "Enflasyon artar." denmektedir; sıra sarayın harcamalarına gelince tasarruf söz konusu olmadığı gibi, kaynak sorunu da yaşanmamaktadır. Önümüze gelen bu tablo bir bütçe cetveli değil, topuzu kaçmış bir vicdan kantarıdır.

Bir de nereye gittiği belli olmayan örtülü ödenek meselesi hortlatılmıştır. 2026 yılında bu ödenekten harcanacak paralarla kaç yangın uçağı alınabilir, kaç depremzedeye ev yapılabilir, kaç çocuğa öğle yemeği verilebilirdi? İktidar, buna da "devlet sırrı" adını takmıştır. Cumhurbaşkanlığına ayrılan bütçe ve örtülü ödenek öngörülerini alt alta koyduğunuzda korkunç bir tablo ortaya çıkıyor: 2026'daki günlük harcama 60 milyon lira yani saatte 2,5 milyon; dakikada ise 41 bin liradır. Buna göre sarayın her dakikası için 2 asgari ücretli tam bir gün bir ay çalışmak durumundadır.

Bakanlık bütçelerine, Tarım Orman Bakanlığından yani ekmeksiz Türkiye'den başlıyorum. Hükûmetin bu alanda görünen tek hedefi çiftçinin tasını tarağını toplayıp tarlasını terk etmesidir. Tarım Kanunu'nun 21'inci maddesinde "Tarımsal desteklemeler millî gelirin yüzde 1'inden az olamaz." ibaresi bulunmasına rağmen 2026 için öngörülen oran sadece binde 2'dir. Kanun "yüzde 1" diyor, ortada gıda krizi var, siz binde 2 veriyorsunuz. Sadece 2026 yılında çiftçinin cebinden gasbettiğiniz destek miktarı 604 milyar Türk lirasıdır. Esirgediğiniz destek miktarıyla yol açtığınız zararın farkında bile değilsiniz. Üretim çöktü, çiftçi borç batağında. Çiftçinin kredi borcu geçen yıla oranla yüzde 43 artarak 1 trilyon 130 milyar liraya ulaştı. Son 20 yılda çiftçinin geliri 1 lira, borcu ise 7 lira artmıştır.

Buğday ekim alanlarımızın yüzde 27'sini kaybettik. Nüfusumuz 2000'den bugüne yüzde 26 artarken kişi başına düşen buğday üretimi yüzde 22 azalmıştır. Vatandaş et yiyemiyor, et; üretici maliyetler yüzünden anaç hayvanlarını kesime gönderiyor. Gıda enflasyonunda dünya şampiyonluğuna oynuyoruz. OECD ülkelerinin ortalaması yüzde 5 iken Türkiye'de yüzde 27. Dünya sıralamasında hemen üstümüzde "Başarısız devlet" olarak addedilen Haiti, hemen altımızda ise yıllardır savaşta olan Ukrayna var. Bir de utanmadan "Kuraklık var." denilmektedir. Bu meteorolojik değil, fikrî bir kuraklıktır, açıkça yönetememe sorunudur. Tarlaları saran zararlılara karşı da hiçbir şey yapılmamaktadır. Yani bu konuda affedersiniz, muhteşem bir proje geliştirmişsiniz, çocuklara böcek toplamaları karşılığında bisiklet hediye ediyormuşsunuz, bu vizyonerliğinizi ayakta alkışlıyorum ve fevkaladenin de fevkinde bulduğumu ifade etmek istiyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Gıdasız Türkiye gibi susuz Türkiye'de bir sonuçtur. Devlet Su İşleri suyu yöneterek çiftçinin maliyetini düşürüp su kaybını önleyecek teknolojik dönüşüm yerine müteahhitlik hizmetine odaklanmış, vizyonsuz bir kuruma dönüşmüştür. Ormanların ne hâle geldiğini ise hep birlikte yaşayarak gördük. Ormanlarımız artık ikiye ayrılıyor, ya yok edilip maden sahası olacaklar ya da inşaata açılacaklar.

İnşaata gelirsek; her biriniz mücahitken, maşallah, müteahhit oldunuz. Ancak, çeyrek asırdır bir şantiye rejimiyle idare edilen, beton dökülmeyen, imara açılmayan yeri kalmayan Türkiye'de vatandaşlar başlarını sokacak yuva bulamıyorlar. İnsanımız evsizdir. 2002 yılında, hane halkının ev sahiplik oranı yüzde 73 iken, bugün yüzde 55'e düşmüştür. Elinizdeki rakamlar konut sayısının arttığını yazıyor ama kurduğunuz rant düzeni millete yuva kurmayı değil, emlak baronlarına stok sağlamayı hedefliyor. Konut, Türkiye'de zenginlerin hobisine dönüşmüştür. Ev sahibi olanlar evsizler değil 2'nci, 3'üncü, 5'inci evini alanlardır. "Deprem kader, mülk Allah'ın." diyerek deprem evleri yapıyorsunuz, yaparken de bağdakini dağa kovuyorsunuz, gözü kara bir cüretle tapulara el koyuyorsunuz, "Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut hamlesi." diye kürsülerden müjdeler veriyorsunuz. Rakamlar ise başka bir hikâyeyi anlatıyor, yarattığınız derin yoksulluğu ve çaresizliğe haykırıyor. Komşu şehre yürüyerek yarım saat mesafede konumlandırdığınız 500 Bin Sosyal Konut Projesi'ne 5 milyon 314 bin vatandaş başvurdu. Bu, bir başarı tablosu değil, bir iflas belgesidir; politikalarınızla yarattığınız evsiz Türkiye gerçeğinin ta kendisidir. Anayasal hak olan barınma hakkını şans oyunlarına çevirdiniz. 2022'de 8 milyon vatandaşımızın başvurduğu İlk Evim Projesi'nde de aynı şeyi yaptınız, siz "Arsalar hazır." dediniz, vatandaş başvurduğunda ise "Henüz tahsis edilmiş arsa yok." yanıtını aldı. Ortada tek bir ev yok, yaptığınız apaçık kul hakkı yemektir, garibanın hayalleriyle oynamaktır. TOKİ'nin inşaat kapasitesi yıllık ortalama 70 bin konut iken hiçbir teknik altyapı olmadan şimdi de çıkıp "Önümüzdeki beş yılda her yıl 100 bin konut yapacağız." diyorsunuz. Ekonomik olarak görece daha iyi geçmiş yirmi iki yılda yapamadığınızı -soruyorum- bugün nasıl yapacaksınız? Bir de dar gelirliye kiralık konut vaadiniz var ki bu artık milletin aklıyla açıkça alay etmektir. Milyonlarca insan fahiş kiralar altında ezilirken, sokakta kalma korkusu yaşarken yapılacak olan 500 bin konutun 15 bin tanesi kiralık olarak verilecekmiş. Milyonlarca kiracının ağladığı bir ülkede 15 bin kiralık konut müjdesi vermek yangına bir bardak suyla gitmeye eş değerdir, bu çılgın projelerle uğraştıkça emin olun ki o yangın sönmeyecektir.

Deprem kuşağındaki bir ülkede yaşarken bilim insanları her gün bas bas bağırıyor, "Bu bütçede depreme dirençli kentler için ayrılan pay nedir?" diye kamuoyu da merak ediyor. "Kentsel dönüşüm" adı altında yoksulun riskli evini yenilemek yerine rantı yüksek bölgelerde lüks rezidanslar dikiliyor. Yıkılmayı bekleyen tabut evlerin dönüşümü içinse kaynak yok ama hâlen Kanal İstanbul'un hayaletini çağırıyorsunuz. Şehircilik anlayışınız insanı yaşatmak değil müteahhitlerinizi abat etmek üzerine kurulmuş, barınma hakkını piyango biletine indirgemiş durumdasınız. Deprem güvenliği için değil bitmeyen imar rantı için çocuklarımızın parklarını, deprem toplanma alanlarını AVM'lere açan, kamu arazilerini sosyal konutlar yerine villa ve rezidanslara tahsis eden, vatandaşa gelince de "Ya kurada çıkarsa..." diye umut tacirliği yapan bu zihniyeti kökünden reddediyoruz.

Önünüze gelen ÇED raporlarının neredeyse tamamına olumlu kararı veriyorsunuz. Tarım arazilerimize zehir saçan tesisler kuruluyor, tereddüt etmeden imza atıyorsunuz. Bu bütçede iklim değişikliğiyle mücadele kalemine ayrılan para komiktir. Avrupa'nın plastik çöpünü getirip Adana'nın bereketli topraklarına dökerken vicdanınız bile sızlamamaktadır. "Sıfır atık" diyerek şov yaparken Türkiye'yi küresel atık çöplüğüne çeviriyorsunuz. Konuşmamın başında da söyledim, Türkiye siftahsızdır, çarşı pazar itimatsızdır. İhracatta rekor kırdık diye alkış beklerken ithalatın bu ülkeyi nasıl yuttuğunu, dış ticaret açığının nasıl bir kara deliğe dönüştüğünü konuşmuyorsunuz. Gerçekler acı; 2025'in ilk dokuz ayında 67 milyar dolar açık verdik, yıl sonu beklentisiyse 93 milyar dolar. Bu açık, milletin geleceğinden, evlatlarımızın rızkından gitmektedir. Türkiye, küresel markaların fason üretim atölyesine dönüştürüldüğü için bu açık verilmektedir. Yükte ağır, pahada hafif ne varsa Türkiye olarak biz satıyoruz. Teknolojiyi ve katma değeri yüksek ürünleri yabancıdan alırken doldurmakla övündüğünüz konteynerlerin içindeki malların değeri yerlerde sürünüyor. İşte bu kafa bizi, orta gelir tuzağını aşamayan, ucuz işçilik cenneti hâline getirmiştir. Kapanan şirket sayısı yüzde 11 artmış, kurulan şirket sayısıysa azalmış. Ankara, büyüme masalları anlatadursun, Anadolu sessiz sedasız kepenk indiriyor. Koca koca şirketler teker teker iflas bayrağı çekiyor.

Ticaret Bakanlığı vatandaşı korumak mecburiyetindeyken vatandaşın can güvenliğini değil sadece etiket fiyatlarını görev edinmektedir. Bakanlık, vizyonunu zabıta mantığına hapsetmiştir. Binlerce personeli çarşı pazara salıp etiket avcılığıyla enflasyonu düşüremezsiniz. Üretimle düşer enflasyon, güvenle düşer. Vatandaş devletine inanırsa, devletinin parasına inanırsa enflasyon düşer. Marketteki etikete baktığınız kadar içindeki gıdaya da baksaydınız sadece son iki yılda 40 bin vatandaşımız gıda zehirlenmesiyle hastanelik olmazdı. Yurtlarda, okullarda, kışlalarda, cezaevlerinde zehirlenme vakaları patlamıştır. Denetim yetersizdir, cezalar caydırıcı değildir. Vatandaş "Ucuz gıda bulayım." derken canından olurken, Bakanlık havaya bakıp ıslık çalmaktadır. Milletin vicdanıyla oynayan maskeli ticarete, ülkeyi fasonculuğa mahkûm eden vizyonsuzluğa, vatandaşı zehirleyen denetimsizliğe "hayır" diyoruz.

Sözü hiç dolandırmadan, milletin vicdanını kanatan en büyük riyakârlığınıza, İsrail'le ticaret konusuna getirmek istiyorum mevzuyu. Hükûmet yetkilileri, aylardır bu kürsülerden "İsrail'le ticareti kestik, tek bir çivi bile gitmiyor." diyor. Resmî verilere bakınca Mayıs 2024'ten sonra ticaret sıfır görünüyor. Uluslararası veriler ise başka bir şeyi söylüyor; BBC'nin Birleşmiş Milletler verilerine dayandırdığı rapora göre, 2024 yılında Gazze'deki soykırımın göbeğinde Türkiye, İsrail'in dünyada en çok mal aldığı 5'inci ülke olarak yer alıyor. İsrail kaynakları "Türkiye'den bize 2,8 milyar dolarlık mal geldi." diyor. Millete "İsrail'le ticareti kestik." masalı anlatıp, kâğıt üzerinde gemi rotalarını değiştirip, Filistin kılıfı adı altında ya da üçüncü ülkeler üzerinden İsrail limanlarına yanaşmaya devam edilmiştir. Halk Gazze için gözyaşı dökerken arka kapıdan maskeli ticaret yapmayı acaba vicdanınıza nasıl izah edebiliyorsunuz?

Türkiye Yüzyılı vizyonunuzun en büyük fiyaskosu olan Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının bütçesini artırarak sorunu çözeceğinizi zannediyorsunuz. Parayı betona, tabelaya ve yandaşa gömdüğünüz sürece hazinenin tamamını da verseniz bu sanayiyi ayağa kaldıramazsınız. Vizyon çarpıktır, rota yanlıştır, kaptanın tek derdi ise kendi makamıdır. Kürsülerde sanayi hamlesi masalları anlatılmaktadır ama rakamlar acı gerçeği yüzümüze çarpmaktadır. Sanayileştiğimiz iddia edilirken sanayinin millî gelirdeki payı her geçen gün düşüyor; üretimden kaçıp betona, ranta ve hizmet sektörüne sığınılıyor. Sanayisiz Türkiye, orta gelir tuzağı değil, düpedüz fukaralık tuzağıyla karşı karşıyadır. Sürekli bir savunma sanayisi vitrini, sürekli gelsin İHA'lar, gitsin SİHA'lar; elbette gurur duyarız ama saksıdaki çiçekle bahar gelmez, genel tabloya baktığımızda manzara korkunçtur.

İhracatımızdaki yüksek teknolojili ürün payı sadece yüzde 3,8'dir. OECD ülkelerinin ortalamasına göre küme düşme hattındayız. Rakamları doğru analiz etmeniz bakımından söylüyorum; düşük ve orta düşük teknolojili ürünleri yani yükte ağır, pahada hafif malları satıyoruz ama iş yüksek teknolojiye gelince el açıp dışarıdan alıyoruz. Yüksek teknolojili ürünlerde 30 milyar dolar ithalat yaparken sadece 8 milyar dolar ihracat yapabiliyoruz. Aradaki 22 milyar dolar teknolojik bağımlılığımızın bir belgesidir. Türkiye bir teknoloji üssü değil, montaj sanayisi ülkesi olmuştur. Hükûmet vidasını sıktığımız malın havasını atarken parasını başkası kazanıyor. Sözün özü: Hamallığı biz yaparken katma değeri elin oğlu yiyor. Bütçede AR-GE harcamalarında artış gözükmesine rağmen kaynaklar verimsiz kullanıldığı için yüksek teknoloji ihracatı artmıyor. Para bilime, teknolojiye değil, tabela üniversitelerine, yandaş projelere ve verimsiz beton işlerine aktarılıyor. İstediğiniz kadar "Teknopark yaptık." deyip övünün; içinde zekâ olmayan binalardan teknoloji çıkmaz. AR-GE yapacak mühendisi ülkede tutamıyoruz. Bu ülkenin en parlak zekâları liyakatsizlikten, vizyonsuzluktan, güvensizlikten kaçıp gidiyorlar. En büyük ihracat kalemimiz ise -üzülerek ifade ediyorum ki- yetişmiş insanımızdır. Sanayi yanıyor, kapasite kullanım oranı düşüyor; sanayici önünü göremiyor, şalter indiriyor, enerji maliyetleri ve finansmana erişim zorluğu içinde boğuluyor. Türkiye'nin küresel ligde fasoncu değil, oyun kurucu olmasını istiyoruz. Bu vizyonu taşıyamayan 2026 bütçesine milletimiz adına da işte bu sebeple "hayır" diyoruz.

Millî Eğitim Bakanlığına gelince; bütçeden en büyük paylardan birinin ayrıldığı söyleniyor, gelin görün ki okullarda sabun yok. Rakam yüksek ama hedefler de içerik de tam bir hayal kırıklığıdır. 2 trilyonluk bütçeden eğitim yatırımlarına ayrılan pay yüzde 2 bile değil. Mevcudu döndürmek, maaşları ödemek, günü kurtarmak bütçesinden bahsediyoruz. Geleceğe yani okula, teknolojiye, laboratuvara kaynak bile yok. Bu bütçe eğitimi şahlandırma bütçesi değildir, okulların kapısına kilit vurulmasın diye hazırlanan bir idareimaslahat bütçesidir.

Eğitime bu kadar para harcanmasına rağmen aileler çocuklarını gönül rahatlığıyla devlet okullarına gönderemiyorlar, dişlerinden tırnaklarından artırıp özel okullara göndermek mecburiyetinde kalıyorlar. Devlet okullarındaki nitelik düşüşü genel kabul hâline gelmiştir.

PISA verilerine göre, çocuklarımız okuduğunu anlamada, matematikte, fende dünyadaki akranlarıyla yarışamamaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı bilgileri kimden aldı bilmiyorum ama eğitimdeki bu hazin durum hepimizin malumudur. Müfredat yazboz tahtasına döndürülmüştür, bilimsellikten eser kalmamıştır. Çocuklarımız yabancı dili okulda, sınıfta değil, Youtube'dan, yabancı dizilerden ve oyunlardan öğrenmeye çalışıyorlar. Devletin okulu bir yabancı dili bile öğretemiyorsa vay o bütçenin hâline!

Değerli milletvekilleri, Türkiye Yüzyılı'nda okullar, temizlik personeli çalıştıramayan, hijyenden yoksun binalara dönüşmüştür. Sorarsanız kayıt parası yasak, uygulamada ise "bağış" denilerek, "fotokopi" denilerek, "temizlik" denilerek veliler haraca bağlanıyor. Devletin okulunda tuvalet temizliği velinin cebine bakıyorsa sosyal devlet orada çökmüştür demektir. En ağır olanı ise bütçede yine bir öğün ücretsiz yemek bulunmamasıdır. Her 4 çocuktan 1'i okula aç gitmektedir, kantinlerde bir tost 60 liradır. Biz, çocuklarımız derste açlıktan bayılmasın bir tas çorba verin diyoruz, bir tas çorba; siz ise "Kaynak yok, tasarruf tedbiri." diyorsunuz. İtibarınızdan tasarruf etmiyorsunuz ama 7 yaşındaki çocuğun kursağındaki lokmadan tasarruf etmeye kalkışıyorsunuz. Çocuklarını doyuramayan, onların tuvaletlerini temizleyemeyen bir sistemin bütçesi sadece tükeniş bütçesi değil, aynı zamanda da vicdansızlık bütçesidir. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Öğretmenlere verilen "Mülakatı kaldıracağız." sözü tutulmamıştır. KPSS sınavında derece yapan gençlerimizi listeleri hazırlanmış, göstermelik üç dakikalık mülakatlarda eliyorsunuz. Ücretli öğretmen saçmalığına ısrarla devam ediyorsunuz. Asgari ücretten az kazanan, sigortası yarım yatan, mevsimlik işçi gibi çalıştırılan öğretmen ayıbı bu bütçeyle de devam ediyor. Öğretmeni mutsuz, öğrencisi aç, velisi borçlu bir eğitim sistemiyle bir yere varılamaz. Rakamlar büyüyor, bütçe şiştikçe şişiyor ama eğitimde kalite, nitelik ve fırsat eşitliği her geçen sene kayboluyor. Sadece maaş ödeyen ama eğitimi geliştiremeyen, içinde öğretmen olmayan, öğrenci olmayan, vicdan olmayan bu vizyonsuz bütçeye işte bu sebeple "hayır" diyoruz.

Sağlık Bakanlığı bütçesine bakınca başımız dönüyor, para oluk oluk akıyor ama vatandaş memnun değil, sağlık sistemi çökmüş, para yine betona gömülmüş. "Hastanelerdeki kuyrukları bitirdik." diye övünürken aslında kendinizi kandırıyorsunuz; kuyrukları bitirmediniz, şeklini değiştirip kuyrukları evlerin içine soktunuz. Yarattığınız şeyin adı dijital kuyruklardır. Vatandaş, telefon ve bilgisayar başında randevu nöbeti tutuyor, sabah sabah saat 10.00'da sisteme giriyor, 10.01'de "Randevular dolu." yazısını görüyor. Cildiyeye, göze, dişe randevu almanın ihtimali piyangodan ikramiye çıkması kadar düşük. Parasını milletin ödediği sağlık sisteminde vatandaş hizmet alamıyor. Bütçenin aslan payını, garantili projeler olan şehir hastaneleri alıyor. Parasını tıkır tıkır ödediğimiz o dev binalar şu an sadece birer beton yığını olarak duruyor çünkü içinde doktor bulunamıyor. Koridorlarında kaybolduğunuz o ışıklı binalarda vatandaşı muayene edecek uzman kalmadı. Duvarları altından da yapsanız içinde şifa dağıtacak hekim yoksa o bina bir hiçtir. Müteahhidi zengin ettiniz ama hastayı doktorsuz bıraktınız.

İş hastanelerle de bitmiyor; eczaneler de yangın yerine döndü. Eczanelerde en basit ilaçlar bile yok çünkü ilaç fiyat kararnamesiyle piyasayı bozdunuz. İlaçta fiyatı baskılayarak "Tasarruf ettik." diyorsunuz ama aslında vatandaşın sağlığından tasarruf ediyorsunuz. İlaç fiyat kararnamesi bir fiyat kontrol mekanizması olmaktan çıkmıştır, bir ilaçsızlık politikasına dönüşmüştür. Firmalar ilaç getiremiyor, üretim de yapmıyorlar, vatandaş elinde reçete eczane eczane gezip ilaç dileniyor; paranla rezil olmak işte tam olarak budur. Bu milletin vergileriyle devasa bir bütçe yapılıyor ama sistem tıkandığı için, internetten randevu alınamadığı için, devlette doktor bulunamadığı için vatandaş özel hastanelere mahkûm ediliyor; parası olan müşteri gibi özel hastanelere gidiyor, parası olmayan acil servis köşelerinde sürünüyor. Bu yönüyle sosyal devleti bitirdiniz, sağlığı parası olanın satın alabileceği bir lükse çevirdiniz. Bu bütçe, bir günde 4 milyar lira harcayıp, vatandaşı randevu kuyruğunda bekleten devasa hastaneler yapıp içini doktorsuz bırakan, milleti ilaçsızlığa mahkûm eden bir tükeniş bütçesidir. Vatandaşı müşteri, hastaneyi ticarethane gibi gören bu anlayışa elbette ki "hayır" diyeceğiz.

2025 yılı Aile Yılı. Aile Bakanlığı ise Hükûmetin sosyal devlet diye övündüğü ama aslında sosyal çöküşü gizlemeye çalıştığı Bakanlıktır. "Şu kadar haneye elektrik yardımı yaptık. Bu kadar haneye kömür yardımı yaptık. Yardım bütçesini şöyle katladık, böyle katladık." deniliyor. Rakamlar havada uçuşuyor, alkış bekleniyor. Sosyal yardımın artması bir başarı değil, aslına bakarsanız bir utançtır. Bir ülkede yardıma muhtaç hane sayısı her yıl katlanarak artıyorsa bu, ülkedeki yoksulluğun derinleştiğinin resmidir. O övündüğünüz rakamlar, aslında uyguladığınız ekonomi politikalarının iflas ettiğinin ispatıdır. Devlet elbette ihtiyacı olan vatandaşına destek olmalıdır ancak siz bu milleti devletin vereceği bir torba kömüre, bir koli makarnaya muhtaç hâle getirdiniz. Vatandaşı yoksullaştırıp sonra da verdiğiniz yardımı lütuf gibi sunuyorsunuz. Bunun adı, sosyal devlet değil; bunun adı, yoksulluğu yönetme kurnazlığıdır. Yardıma muhtaç hane sayısını artıran değil, insanını zenginleştiren, kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayan bir bütçe istiyoruz. Bu yardım şovunun arkasında derin yoksulluk var, akşamları yatağa aç giren çocuklar var, okula giden çocuğunun beslenme çantasına peynir ekmek koyamayan annelerin vebali var ve bu vebal sizin boynunuzdadır. "Aile kutsal" diyorsunuz ama aile yılında o ailelerin çocukları yetersiz beslenmekten bodurlukla ve gelişememekle karşı karşıya, zihinsel gelişimi de her geçen gün gerilemeye mahkûm hâle getirilmiş. Çocuklarını açlıktan koruyamayan, onları ne idiği belirsiz yurtlara ve sokakların insafına terk eden bir Bakanlık, bütçe artışıyla övünmek yerine utanmak mecburiyetindedir. Bakanlığın adında "aile" var ama o ailenin içinde kadınlar katlediliyor. 6284 sayılı Yasa'nın teminatı olan İstanbul Sözleşmesi'nden çıktınız; kadınları, şiddet failleriyle ve uygulamacıların keyfiyetiyle baş başa bıraktınız. Bu bütçede, şiddet gören kadınlar için yeterli sayıda sığınmaevi bile yok. Kadını ekonomik olarak güçlendirerek onu şiddet sarmalından kurtaracak gerçekçi projeler yok. Kadını birey olarak değil, sadece kutsal ailenin mağdur üyesi olarak görmeye devam ettiğiniz sürece kadına karşı şiddet de kadın cinayetleri de bitmeyecektir.

Engelli, yaşlı vatandaşlarımıza verdiğiniz evde bakım aylıkları ise bir sosyal devlet trajedisidir. Enflasyon o parayı yuttu, eritti. Verilen destek bir engellinin bez parasına ve ilaç parasına yetmiyor. Engelli vatandaşı eve hapseden, sosyal hayata katmayan, sadece üç kuruş harçlık verip kenara çekilen bu anlayış, insanlık onuruna yakışmamaktadır. Bu bütçe, yoksulluktan oy devşirmeyi hedefleyen, vatandaşı muhtaç kul hâline getiren ve milletin fakirleşmesiyle övünen bir âcizlik bütçesidir. Yoksulluğun itirafı olan bu tükeniş bütçesine elbette ki "hayır" diyoruz.

Gençlik ve Spor Bakanlığının adında "gençlik" var ama bütçede ve sahada gençlik yok, yine sadece inşaat var. Duygularını yok sayıp gençliğin üzerine de beton döküyorsunuz. Müteahhitleri zengin ettiniz ama gençleri kaybettiniz. İçinde özgür düşüncenin, sanatın, bilimin olmadığı binalar, gençlere hapishane gibi geliyor. Ruhlarına dokunmayan, onları anlamayan bir betonarme zihniyet gençliğimizi çürütüyor. TÜİK verileri ortadadır; eğitimde ve istihdamda olmayan gençlerin oranı rekor seviyelerdedir. Milyonlarca genç evde oturmaktadır, ev gencidir. Sabah uyanıp gidecek bir okulu ve çalışacak bir işi olmayan, anasından, babasından harçlık istemeye utanan, odasına kapanmış, hayata küsmüş bir nesil yarattınız. Bu bütçede bu gençleri odalarından çıkaracak, hayata katacak bir vizyon yoktur. Üniversiteli gençlerin yurt sorunu hâlâ çözülmemiştir, bu konuda boş yere övünüyorsunuz. 3 kişilik odaların 6 kişiye, 4 kişilik odaların 8 kişiye çıkarılması kapasite artışı değil yaşam alanı gasbıdır. Bu binalara yurt denmez, denemez; oralar gençlerin umutlarını çürüten toplama kamplarına dönüştürülmüştür. Asansörleri giyotine, yemekleri zehre dönüşmüş, denetimsiz yurtlarda gençlerimiz yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Gençler artık KYK borcunu nasıl ödeyeceğini değil ülkeden nasıl kaçacağını düşünüyor. Üniversite diplomasının meslek belgesi olarak değil yurt dışı bileti olarak algılandığı bir ülkeyi yönettiğinizi zannediyorsunuz. Devlet üniversiteyi bitiren gencine diploma değil icra kâğıdı hediye ediyor. Mezun olan genci tebrik etmesi gereken devlet, vergi dairesi aracılığıyla ödeme emri gönderiyor. Boş olan banka hesabına haciz koyuyor. Gençler hayata sıfırdan değil eksiyle yani borçla başlıyor. İş bulamamış, cebinde yol parası olmayan gence "Borcunu öde yoksa haciz gelir." diyen bir devlet kendisini sosyal devlet olarak tarif edemez. Daha vahimi de sokakların hâlidir. Uyuşturucu kullanımı ortaokul çağlarına inmiş durumdadır. Gençler, umutsuzluktan, boşluktan zehir tacirlerinin ağına düşmektedir. Yaptığınız statların arka sokaklarında gençler zehirlenmektedir. Gençlik merkezleri yetersizdir, somut bir rehabilitasyon politikanız yoktur. Gençleri uyuşturucudan uzak tutacak politikaları üretemeyen bir bakanlık Spor Toto geliriyle övünemez. Bu bütçe, gençleri borçlandıran, öğrencisini barındıramayan, mezununu işsiz bırakan, işsiz genci de evde unutan ve umudunu yurt dışında aratan bir hayal kırıklığı bütçesidir. Gençlere beton değil, gelecek vadeden bir anlayışla bu bütçeye "hayır" diyoruz. Bir saatlik adaletin yetmiş yıllık ibadetten hayırlı olduğunu, vazeden bir geleneğin izlerinin silindiğine şahit oluyoruz. Maalesef, hukuk devletinden yargının siyasallaştırıldığı bir devletsizlik düzenine geçilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmayan, yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesine kafa tuttukları, Yargıtayın, Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunduğu, hukukun siyasetin sopası hâline getirildiği bir Türkiye yüz yılındayız. Bakanlığın bütçesinde gördüğümüz tablo da şudur: İcra dairelerinde dost dosya sayısı 32 milyon 700 bine ulaşmıştır. Ülkenin neredeyse yarısı icralıktır "Geç gelen adalet, adalet değildir." ilkesi unutulmuş, bir davanın görülme süresi dokuz yüz on sekiz güne çıkmıştır. Devlet kurumlarına liyakat yerine sadakatin getirilmesiyle devlette âdeta bir kast sistemi inşa edilmiştir. Vatandaşın hakkını arama umudu sönmüş, hukuk devletine olan inancı sarsılmıştır. Bu adaletsiz Türkiye'dir. İşte, biz adaletsiz Türkiye'nin Adalet Bakanlığı bütçesine elbette ki "hayır" diyeceğiz. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Dağlara, taşlara "beka ve güvenlik" yazılan Türkiye'de İçişleri Bakanlığının bütçesi rekor bir seviyeye ulaşmıştır. Rakamlara göre Bakanlık dünyanın en büyük holdinglerinden daha zengindir ancak pencereden dışarı yani sokağa bakarsanız tablo tam tersidir. Ortada asayişsiz, güvensiz, tekinsiz bir Türkiye vardır. Türkiye'nin sokakları, kafeleri, restoranları Vahşi Batı'ya dönmüştür. Bugün bir vatandaş internete girip yemek siparişi verir gibi hiç kimseye hesap vermeden, sabıka kaydı sorulmadan kapısına kadar pompalı tüfek getirebiliyor. Merdiven altı atölyelerde üretilen, harçlık parasına satılan bu tüfekler ağırlıklı olarak kadın cinayetlerinde, yol kesme kavgalarında, sokak çatışmalarında kullanılıyor. Trafikte yol verme kavgası saniyeler içinde silahlı çatışmaya dönüşüyor. Yasa dışı silahlanmayla güya mücadele edilirken her gün masum bir vatandaş serseri bir kurşunla hayattan kopartılıyor. Bu bütçede kontrolsüz silahlanmayı durduracak bir irade yoktur.

Emniyet bütçesine devasa kaynaklar aktarılıyor ama polislerimiz imkânsızlıklarla boğuşuyor.

Uluslararası uyuşturucu baronları, kırmızı bültenle aranan çete liderleri ise İstanbul'un lüks rezidanslarında yakalanıyorlar. Bu baronlar ülkeye elini kolunu sallayarak nasıl giriyor, nasıl kolayca yerleşiyor, hatta nasıl makbul insan muamelesi görüyorlar? Tuz kokmuştur sayın milletvekilleri, tuz kokmuştur.

Suriye'ye son model araç göndermeyi biliyorsunuz ama polise verdiğiniz kumanyadan böcek çıkıyor. İntihar vakaları, mobbing iddiaları, 12/24 gibi insanlık dışı çalışma saatleri tam gaz devam ediyor. Yorgun, mutsuz ve geçim derdine düşmüş bir polisle toplumun huzur ve güvenliğini temin edemezsiniz. Gece gündüz demeden canı pahasına çalışan polisimiz, jandarmamız yoksulluk sınırının altında yaşam savaşı verirken bütçede onların hayat standartlarını yükseltmeye yönelik tek bir cümle bile kurmamışsınız.

Yaptığınızı ben söyleyeyim, canları pahasına mücadele ettikleri teröristleri barış güvercini ilan edip onların vicdanlarını yaralıyorsunuz. Eskişehir'in göbeğinde bir vatan evladı ortaya çıkıp -yaptığı doğrudur değildir tartışılır ama- bu gerçekleri yüzünüze vurunca rahatsız oluyorsunuz. O ses hakikattir, o ses milletin vicdanının, onurunun sesidir; o ses, bu vatan için şehit olmuş kahramanların ateşinin düştüğü ocakların haykırışıdır. Onurumuza, onurumuz olan güvenlik kuvvetlerimize, polisimize, jandarmamıza, askerimize milletin evinden, Türkiye Büyük Millet Meclisinden selam olsun. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Sokaktaki şiddeti bitiremeyen, uyuşturucu baronlarının kökünü kazıyamayan, kartelleşen çeteleri ortadan kaldıramayan, teröristi makbul görüp polisimizin, jandarmamızın hakkını teslim etmeyen bu bütçeye vicdanen de aklen de ahlaken de "hayır" diyoruz.

Ezcümle, Adalet Bakanlığı hukuku adam seçerek uyguluyor ve adaleti sağlamıyorsa bu bütçeye ne gerek vardır? Profesöründen araştırma görevlisine yoksulluk sınırında ya da onun altında maaş veriyorsan, devlet okullarını fiilen ortadan kaldırıyor, özel okul sayısının katbekat artışına zemin hazırlıyorsan Millî Eğitim bütçesine ne gerek vardır? Gençler iş bulup evlenemiyorsa, evlenenler yoksulluktan çocuk yapmaya çekiniyorsa, aileler geçinemiyorsa Aile Bakanlığının bütçesine ne gerek vardır? Yirmi üç yılın sonunda 1+1 veya 2+1 kümesten bozma evler millete büyük iş gibi pazarlanıyor, üstüne başvuru için 5 bin lira alınıyor, buna rağmen 6 milyona yakın başvuru yapılıyorsa, insanlar derelerini, ormanlarını korumak için nöbet tutmak zorunda kalıyor. Orman yangınına uçaklar değil beton dökme makinaları yetişiyorsa, iklim mültecilerinin kapıya dayanması an meselesiyken, çölleşen topraklarımız varken ve insanlarımız topraksız bırakılıyorken Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının bütçesine ne gerek vardır?

Mercimeği, nohutu, pirinci, bulguru ithal ediyorsa, kendi ürünü gümrük kapılarından geri dönüyorsa, ata tohumunu ıslah etmek yerine İsrail tohumunu çiftçiye layık görüyorsa, çocuklarına ucuz süt içiremiyor, anaç hayvanlarını kesime gönderiyorsa Tarım Bakanlığının bütçesine ne gerek vardır?

Barzani'yi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kendi ağır silahlı adamları koruyorsa, her şehirde bir çete türediyse, hatta çeteler internet üzerinden bayilik vermeye başladılarsa İçişleri Bakanlığının bütçesine ne gerek var? (İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Kürsülerden "Büyük Türkiye, güçlü Türkiye" hamaseti yapılırken sokaktaki gerçeklik, yarattığınız bu enkazın adını çoktan koymuştur: Bu bütçe teklifi beceriksizliğin, kötü niyetin ve vasıfsızlığın manifestosudur. Politika yapıcıların aklına barınma krizine çözüm olabilecek zorunlu sosyal kota veya boş konut vergisi gelmediği için karşımızda evsiz; icraya düşen krediler rekor kırarken milletin sofrası boş kaldığı için ekmeksiz; mal ve can güvenliği kalmadığı için de güvensiz bir ülke vardır. Yeni Türkiye ambalajını kaldırdığımızda altından çıkan; her hücresine kadar çürümüş, her değeri yok edilmiş, eşitsizliğin meşrulaştırıldığı ve zayıfın yere düşürüldüğü bir yoksunluklar Türkiye'sidir.

Biz bu iktidara da bütçesine de "hayır" diyoruz; yarattığı ekmeksiz Türkiye için "hayır" diyoruz, yarattığı evsiz Türkiye için "hayır" diyoruz; yarattığı tedbirsiz, plansız, hesapsız Türkiye için "hayır" diyoruz; adaletsiz, tekinsiz, güvensiz, hukuksuz Türkiye için "hayır" diyoruz; itimatsız, umutsuz, siftahsız Türkiye yarattığı için "hayır" diyoruz; yarattığı itibarsız, pusulasız Türkiye için "hayır" diyoruz.

"Bölgedeki riskler!" "Kartlar yeniden dağılıyor!" "Beka tehdidi!" diye bağırıp duruyorsunuz. "Bölgede riskler var!" "Kartlar yeniden dağıtılıyor! "Emperyalistler şunu yapıyor, öbürleri bunu planlıyor!" diyorsunuz, deyip de duruyorsunuz. Bunun için PKK'yla bile pazarlık masasına oturduğunuzu, ulus kimliğine ve üniter yapıya dayalı cumhuriyetten bile vazgeçmemiz gerektiğini gizli gizli kapalı kapılar ardında fısıldıyorsunuz. "Beka" söz konusu olduğu için de bunu sindirmemizi hiddetle arzu ediyorsunuz. Peki, yarın "Bu işte de yanlış yapmışız; aldatılmışız, kandırılmışız!" derseniz, u dönüşü mü yapacaksınız? "Milletim hakkını helal etsin!" mi diyeceksiniz? Ki yavaş yavaş da başladınız zaten! Buğday ithal eder gibi millî kimlik ve üniter yapı mı ithal edeceksiniz? Cumhuriyet Türkiyesini yeniden tesis etmek için başka maden ruhsatları mı vereceksiniz? Ben bu konuya çok böyle kapsamlı girmeyecektim ama Sayın Meclis Başkanı birleşimi açarken böyle kapsamlı bir değerlendirme yaptı, hatta yazılacak yeni rapordan vesaireden bahsetti, Komisyonun çok iyi çalıştığını anlattı. Komisyonun yapmış olduğu toplantıların yarıya yakını zaten gizli toplantı. Diler ve umarım ki beklentinize karşılık verecek bir şey çıkarabilirsiniz ama siz yapmış olduğunuz ziyaretin tutanaklarını bile yazdırmaya muktedir olmayan bir Meclisin Başkanısınız. (İYİ Parti sıralarından alkışlar) O sebeple, aklımıza düştüğü gibi konuşmak yerine son derece dikkatli cümleler sarf etmek mecburiyetinde olduğumuz akıldan uzak tutulmamalıdır.

Biz, terörsüz Türkiye masalıyla Türkiye'ye kâbus yaşatmak istediğiniz için, teröristlerle iktidar pazarlığı yapacak kadar millî benliğinizden uzaklaşıp şuursuzlaştığınız için, namus ve şerefiniz üzerine ettiğiniz o yeminleri unutup 85 milyonun hakkına, hukukuna göz diktiğiniz için size de, bütçenize de "Hayır." diyoruz.

Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (İYİ Parti sıralarından ayakta alkışlar)